Ben Ayşe… Hintli Ayşe

Alya karşıma dikilmiş… “Beş yıl daha burada kalamaz mıyız” diyor. Neeeeeee? Beş yıl daha mı?

Dalga mı geçiyorsun sen bizimle… Buraya gelmemek için her şeyi yapan sen değil miydin? Ortalığı ayağa kaldıran, kıyamet koparan…

“Siz beni yanlış anladınız! Ben Hollywood’a gitmek istiyorum, Bollywood’a değil” diye ukalalık eden…

“Ölsem gelmem”…

“O kadar aşıyı olamam”…

“Duş alırken tifo olmayayım diye ağzımı kapatamam”…

“Her sabah şişe suyuyla dişlerimi fırçalayamam”…

“O pislikte ve bitmez tükenmez korna sesinde yaşayamam”…

Diyen babam mıydı?

Şimdi ne değişti de, burada yaşamak istiyorsun?

BAŞKA BİR RUHANİ HAL

“Evet hepsi bendim!” diyor küçük ergen, saçlarını geriye atarak…Sonra gözlerimin içine içine bakıyor.

“Ama onlar Hindistan’ı ve Bombay’ı tanımadan önceydi! Anne, burada başka bir ruhani hal var!”

Hoppalaaaaaaa…

Büyük numaracı bu!

“Hadi Alya, yeme beni” diyorum, “Çok da umurundaydı Hindistan’ın ruhani hali. Sen okulunu sevdin ve bir sürü arkadaş edindin!”

“Evet” diyor durumu kabullenerek, “Okulu aşırı sevdim! Sen biliyor musun ki, 2016’da, dünyadaki bütün uluslararası okullar arasında en ilham verici okul seçildi”.

“Biliyorum” diyorum. “Bu 30’uncu söyleyişin. CNBC’deki haberi de izlettin.”

“Yepyeni arkadaşlarım var. Dans kolu başkanıyım. Korodayım. Bir müzikal sahneye koyacağız. Matematikte bir üst gruptayım. Okul dışı dans ise, İstanbul’da gittiklerimden daha zorlayıcı, gelişmeme sebep olacak. Evimizi de çok seviyorum. Bir beş sene daha kalabilirim. Kendimi buraya ait hissediyorum. Kötü bir şey mi bu? İnsanın duyguları ve düşünceleri değişebilir, ne var yani?”

Diyor, 11.5 yaşındaki 39 numara ayaklı küçük canavar…

“Çok seviniyorum bu kadar hızlı adapte olmana. Ama ya duyguların yine değişirse? Beni korkutan bu!” diyorum, “Beş yıl değil ama bir yıl kesin buradayız!

Bunu AFS gibi düşün, bir yıllık bir macera”.

Maazallah barometre gibi duyguları. Galiba bu ailede hiç kimse normal değil.

Ama Hindistan, bizim normal olmayan halimize çok çok iyi geldi.

04_hintli-ayse

KENDİNE AİT BİR EV

Dört hafta oldu.

Hala Grand Hyatt’ın uzun süreli kalan misafirleri için hazırladığı apartmanın bir katında yaşamaya devam ediyoruz.

Taşınmaya da niyetimiz yok.

Gündüz o debdebeli, renkli, şaşırtıcı, büyüleyici ve şoke edici Hindistan’ı yaşıyoruz, sonra steril evimize dönmek bize iyi geliyor.

Japon, Alman, Amerikalı komşularımız var. Normal bir apartman katı aslında ama otel bünyesinde. Sen istediğin hale sokabiliyorsun.

Bizimki, iki stüdyo daireden oluşuyor.

Biri Alya’nın…

Burada yaşamayı sevmesinin sebeplerinden biri de bu. Birden zannetti ki, anne-baba, 11 yaşında ona ev tuttu, kendi yatak odası, mini bir oturma alanı, mutfağı, banyosu var. İki daire arasında da bir kapı…

Kapatınca, kendi bağımsız evi varmış gibi oluyor. Cumaları arkadaş getirme günü, öyle anlaştık.

Dört haftada beş kız arkadaşı kaldı şimdiye kadar. Kim geliyorsa cumartesi sabahı 11’de gitmek zorunda ya da biz götürüyoruz ki hafta sonu bizim çekirdek ailemize kalsın.

Yabancı bir ülkede yaşamanın en iyi yanlarından biri bu hafta sonları. İstanbul’da hafta sonu oldu mu, herkes bir tarafa dağılıyor, oysa burada hafta sonunun tadını sonuna kadar çıkarıyoruz. Her şeyi birlikte yapıyoruz.

Spor, kenti keşfe çıkmaca, birlikte tapınak gezip (baba sıkılıyor bir noktadan sonra) fotoğraf çekmece, kitapçılarda aval aval kitap bakmaca, sinemaya gitmece -bir başka yazının konusu bu, uzun uzun anlatmam gerekiyor Hint sinemalarını ve filmlerini-, lokanta keşfetmece, her hafta sonu başka bir semti geziyoruz, ben tabii kumaşçı ve pazar gezmeyi de seviyorum ama bizimkiler baygınlık geçirecek gibi oluyor.

Havalı ve pahalı marketler var, önceleri oradan alıyorduk her şeyi, sonra Hindistan’da halkın alışveriş yerlerini keşfettik. Ama eve gelince özellikle sebze ve meyveleri, özel sebze solüsyonuyla yıkıyoruz, yoksa hastalık tehlikesi var.

DENGE Mİ SITMA MI?

Evet, hepsi doğru. Dişlerimizi şişe suyuyla fırçalıyoruz. Duş alırken ağzımızı açmıyoruz.

Sokakta hiçbir şey yemiyoruz. Buzlu bir şey içmiyoruz.

Ve sokağa çıkarken mutlaka böcek-sinek kovucu ilaçlara bulanıyoruz. Hâlâ musonlar devam ediyor. Muson demek, sadece yağmur demek değil.

Soktuğunda hasta eden sivrisinek de demek. Gündüz sokanları ‘denge’ye, akşam sokanları ‘sıtma’ya sebep olabiliyor.

Şaka değil. İkisi de ciddi. Hastanelik oluyorsunuz. Bunun aşısı-maşısı da yok, korunma yöntemi de yok, oluyorsa oluyor, yapacak bir şey yok.

Dikkatli olmak gerekiyor.

Alya, genellikle şeltoksa batmış gibi kokuyor. Ama alıştık.

Burada teslimiyeti öğreniyorsun.

Biliyorum, İstanbul kafasına göre “Nasıl yani?” ama öyle.

Ben hayatımda hiç şükretmediğim kadar şükrettim burada. Sonra da utandım. Kibirli bir davranış gibi geldi. Sahip olamayanlara üzülmek yerine, sahip olduklarıma sevinmek utandırdı beni.

Ama sonra da fark ettim ki, onlar “Ben şanssızım!” diye düşünmüyor, sadece yaşıyor.

Ve bizim düşündüğümüz gibi mutsuz filan değiller, hatta belki bizden bile mutlular.

12-hintli-ayse

ÜÇ BAYRAM BİR ARADA

“Nasıl bu kadar büyük bir pislik içinde yaşayabiliyorlar” diye düşünmek de sığ bir yaklaşım. Zaman içinde tuhaf ama alışıyorsun, takmamaya başlıyorsun ve “Bu, onların kültürü!” diyorsun. Çünkü derinde başka şeyler var, onu da zaman içinde fark ediyorsun. Büyük bir huzur var, bütünlük var, hoşgörü var.
Bu hafta hem Kurban Bayramı’ydı hem de Hindular için Ganapati -hani o kafası fil olan tanrı var ya, onun festivaliydi- aynı anda Hıristiyanlar için de kutsal bir haftaydı, Mother Mary’nin doğum günü haftası…

Hepsini aynı anda kutladılar. Bir şenlik, bir şenlik…

Davullar, zurnalar, havai fişekler, fil kostümlü insanlar, sokaklarda dans edenler hiç eksilmedi. Ama hiçbir tatsızlık da olmadı.

Nasıl olabiliyor? Oluyor işte. Bir şekilde farklılıklara saygı gösteriyorlar.

O bizim pis olmakla, ilkel olmakla suçladığımız insanlar aynı sokakta üç ayrı dini kutlama yapıyor.

Kimse de kimseye karışmıyor.

Ve bütün fakirliklerine rağmen müthiş yüce gönüllüler.

Bu arada sadece fakirlik de yok, burada gördüğüm zenginliği de başka yerde görmedim.

Tezatlar ülkesi olması bu yüzden. O şahane yapıların, evlerin yanında sokakta yaşayanlar var.

Geceleri, battaniyeden tavanlar, kendilerine derme çatma evler yapıyorlar. Sabah olunca o battaniyeler katlanıyor; anne, okula giden kızını, kaldırımın üzerine oturtuyor, arkadan saçlarını örüyor. Diğer ufaklık, sokakta, açıkta tuvaletini yapıyor, banyo çünkü orası. Bir diğeri yemek yapıyor duvarları olmayan muftakta, öbürü çamaşır yıkıyor, bir başkası çocuğunu uyutuyor, hepsi de aynı kaldırımda yaşanıyor.
Çocuğunu sokakta doğuranlar bile var. Gerçekten akıllara ziyan.

Ama öyle.

Bütün acıların bir yara gibi açıkta olduğu ama aynı zamanda acı gibi hissedilmediği, hayatın kutsandığı bir yer burası.

Ve her şey sokakta, dışarıda…

Bence büyüleyici; sokaklara çıkınca onlarla birlikte akıyorsun, onların parçası oluyorsun…

AH O TAKILAR, KIYAFETLER

En çok sevdiğim yer de pazarlar.

Kendimi kaybediyorum.

O renkler cümbüşü, sarılar, safranlar, yeşiller, kırmızılar, maviler, parlak olanlar, mat olanlar, simler, altınlar, gümüşler…

Her yerden bir şey fışkırıyor.

Tahtakale’yi düşünün, eğer orada dolaşmaktan zevk alıyorsanız, buradaki pazarlarda kendinizden geçersiniz.

Bu fotoğraflarda gördüğünüz kıyafetleri de 250 rupi’ye yani 4 dolara aldım, 12 lira filan…

Onlar altına tayt giyiyor, ben bazen çıplak tene giyiyorum ve altına topuklu çekiyorum.

Onlar düz terlikle giymeyi tercih ediyor. Ben kendimce yorumluyorum.

Bu kafaya çiçek takma işi de hoşuma gidiyor. Biraz Frida Kahlo’ya atıfta bulunma, zaten burada her yerde çiçek var, onlar boynuna geçiriyor, ben kafama.

Ve o takılar… Ah o takılar…

Kolyeler, küpeler, bilezikler, hızmalar…

Hep bir neşe ve hayatı selamlama.

Taktıkça güzelleşiyorsun. En güzeli de işin hazırlık kısmı. Resmen bir ritüel. Epey zaman alıyor.

Kendi içine bir yolculuk gibi. Gelin gibi hazırlanıyorsun. Ömer alay ediyor ama olsun, artık burada yemeğe giderken de az biraz Hintli Ayşe gibi gidiyorum.

Burnuma hızma ve halka taktığımda önce bir tuhaf hissettim.

Mücevher tasarımcısı Zeynep Erol’un vardır, hep takar, şahane estetik minicik bir şey.

Ben henüz deldirmedim ama Ömer’i korkutuyorum, “Deldirdim. Artık her yere burnumda kocaman halkalarla gideceğim!” diye.

Benden her şeyi beklediği için kuşkuyla bakıyor.

Bir de kaşın ortasına kırmızı nokta yapıştırmayı seviyorum.

O kırmızı nokta yani bindi, üçüncü göz demek, Hintliler üçüncü gözün açılacağına inanıyor, maneviyata bir vurgu bu. Aynı zamanda, “Bu kadına yanlış gözle bakma, onun bir eşi var, o evli!” anlamına geliyor.

Ben kendimi Hint kıyafetleri içinde daha zarif ve kırılgan hissediyorum. Ve sanki daha duygulu bir şey oluyorum Daha az şehirli, daha az erkeksi.
Daha çok kadınsı. Daha doğal, daha kırsal, daha manevi. Ama Hintli gibi röportaja gidecek olsam, kesin kaçırırım röportajı, yetişemem, çünkü çok zaman alıyor hazırlanmak. Ama çok eğlenceli. Hayatınızın bir döneminde mutlaka size de tavsiye ederim.

HİNDİSTAN YOLCUSU KALMASIN

  1. Hindistan’a gitmeyi düşünüyorsanız, önyargılarınızdan arınıp gelin. Kolay bir yer değil çünkü. Kuzeyi şiir gibi güzel, Racastan yani. Udaipur ve Jaipur’a âşık olursunuz. Ama bir Mumbai -pardon Alya, Bombay demeyi seviyor, öyle demek daha havalıymış- çok da estetik bir şehir değil. Sadece Güney Bombay güzel.
  2. Bir düzen yok. Düzensizliğin düzeni bu ülke. Bazı yerlerde yol bile yok. Trafik evlere şenlik. Burayı görünce, İstanbul’dakine trafik denmez. Ömer’in şirketinde yabancıların araba kullanması yasak, düşünün. Öyle otobüsler var ki 1920 Türkiye’sinden kalmış gibi.
  3. İstanbul’a indiğimde, bende Norveç’e gelmişim duygusu uyanıyor.
  4. Ama Hindistan’da da hiçbir yerde olmayan şeyler var. Bu renk cümbüşüne, herkesin birbirine gülümsemesine, açken bu kadar tokgözlü olmalarına bayılıyorum.
  5. Hep sürprizli, hep şaşırtıcı, hep inanılmaz. “Incredible India” diyorlar ya, öyle gerçekten.
  6. Uber kullanıyoruz. Normal taksilerle uğraşmanın manası yok. Bir de nereye gideceğini anlatma derdinden kurtuluyorsun.
  7. Mumbai genel olarak güvenli bir şehir. Delhi daha tehlikeli. Tabii ki bir sürü olumsuzluk da var bu ülkede. Kadın hakları yerlerde sürünüyor, kadına şiddet ve tecavüz yaygın. Ya da şöyle diyeyim, bizden farkı yok! Dikkatli olmakta fayda var.
  8. Açılmış bir şişeden veya sürahiden su, meyve suyu filan asla içmeyin. İkram etseler de… Sakın!
  9. Tuhaf meslekler var burada. Asansör düğmesine basıcı gibi mesela. Önce “Bu ne ya!” olmuştum. Dükkânlardan çıkarken de alışveriş poşetinizi ve faturanızı son bir kez güvenlik kontrolünden geçirenler var. Öyle hemen fişinizi buruşturup çöpe atmayın yani. Sinir de olmayın, gösterin. Bu ülkede sabırlı olmayı da öğreniyorsunuz.
  10. Türkleri çok seviyorlar. Şu anda iki Türk dizisi oynuyor, ‘Adını Feriha Koydum’ ve ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’. Yıkılıyor ortalık. Ve İstanbul’a bayılıyorlar. En çok gitmek istedikleri yerlerden biri.

HAMİŞ: Bu fotoğrafları çekerken Göktürk Ebil’deki arkadaşlarım çok yardımcı oldu. Hatta onlar da benimle Hintli oldu. Güldük, eğlendik. Hepsine teşekkür ederim. En çok Emre’ye ama… Bence şahane işler yapıyor Emre Yunusoğlu. Kendimizle dalga geçtiğimiz eylemlerimiz devam edecek!

Yorum Bırak