“Ağıtların Tanrısı” 2 yıl önce kaybettiğim eşim OKAN’a yazdığım bir aşk mektubu aslında

Bu pazar konuğum eğitmen-yazar Sepin İnceer… “Ağıtların Tanrısı” diye bir kitap yazdı. 2 yıl önce kaybettiği eşi, sevgilisi ve çocuklarının babası Okan’a yazdığı bir aşk mektubu aslına. Ama aynı zamanda bi ağıt ve manifesto…

41 yaşındaki, Okan İnceer, 2018’in mayıs ayında, Kaçkarlar’dan düşüp ölmüştü. Belki hatırlarsınız, karısı Sepin’in, ardından verdiği ölüm ilanını okurken hepimizin içi oyulmuştu:

“O güzel gözlerinde Allah’ı gördüm. Kalbinde, ilahi aşkı buldum. Sana hiç doyamadım, çünkü sana doyulmaz. Okan’ım, canım, aşkım, bebeğim, sevgilim, her şeyim, seni her şeyden çok seviyorum, biliyorsun. Yolun açık olsun…”

Sadece sözcükler değil, fotoğraftaki o mutluluk ve saf sevgi de bizi perişan etmişti.
Ben de o dönem Sepin’le röportaj yapmıştım. Tanımıyordum o karı-kocayı ama acılarını yüreğimde hissetmiştim.

Dağcı değildi Okan, 2. kez böyle bir tura gidiyordu. Hayatında hiç ip kullanmamış biri, Kaçkarlar’dan iple indirilmeye çalışılmıştı. Hem de Kuzey kanadından, çünkü uçağa yetişme telaşları vardı. Tabii ki kimse kimsenin ölmesini istemez ama işte bazen iyi niyetli olmak yetmiyor. İhtiyatlı ve sorumlu da olmak gerekiyor. Ve ip koptu… Okan, pisi pisine orada hayatına kaybetti 😞

Dava filan açıldı ama bir şey olmadı. Dava devam ediyor. Bir şey olacağı da yok. Zaten olan oldu, Okan yok artık. Geride Sepin ve iki dünyalar güzeli çocuk kaldı.

Görülmemiş bir ‘yas’a tanık olduk biz Sepin’le. Bir kere hayatta en sevdiği varlığı, kimselere bırakmadı. Kocasını kendi elleriyle yıkadı, eve getirdi ve yataklarına yatırdı. Çocukları da babalarının etrafındaydı. İçlerinden geldikleri gibi uğurladılar onu. Pek çok insana inanılmaz gelmişti Sepin’in yaptıkları.

Sepin, ezber bozan bir kadın. Cesur bir kadın. Her şeyi sorgulayan bir kadın. İşte 2 yıl sonra yazdığı “Ağıtların Tanrısı”nda yaşadığı her şeyi bütün çıplaklığıyla anlatıyor. Bu topraklarda yaşanmış bütün acılarla yüzleşmeden, bir hiç uğruna ölen bütün çocukların yasını tutmadan yola devam etmenin mümkün olmayacağını da haykırıyor.

2018’in mayıs ayında kocan Okan İnceer’i, Kaçkarlar’daki yürüyüş turunda -olmaması gereken bir rotada yaşanan feci bir kazada- kaybettin. Görülmemiş bir yasa tanık olduk biz seninle. Kocanı, kendi ellerinle yıkadın, eve getirdin ve yatağınıza yatırdın. Çocuklarla birlikte etrafındaydınız o gece. İçinden geldiği şekilde kocanı uğurladın. Acını haykırma gücün inanılmazdı… Aradan iki yıl geçti. Şimdi de yaşadıklarını kitaplaştırdın: “Ağıtların Tanrısı” Nedir bu kitap?
-Aslında bir aşk mektubu. Hayatımın aşkına, çocuklarımın babası Okan’ıma yazdığım bir aşk mektubu. Çok acı çekerek, ağlayarak yazdım. Ama yazmasaydım ölecektim. O hesap yani. Evet, bir aşk mektubu ama aynı zamanda bir ağıt. Bir manifesto…

Nasıl yani?
-152 çocuğun ismi geçiyor bu kitapta. Öldürülen 152 çocuk. “Büyükler” tepişirken sevdiklerinden koparılan “küçücük” çocuklar. Bir taraftan Okan’ın ölümünü anlatırken, bir taraftan onlara da yaktığım bir ağıt bu. Şunu haykırıyorum aslında: Bu topraklarda yaşanmış çok büyük acılar var. Bu acılarla yüzleşmeden, bir hiç uğruna ölen çocuklarımızın yasını tutmadan, yola devam etmek mümkün değil!

OKAN’LA BİRLİKTE ÖLDÜM VE GERİ GELDİM BEN

Onun acısı, varoluşun külliyen anlamsızlık olduğu en loş kuytulara fırlattı beni. Deliriyorum sandım. Dünya dursun istedim. ‘’Okan öldüyse, herkes ölsün’’ dedim. Bunların hepsini çırılçıplak soyunup anlattım kitapta.

YASIN REÇETESİ YOK “BAŞA ÇIKMAK” DİYE BİR ŞEY DE YOK!

“Yas”ın, “reçetesi” var mı?
-Yok hayır! Bence “Başa çıkmak” diye bir şey de yok. Acı, seni çiğ çiğ yiyor. Beni de yedi. Ama sonra garip bir şey oldu.

Ne?
– Bir an geliyor, acının, formu değişiyor. Seni öldüreceğini sandığın acı, seni bu hayata yerleştiren bir şey oluyor. Ölüm, senin içinde oluyor. Bir parçan oluyor. Ya da sen, ölümün bir parçası oluyorsun. Anlatması kolay değil. Sadece Okan değil de artık ölüm, yas, yeni Okan’dan daha büyük şeyler içimde. Bunlar da insana, bundan sonra yaşayacağı hayatın hakkını verdiriyor.

NİYE GİTTİN Kİ BEN BİR BAŞIMA KALDIM

Aklına Okan geldikçe neler hissediyorsun?
-Aklıma geldi-gelmedi diye bir şey yok ki… Elim gibi bir şey, hep orada. Okan’ın ölümü bir parçam artık benim. Ama mesela bazı anlar oluyor, “Oha bu da oldu! Başıma geldi, Okan öldü!” diyorum. Ve o anda, zaman donuyor bu cümlede. Sonra bazen çocuklar beni çok zorladığında, öfkeleniyorum, Okan’a okkalı bir küfür sallıyorum içimden. “Niye gittin ki, ben bir başıma kaldım!” diyorum. Yine duruyor her şey. Tuhaf duygular. Bir, âşık olduğum ve ölen Okan var, hatırasını bildiğim ve çok özlediğim. Bir de Okan’dan daha büyük bir şey var, içime yerleşen ya da benim içine yerleştiğim… Hayatın bütün acısına rağmen, her şeydeki güzelliği gözüme gözüme sokan.İnsan, çok sevdiği aşkını kaybettiğinde hayatı bitiyor mu?

-Ben öyle sanmıştım. Ama öyle değilmiş. Hayat, senden çok daha büyük, karar merci sen değilsin. Hayat bitmeden, hayatın bitmiyor. Sende değil yani o konu…

Evde sık sık Okan’dan söz ediliyor mu?

-Aksi mümkün mü? Hep bizimle Okan. Onu özlediğimi anlatıyorum çocuklara ya da ne bileyim doğum gününü kutluyoruz. Bizim çok doğal bir parçamız. Şu psikolog ya da bu terapist, “Böyle yapın!” dedi diye değil, organik olarak öyle oldu. Ben Okan hakkında çok rahat rahat konuştuğum için, çocuklar da alıştı böyle olmasına.

Onun bedenini eve getirmiş olman ve o geceyi evde hep birlikte geçirmiş olmanız, çocuklarda travma yaratmış olabilir mi?
-Yok canım. Bilakis babalarının öldüğü gerçeğini, hayatlarına daha kolay adapte ettiklerini düşünüyorum.

YAZDIKLARIM, SEVDİĞİ ÖLEN BİR KİŞİYE BİLE İYİ GELECEKSE BANA YETER!

Bu kitabın senin ruhunda karşılığı ne?
– Benim gerçeğim, sevdiği ölen bir kişiye bile iyi gelecekse bana yeter. Başka bir şey istemem. “Ağıtların Tanrısı” yazan kim, bunu da tam bilmiyorum. Çoğu zaman ben değil de başka bir şey yazıyor gibi geliyordu. “Hafıza”ya kafamı sokuyor, bir şeyler görüyor, gördüklerimi kâğıda geçiriyordum. Ben sadece aktarma işini yaptım sanki. Yazarken çok ağladım. Sağlam ağladım. Kimselerle görüşmek, konuşmak istemedim. Mağarama çekildim.

ÖLÜM, OKAN’IN KAÇINILMAZ KADERİ MİYDİ? O ANDA, KAÇKARLAR’DA DEĞİL DE İSTANBUL DA OLSAYDI, YİNE DE ÖLECEK MİYDİ?

Bu sorunun cevabına erişebildin mi?
-Buna çok takılmıştım. Bana biri “Evet” dese, sanki konu bitecekti benim için. Öyle olmuyor. Cevabı al ya da alma, sorunun biri bitiyor, biri başlıyor. Önce cevapları bırakıyorsun. Sonra soruları. Çünkü hayat, “Bırak onu bunu” diyor. “Bak olan biten bu. Kabul et”

Nasıl yani?
-Cevap “evet” olursa rahatlayacağını sanıyorsun, ama öyle olmuyor. O soru bitince, hemen yenisi geliyor. Birbiri ardına birçok soru, hayatını kaplıyor. Sonra bir bakmışsın, hepsi gitmiş. Koca bir boşluk kalmış ve sen, o boşluğun kucağına yatmışsın. O boşluk senin başını seviyor. Sorusuz ve cevapsız çok güzel bir boşluk.

ÖLÜMÜN HER DAİM YANI BAŞIMIZDA BİZİMLE BERABER DOLANDIĞINI BİR TÜRLÜ GÖREMİYORUZ!

Peki bu ölüm, ani bir ölüm mü? Yoksa birdenbire ölmek diye bir şey yok mu? Adım adım biz hazırlıyor muyuz kendi ölümümüzü?
-Sanırım “ani ölüm” yok hayır. Hayata dair bildiğimiz tek şey öleceğimiz ve bunun her an olabileceği. Hâl böyleyken, “ani” demek absürt oluyor. Hastalıkta ya da yaşlılıkta beklenen ve öngörülen bir şey olduğunu yanılgısına kapılıyoruz. Ölümün her daim yanı başımızda bizimle beraber dolandığını bir türlü göremiyoruz. Kitapta da biraz bunları anlattım. O, her daim yanı başında dolaşan ölümü, artık o son günlerde, Okan’ın bayağı elinden tutmuş. Bana da göz kırpmış. Çok acayip.

Siz çok aşıktınız di mi?
-Valla öyle. Bunun ne kadar az bulunan bir şey olduğunu, biraz da Okan ölünce anladım ben. Aşkın içinde yok olmuşuz ikimiz de. Çok büyük lüksmüş meğer. Öyle devamlı çiçekler, romantik yemekler gibi bir hayatımız yoktu. Ama gündelik hayatımızın içinde çok büyük bir aşk vardı. Birbirimize bir sarıldık mı, dert tasa kalmazdı. Bir sarılırdık, dünya dururdu. Çok güzel sevmişiz birbirimizi. Daha güzeli olamazmış.

BEN İLK ÖLDÜĞÜNDE, “REENKARNASYON VARSA, GİDER DE BAŞKASINI SEVERSE!” DİYE BİLE KISKANMIŞTIM

Peki bu kadar yoğun sevgi varken, ölümle nasıl kesilebilir ki? Sanki tekrar buluşulacak… Ben mi salağım… Yoksa senin de böyle hislerin var mı?
-Ya ben ilk öldüğünde, “Reenkarnasyon varsa, gider de başkasını severse!” diye bile kıskanmıştım. Buluşmaya da çok takılmıştım o ara. Artık buluşmak da diğer sorular gibi hiç sormadığım, merak etmediğim bir şey. Biraz anlattım ya, Okan bir insan değil artık benim için. Bence sağken de tam öyle değilmiş zaten, “Gözlerinde Allah’ı görüyorum” diyordum, düşünsene. Karışık buralar. Çok da bulandırmayayım.

AŞKINDAN DELİ OLDUĞUM ADAMIN ÖLÜSÜNDEN Mİ KORKACAĞIM ALLAH AŞKINA? SARILDIM YATTIM BÜTÜN GECE

Ölmüş aşkını yıkayıp eve getirmek, yatağa yatırıp bütün gece onunla vedalaşmak herkesin yapabileceği bir şey değil. Bu büyük cesaretin kaynağı neydi?
-Açıklayamıyorum. Cesaret değil bu, kendi zekâm dışında başka bir zekâ işliyordu o günlerde. Bir de yani aşkından deli olduğum adamın ölüsünden mi korkacağım Allah aşkına? Sarıldım yattım bütün gece. Öptüm, kokladım, öptüm, kokladım. Öyle yapmasaydım, mezara bırakamazdım.

OKAN’SIZ NASIL YAŞARIM KORKUSU VARDI DA ÖLÜM KORKUSU YOKTU BENDE

Ölümün gözünün içine baktın sen. Nasıl bir duygu? Ürkütücü mü?
-Yok. Korku hiç yoktu bende. Mesela “Okan’sız nasıl yaşarım” korkusu vardı da ölüme dair korku yoktu. Ölümün gözünün içine bakmak beni bu hayata iyice yerleştirdi. Çok “dünyalı” gibi hissediyorum. Yerleşik hissediyorum. Artık buralıyım gibi.

BANA DELİ DENMESİNE ALIŞIĞIM HİÇ İPLEMEDİM

Çevrende seni kınayanlar, keçileri kaçırdı diyenler çıkmadı mı?
-Çıkmaz mı? Çıktı tabii. Ama benimle aşık atmaları zor. İplemedim. Ben, bana “deli” denmesine alışığım zaten. Dediğim gibi beni bambaşka bir zekâ ele geçirmişti sanki o zamanlar. Bütün dünyadaki zekâ bende toplanmıştı sanki. Bu başka bir zekâ diye anlattığım şey var ya, ağzı çok bozuk. Ben de güzel küfrettim o günlerde. Ama işe yaradı, rahat bıraktılar beni.

OKAN ÖLMEDEN İÇİME BİR YAS DUYGUSU YERLEŞTİ. 10 GÜN BOYUNCA AĞLADIM. SEBEBİNİ BİLMİYORDUM. “BÜTÜN DÜNYANIN YASINI KALBİMDE HİSSEDİYORUM!” DİYORDUM. NEDENSE HİÇ OKAN’A YORMADIM

Okan ölmeden bir süre önce, içine, “ağlamaklı bir yas” yerleşmiş. Onun öleceğini hissettiğin için mi?
-2018 baharı çok acayipti. Bir yazarla çalışmaya başlamıştım. Bir şeyler yazmamı istiyordu. Benden devamlı ölümle alakalı metinler çıkıyordu. Kendi cenazem, Türkiye’nin cenazesi, ağıtlar, sessizliği lanetlediğim ağıtlar, ölümler… Sonra bir terapi seansı yaptım. Okan ölmeden 23 gün önce. Akabinde 10 gün falan ağladım. Herkes “N’oldu?” diyordu. Ben de “Bilmiyorum, bütün dünyanın ve Türkiye’nin yasını kalbimde hissediyorum, anlamıyorum” diyordum. O yası nedense hiç Okan’a yormamıştım.

PSİKİYATRİST DANIEL SIEGEL, “ZAMANDAKİ PERDE ARALANMIŞ, SEN DE GÖRMÜŞSÜN” DEDİ. BELKİ DE…

Acı gerçekleşmeden, yasa girmek nasıl oluyor, nasıl açıklıyorsun bu durumu?
-O zamanları birçok kişiyle konuştum. En son meşhur psikiyatrist Daniel Siegel, “Zamandaki perde aralanmış, sen de görmüşsün” dedi. Zaman, benim de çok kafa yorduğum bir şey. Zaman ve aşkın aynı şey olduğuna inanıyorum hatta. O dönem zamanla yakın ilişkideymişim sanırım.

Peki, “Ben bu yası önceden yaşamasaydım, belki de ölmeyecekti!” dedin mi?
-Çok kısa bir süre, “Keşte ölüm metinlerini, ağıtları yazmasaydım” diye şeyler geçti aklımdan. Çünkü yazmak sihirli bir şey, hafızayla çok sıkı fıkı çalışıyor. Yazınca bir “şey” oluyor.

OKAN’I ANMAK İSTEDİM… ONUN NE GÜZEL BİR ADAM OLDUĞUNU İFADE ETMEK İSTEDİM… ONA EN İÇİMDEN TEŞEKKÜR ETMEK İSTEDİM… “GÖZÜNÜN ARKADA KALMASIN! BEN VARIM ÇOCUKLARIMIZIN BAŞINDA” DEMEK İSTEDİM…


Şamanik ritüellere başvurmanın sebebi, ölen ve başka bir yere giden eşinle temas kurabilme çabası mıydı?
-O da vardı. Ama bir yandan da insan veda istiyor, içine sinen bir veda. Hayatın her evresindeki otomatik pilot, ölüm ritüellerimize, geleneklerimize de gelmiş, yerleşmiş. Her şey çok acele. Ölüye bir saygı yok, itina yok. Ne, niçin yapılıyor bilen yok. Olanlar, ana dilinde gerçekleşmiyor zaten. Hiçbir şey anlamıyorsun. Ben Okan’a layık olduğu şekilde veda etmek istedim. Şamanik derken de Orta Asya geleneğine göre, ana dilimde birtakım ritüeller yaptım. Okan’ı anmaya, onun ne güzel bir adam olduğunu ifade etmeye, ona en içimden teşekkür etmeye ve gözünün arkada kalmamasına yönelik bir tören. Buranın şamanları, “kam” diyorlar kendilerine. Aklımın yettiği ölçüde bize, bu topraklara ait bir şeyler yaptık. “Şamanik” deyince genelde insanların aklı Güney Amerika’ya gidiyor, öyle değil. Beni yakından tanıyanlar bilir, buranın gerçek her geleneğine, şiirine, şairine aşığım ben. Bu topraklara aşığım. Okan’a buraya ait olanla, ana dilimde veda ettim. Çok güzeldi.

YASIN EVCİL BİR DİLİ YOK. ÖFKENİN… ACININ…

Bunları evcilleştirmeye çalışmak, evcil bir dille anlatmaya çalışmak mümkün değil. Yabanı, evcilleştirmeye çalışınca hasta oluyoruz. Türkiye’ye baksana, yasını yaşayamamış, ağıdını yakamamış. Ölen çocuklarının arkasından muhasebe yapmış, taraf matematiğine girmiş. Olacak işler değil…

SESSİZLİK OLAN BİTENE ORTAKLIK DEMEK. SESSİZLİK SUÇ ORTAKLIĞI DEMEK

Kazada, kasıt olmasa da “ihmali” ve “hatası bulunanların” hiçbir ceza almaması ya da hatayla yüzleşmemiş olmamaları, seni iki yıl sonra hala yaralıyor mu?
-Dava devam ediyor. Açık açık söyleyeyim, ceza-meza umurumda değil. Beni asıl yaralayan: Kendine zarar gelmeyecek olsa bile, konuşamayan, “Etliye sütlüye bulaşmayayım!” diye susan insanlar. Bu bana, Türkiye’nin genel temayülünü hatırlatıyor. “Sessizlik”, olan bitene ortaklık demek. Sessizlik, “suç ortaklığı” demek. “Ağıtların Tanrısı”, tam da bununla başlıyor…

TÜRKİYE’YE BAK, “BEN YAS TUTAMIYORUM” DİYE AVAZ AVAZ BAĞIRIYOR. TÜRKİYE’NİN AĞLAMASI LAZIM, UZUN UZUN AĞLAMASI LAZIM. ÖLDÜRDÜĞÜ BÜTÜN ÇOCUKLARINA, AĞLAMASI LAZIM…

GERÇEĞİ SÖYLEMEK EN GÜZEL SEVME BİÇİMİ

Ben her şeyi açıkça konuşmanın, çocuklara ya da herhangi birine gerçeği söylemenin, en güzel sevme şekli olduğunu düşünüyorum. Benim insan sevme yolum bu. Çok güzel seviliyor böyle. Daha güzel bir sevme şekli bulana kadar, gerçeği söyleyerek sevmeye devam edeceğim. Benim için şu an en güzel sevme şekli bu.

OKAN’IN ÖLDÜĞÜ YERE, KAÇKARLAR’A GİDESİM VAR KENDİMİ ORALARA AİT HİSSEDİYORUM

Bundan sonra neler yapmak istiyorsun?
– Yazmak istediğim, okumak istediğim kitaplar var. Verdiğim eğitimler var. Çok sevdiğim öğrencilerim var. Bir yandan, Yüksek Lisans yapıyorum İngiltere’de. Programın adı Hayal Gücünün Poetiği. Tezim için Karadeniz’in aşk hikâyelerini derlemek istiyorum. Mümkünse müziğiyle, Yazın Karadeniz yaylalarına gitmek istiyorum, bir kez gitmiştim, yine gidesim var. Oralara ait hissediyorum kendimi, Okan’ın öldüğü yere, Kaçkarlar’a…

Şu anda sevdiklerini kaybetmiş olanlara danışmanlık mı veriyorsun?
-Yok hayır. Sevdikleri ölenler, evet beni buluyor, telefonla arıyorlar, dinliyorum onları. Ama yas konusunda profesyonel bir iş yapmıyorum. Bana ulaşanlarla konuşuyorum sadece. Kendime iyi gelenleri anlatıyorum. Yasa, başını yaslamak dışında bir şey yapmadım ben. Bunu anlatıyorum. Sevdikleri ölenler, ana akım şeylere bakınca “cici” şeyler okuyorlar, duyuyorlar. Kendilerinde “arıza” var sanıyorlar. Öyle değil. Yas, yaban bir şey. Yabanda olanın, dili evcil olmaz! Bunları konuşuyoruz beni aradıklarında…

Yorum Bırak