Türkiye’deki sanatçıların yüzde doksanı gibi kendimle sorunlarım yok!

O, Nur Koçak. Çok değerli bir sanatçı. Ve fotogerçekçilik akımının Türkiye’deki ilk temsilcilerinden. Neredeyse, 60 yıl boyunca ürettiği eserleri, SALT’ın düzenlediği sergide, sanatseverlerin huzurunda. Kesinlikle kaçmaz! Aralık ayına kadar vaktiniz var. Adı ‘Mutluluk Resimlerimiz’. Nur Koçak, küreselleşen tüketim kültürünü ve kadın ve erkek bedeninin, seyirlik bir nesne olarak kimliksizleştirilmesini sorguluyor. Donanımlı, bilgili, yaşadığı toplumla ilgili ve çok yaratıcı bir sanatçı. Aynı zamanda devrimci ve başkaldıran bir sanatçı. Akademinin tariflediği katı kuralların üzerine çıkabildi ve kendine özgü fotogerçekçi eserler üretmeyi sürdürdü…

Siz, ‘fotogerçekçilik’ akımının, Türkiye’deki ilk temsilcilerindensiniz… Neredeyse, 60 yıllık eserlerinizden oluşan en kapsamlı serginiz de, SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da sanat severlerle buluşuyor. Neler hissediyorsunuz?
-Büyük mutluluk duyuyorum. Hani Türkçede “Geç olsun da, güç olmasın!” diye severek kullandığımız bir deyim vardır ya, bakıyorum da, benim için her şey, hem çok geç hem de çok güç olmuş. Ama olmuş sonunda… Mutluyum!

KADIN BEDENİ DEĞİL, ERKEK BEDENİ DE METALAŞTIRILIYOR

Sizin için, bu sergi, bir ömrü özetlemek mi?
-(Gülüyor) Evet, öyle de diyebiliriz. İzleyiciler, farklı mekânlarda, ilkokul ikinci sınıf öğrencisiyken, ‘temiz’ defterime yaptığım çizimlerden, 2018’de boyadığım resimlere, yani ömür boyu ürettiklerimin büyük bir bölümünü görebilecekler.

Esas olarak bu sergiyle söylemek istediğiniz, vermek istediğiniz mesaj ne?
-Parmak bastığım, büyüterek insanların gözüne sokmaya çalıştığım şey, tüketim toplumunun kendisi. Kadınlar olsun, erkekler olsun, insanların metalaştırılması, her şeyin alınıp, satılıyor olması. Aslında paranın, en yüce değer sayılması! Öteki fotogerçekçiler gibi, ben “İyi-kötü, olmalı-olmamalı, doğru-yanlış!” diye ahkâm kesmiyorum. Tavrım belgesel. “Böyle olgular var, daha dikkatle bakın!” diyorum sadece…

Siz, kadın bedeninin, seyirlik bir nesne olarak kimliksizleştirilmesini de sorguluyorsunuz…
-Aynen öyle. Ama sadece kadın bedeni değil, erkek bedeni de metalaştırılıyor.

Sizin çalışmalarınız, genel olarak kadın ve kadın meseleleri etrafında mı dönüyor?
-Yoo hayır. Aslında içinde yaşadığım topluma bakıyor, toplumsal tavırlar ve beğenilerle ilgileniyorum en çok. Kartpostallarımda, ‘kitsch’ olgusu ön planda mesela. İskele ve vapur resimlerimde, “Şu Doğulular, ellerindeki hazinelerin hiç farkında değiller!” diyen orientalist söylem öne çıkıyor. 70’lerin vahşi kapitalist ortamında, reklam panolarının istilasına uğramış mücevher kutusu niteliğindeki iskelelerin perişanlığına üzülüyorum. ‘Aile Albümü’nden dizimde, Cumhuriyet dönemi orta sınıf, kentli Türk ailesini ele alıyorum. Stüdyoda çekilmiş fotoğraflarda, olaya fotoğrafçının nasıl müdahale ettiğini göstermeye çalışıyorum. Ama mesela, ‘Fetiş Nesneler/Nesne Kadınlar’ başlıklı dizim ve ‘Vitrinler’ dizilerimde, kadını ‘cinsel haz nesnesi’ olarak görüyoruz.

Size, ‘feminist sanatçı’ deniyor…
-Evet, feministim. 1976 Aralık ayında DGSA/MSGSÜ Mimar Sinan Salonu’nda açtığım ilk kişisel sergim de Türkiye’de açılmış ilk feminist sergiydi. Bunu ben söylemiyorum. Sanat tarihçi Oğuz Erten, ‘Türk Sanatında İlkler’ kitabında söylüyor.

Türkiye’de kadının tek sorunu, sistem tarafından nesneleştirilmesi mi?
-Tabii ki değil! Kadın sorunları çöz çöz, bitmeyen koca bir yumak. Nesneleştirilmek; şiddet kurbanı kadınlar düşünüldüğünde çok hafif bir sorun olarak kalıyor.

Ben de bu son dönemde, kadına yapılan saldırılar hakkında ne düşündüğünüzü soracaktım…
-Korkunç! Tüm dünyanın çivisi çıktı. Fransızlar ‘soykırım’ örneğinden yola çıkıp, ‘kadınkırımı’ kelimesini icat etmişler. Öyle bir dönem yaşıyoruz, resmen bir ‘kadınkırımı’…

NEDEN FOTOGERÇEKÇİLİK?

Fotogerçekçiliğin sizi baştan çıkarmasının sebebi ne?
-Gerçeğe en yakın görüntüyü fotoğrafın veriyor olması herhalde. Ve Güzel Sanatlar Akademisi öğrenciliğimden, hatta, daha da öncesinden başlayarak gözümün önündekileri olduğu gibi, hiç değiştirmeden yani nesnel gerçeğe çok sadık kalarak kâğıda veya tuvale aktarmak istemem.

HAZMEDİLMESİ ZOR BİR LOKMAYIM!

Kendi kendinizle muhasebe yaptığınızda, “Ne iş yaptın sen bunca sene?” sorusuna ne cevap veriyorsunuz? “İnsanları uyandırmaya çalıştım! Yaşadıkları gerçeği gözlerine sokmaya çalıştım” mı?
-Evet, bazı gerçekleri yalnızca kadınların değil, erkeklerin de gözlerine sokmaya çalıştım ama sanat yaparak dünyayı değiştirmek mümkün mü, ondan pek emin değilim.

Türkiye’de hak ettiğiniz değeri gördüğünüze inanıyor musunuz?
-Ben Türkiye’de genelgeçer beğeniler, tavırlar, yaklaşımlar dışında kalan, bayağı aykırı bir yol izlemekteyim. Hazmedilmesi zor bir lokmayım! Hak ettiğim değeri bir gün bulacağım diyeyim…
Bu dönemde, Türkiye’de sanatçı olmak nasıl bir şey? 70’lerden, 80’lerden, 90’lardan farkı ne?
-Bu sorunun cevabını veremeyecek kadar kendi kabuğumda yaşıyorum ben. Yani benim için değişen fazla bir şey yok.

Bir subay kızısınız… Nasıl bir ailede büyüdünüz?
-Tipik orta sınıf, kentsoylu bir ailede. Subaylar, çocukları çok iyi okusun isterler. En azında eskiden öyleydi. Ben de iyi okullarda okudum. Yay burcuyum, yani özgürlüğüme düşkünüm. Ailem de bunun çabuk farkına vardı herhalde ki, öyle fazla sıkmadılar beni. Babamı 15 yaşında kaybettim. Anneme, “Akademi’de resim okumak istiyorum” dediğimde, sesini çıkarmadı pek. Belki de, “Gelip geçici bir heves işte, nasıl olsa evlenip çoluk çocuğa karışacak!” diye düşündü.

ZAMAN ZAMAN “LANET OLSUN! BIRAKIYORUM BU İŞİ” DEDİĞİM OLDU

Çocukluğunuzda yaşadıklarınız, sanatınızı ne kadar etkiledi? 
-Mutlaka çocukken okuduğum kitapların, karıştırdığım dergilerin, izlediğim filmlerin, tiyatro oyunlarının, dinlediğim müziğin, gezdiğim ülkelerin etkisi olmuştur üzerimde. Bunlara, içinde yaşadığım çevreyi, büyüklerimden dinlediğim hikâyeleri de ekleyebiliriz. Sonra rol modeli öğretmenlerim var. Yani her şey, farkında olmadan bir ‘bütün’ oluşturuyor, bu da insanda bir tortu bırakıyor.

Peki ne zaman “Sanatçı olacağım!” dediniz?
-Amerika’da lise 12. sınıfta okurken, okulumun ‘en iyi sanat öğrencisi’ seçilince. Aksi takdirde, yurda dönüp Ankara Koleji’nden sınıf arkadaşlarımın izlediği yoldan gidecek, yani Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyacak, sonra lise İngilizce öğretmeni olacaktım.

Sanata ömrünüzü adama kararınızdan hiç pişmanlık duyduğunuz oldu mu?
-Evet, zaman zaman, “Lanet olsun! Bırakıyorum bu işi” dediğim oldu. Ama hiçbir zaman bırakamadım.

Akademi’nin katı kurallarına karşın, fotogerçekçi resimler yapmayı sürdürdünüz. Feminist bakış açısıyla, kadın kimliğinin yok sayılması üzerine çalışmalar yaptınız… Tüm bunların kökü ne zamana dayanıyor?
-”Hidayete ermem” diyeyim, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan aldığım bursla, Paris’te resim dalında ihtisas çalışması yaptığım yıllara dayanıyor.

Siz, ilhamla değil, fikirle sanat yapan bir sanatçı mısınız?
– Çevresine dikkatle bakan, gördüğü çarpıcı olgulardan etkilenen, onları, işlerine aktaran biriyim. Türkiye’deki sanatçıların yüzde doksanı gibi, kendimle sorunlarım yok. Kişisel açmazlarını çalışmalarına yansıtarak rahatlayan biri, yani ‘dışavurumcu’ değilim. Benim sorunlarım, hesaplaşmam içinde yaşadığım toplumla.

İsimsiz ve Mısırlı erkek çamaşırları

CAHİDE SONKU BİZİM İLK POP İKONUMUZDU

Çalışmalarınızın bir bölümüne Cahide Sonku da konu oldu. Hatta, yüzüne yer verdiğiniz tek ‘arzu nesnesi’ kadın o… Neden Cahide Sonku’yu seçtiniz?
-Cahide Sonku bizim ilk pop ikonumuz da ondan! Annemle aynı yıl doğmuş. 1916 doğumlu. 30’lu-40’lı yılların şıklığını, inceliğini, zarafetini temsil ediyor. Annem de çok şık giyinen, giydiklerini kendisine çok yakıştıran bir kadındı. Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzü Cahide Sonku. Bütün bunlar ve tabii ki olağanüstü güzelliği, beni hakkında belge toplamaya itti. Ardından bir sergi vesilesiyle, biriktirdiklerimi ortaya döküp ilk büyük boyutlu portresini yaptım. Daha sonra da gerisi geldi.

Müdahale edilmiş kartpostallar

UYUŞTURUCU VE ALKOL BATAĞINDA, SEFALET İÇİNDE BİR SON

Hikâyesini pek çok genç bilmiyor olabilir, biraz anlatır mısınız?
-Yemen doğumlu bir subay kızı. 13-14 yaşlarında, Muhsin Ertuğrul tarafından keşfediliyor. Önce tiyatro sahnesine çıkıyor. Sahnede öylesine bir ışık saçıyor ki etrafa, seyirciler gözlerini ondan ayıramıyorlar. Yine Muhsin Ertuğrul’un yönettiği filmlerde oynuyor. Yönetmenlik yaptığı filmler de var. Birkaç kez evleniyor. Kocalarından biri, evlenip ayrılıp sonra tekrar evlendiği 40’ların-50’lerin en zengin işadamlarından, savaş vurguncusu, tütün tüccarı İhsan Doruk. Kendi ifadesiyle, bu adam, onu “en tepedeki siyasetçiye peşkeş çekmek istiyor”. Kabul etmeyince de, yine kendi ifadesine göre, bürosunu kundaklatıyor. O dönemde ticaret yapmakta, Ortadoğu’dan, Mısır’dan film getirip satmakta. Yangında ithal ettiği tüm filmler yanıyor. Serveti elden gidiyor. Ardından kendisi gibi tiyatro oyuncusu Cahit Irgat’la yaptığı evlilik de yürümüyor. Hayatının sonunu, uyuşturucu ve alkol batağında, sefalet içinde noktalıyor.

Bir zamanlar bir Hollywood yıldızı gibi parlarken, hayatının son döneminde itibarsızlaştırılıyor Cahide Sonku… Resmen dileniyor Tarlabaşı’nda… Nasıl izah edilebilir bu durum? Siz kime kızıyorsunuz? Sisteme mi?
-Ben, “Kendi etti, kendi buldu” diyorum. Uzatılan yardım ellerini itiyor çünkü. Sinemacılar, adına bir gece düzenlemek, ödül vermek istiyorlar, kabul etmiyor.

NE SANATSEVER TANIMI DEĞİŞTİ, NE DE SANATA YAKLAŞIM…

Sizce, sistem mi kadını nesneleştiriyor?
-Sistem, erkek egemen. Kız çocuklarının okumasını, kendi ayakları üzerinde durmasını istemiyor. Özgür birey olmaları hiç işine gelmiyor, hatta ödünü kopartıyor. Tek varoluş nedeni annelikmiş gibi, devamlı bu kutsanıyor.

Günümüzde sanatsever tanımı değişti mi? Sanata yaklaşım artık daha mı yüzeysel?
– Ne sanatsever tanımı değişti ne de sanata yaklaşım. Önce de yüzeyseldi, şimdi de öyle. Ama bizler de kendimizi anlatmazsak bizleri kim anlatacak ki!

Mutluluk resimleriniz

Yorum Bırak