Musa Dede oldum, asam kalemim

Sıra dışı bir hayat yolculuğu onunki. Kimlikte yazan ismiyle Lari Dilmen, bir sufi olduktan sonra aldığı isimle Musa Dede…

Sefarad Yahudisi bir aileye doğdu, iyi okullarda okudu, ülkeler gezdi, müzik alanında başarılara imza attı ama arayışı bitmedi. Ta ki bir sufi olmaya karar verene kadar…
.
Yıllarca Hürriyet Gazetesi’nde yazdı. 5 yıl önce de kendisiyle röportaj yapmıştım. Aradan geçen zamanda pek çok şey yaşamış. Amerika’dan ilk kitabını okuyup, onunla tanışmaya gelen bi okuruyla (Fatıman) aşık oluyorlar birbirlerine. Nişanlanıp, evleniyorlar. Birlikte nice maceraların içinden geçiyorlar, evsiz kalıyorlar, parasız kalıyorlar, zorluklar yaşıyorlar.
.
Şimdi ikinci kitabı Mümkün raflarda. İnanç ekseninde yaşanan ayrışmalara, çatışmalara, yakın zamanda Mescidi Aksa olaylarında tanık olduğumuz meselenin özüne dair öyle güzel yanıtlar verdi ki… Ve tabii Tasavvuf moda mı oldu? Bunu da konuştuk…
.
Kitabını okurken zihnimde yepyeni ışıklar yandı. Pek çok sorum vardı, hepsini sordum….

Yeni kitabınız “Mümkün” Novus’tan çıktı. Pek çok bilgi barındıran, mücevher gibi bir kitap. Tebrik ederim. Pek çok sorum var…
-Hay hay…

İsmi “Mümkün.” Her şey mümkün manasında mı? İnsanlara umut aşılamak için mi?
-“Mümkün”, benim penceremden, hayatı algılamaya başladığımda, durduğum noktayı temsil ediyor. Ve sonra gördüm ki, Hz. İbn-i Arabi’nin de pek güzel açıkladığı gibi “Mümkün alemdir!” İnsanoğlu da küçük, kimine göre büyük alem olarak bir “mümkün”dür.

Yani insanoğlu, bir yönü varlığa, bir yönü yokluğa, bir yönü aydınlığa bir yönü karanlığa bakar bir noktada durmaktadır…
-Aynen öyle! Bu noktadan hareketle insan, yüzünü ne tarafa dönerse, oluşu öyle olacaktır. Kendine verili, cüzi iradeyi, devreye sokarak Nur’a doğru döndüğünde, nihayetinde Hakk’a vasıl olacak; karanlığa doğru dönerse, zulmete düşecektir.

KİTABIMDA, ‘MÜMKÜN’ÜN POZİTİF TARAFINA İŞARET ETMEK İSTEDİM… OKURA, POZİTİF YÖNE DAİR BİR UMUT, BİR ŞEVK VEREBİLİRSEM, YAHUT YOL ARKADAŞI OLABİLİRSEM NE MUTLU BANA

Olduğu yerde sayarsa peki…
-O, Araf’ta kalmasıdır. Ne var ki hareket, yaşamsal bir ilkemizdir. İşte ben, bu başlangıç noktasından yola çıkıp, kendi manevi yolculuğumu, yaşayışımı, bir seyir aynası olarak kullanıp, kitabımda, ‘mümkün’ün pozitif tarafına işaret etmek istedim. Kitabım, vesilesiyle; okura, pozitif yöne dair bir umut, bir şevk verebilirsem yahut yol arkadaşı olabilirsem ne mutlu bana. Nitekim, Allah isterse her şey mümkün!

Bu kitap insanlara ne anlatıyor? Ne diyorsunuz insanlara? Neden yazdınız?
-Kitabı yazmamın sebepler toplamı şu: Bana yaradılışımla lütfedilen nitelikleri, en hayırlı şekilde kullanarak Allah’ın rızasını kazanma arzusu.

Biraz açar mısınız?
-Nasıl ki Hazreti Musa’nın (as) asası vardı, kalemin de benim asam olduğunu keşfettiğimde, -kendi açımdan- yazıp çizmenin hem kendimi tanımak hem insanlığa bir hizmette bulunabilmek için başat aracı olduğunu anladım. İlim, öğrenmek, hayatın güzelliklerini keşfetmek ve tabii aşk, kendimi bildim bileli öncelikli yönelimlerim oldu. Acısıyla, tatlısıyla yaşam da bana bunları cömertçe sundu. Bir noktada, artık kendime dönüklüğümü süblime ederek, ilerleyemeyeceğimi gördüm ve tüm yaşanmışlıklarımın zekatını verme gayretine girdim. Ve meğer hayatta yapılabilecek en latif, en güzel şey gönül yapmakmış! Bu kazan-kazan bir durum. Bu çabayla, yaşanmaya çalışılan bir ömrün verdiği lezzeti, bulaştırmak istiyorum esas olarak okura. Türlü konudaki içsel keşiflerin, deneyimlerin, değerlendirmelerin ve ilginç maceraların anlatısı yanında…

Bu kitap, bize dervişlik yolunu mu öğretiyor?
-Ben, bir “öğreten adam”dan ziyade “paylaşan adam” olmak isterim. Umarım bunu başarabiliyorumdur. Sohbetlerimde de aynı ilkeye sadık kalmaya çalışırım: “Teklif var, ısrar yok” ilkesi. Şöyle adlandırdığım bir teknikle hareket etmeye çalışıyorum: “Açık büfe” tekniği.

“Bir kitap okudum, derviş oldum…” mümkün mü?
-Kalpte o muhabbet doğmadan, bin kitap da okusan olmaz! Ya da hiç kitap okumazsın da bir ustanın dizi dibinde, hakikat aynasından yansıyan kendi kitabını okumaya başlar, derviş oluverirsin! Yoksa da sonuçta bir edebi eser ortaya konulan, ki kainatın baş tacıdır “edep”. Mutlaka payına düşen, kendine mal edebileceğin bir hoşluk olacaktır, şans verirsen..

Çok çarpıcı bir yaşam yolculuğunuz var. Gürcü/Sefarad Yahudisi bir ailede doğuyorsunuz ama bir “Sufi dervişi” oluyorsunuz…
-“Oldum” diyenin, olmadığını aşikar ettiği bir yol bu… Allah’ın istediği kadar olunuyor.. Sanırım esas mesele, nereden gelirsen gel, bir noktada yolculuğunun istikametini belirleyebilmek ve zamanla, o istikamet üzere seyretmeyi zevk edebilmek teslimiyetle… Teslim olunan ise Yaradan’dır ancak. İstenecek biricik mercii, anamızdan babamızdan dahi daha şefkatli, merhametli…

Peki ne kadar meşakkatli bir yolculuktu? Ne tür zorluklar yaşadınız?
-Zorluklar, direncimiz nispetinde. Yoksa Allah’ta zorluk yok! Bunu sezmeye başlamam, kendi ilahlığımın batıllığını fark etmemle oldu. Kırılması gereken ilk ve en büyük put buymuş! Yaşantıdaki zorluklar da aslında, sana bunu fark ettiriyor. Sana sınırlarını gösteriyor ve böylece Rabb’ine yönelmene vesile oluyorsa; “şer” görünenin “hayr”a dönüşünü deneyimliyor insan. “Şikayet” yerini, “şükr”e bırakmaya başlıyor. Ve gönlünü ısıtmaya başlayan bir genleşme, bir tatmin hissi eşlik eder oluyor hayata…

Sizin bir de ustanız var değil mi?
-Elbette. Tam da hazır olduğumda karşıma çıkan ustam-mürşidim var tabii ki. Şu an hayatta değil. Allah gani gani rahmet eylesin. Onunla karşılaşıp ve onun aynasından kendimi görmemle; neyin hakikaten mümkün olduğunu anlamak ve dolayısıyla o yönde nefs perdelerini kaldırarak ilerleme gayretine girmek üzere, yaşantımın o ana kadarki en önemli eşiğinde buldum kendimi. Tabii hemen akabinde, niyetimin, samimiyetimin ispatını soran onca sınav, yağmur gibi yağmaya başladı üzerime. Ama artık ne için gayret ettiğini ne için sabrettiğini bilmek, “inanmak” vardı zorlukları kolaylaştırıcı. Yazılarımın büyük bir bölümünde bu mücadelenin izlerini bulacak okurlar.

Hep bir arayış olmuş hayatınızda. Ülkeler, müzik, gizeme merak…
-Aradıklarım, hep “Hakiki Varlık”ın farklı farklı suretleri, tezahürleri olmuş. Ve aradıklarımla buluşmalarımda, hep kendi gölgem var üzerime düşen. Hep kendinliğe dair deneyimler değişik renklerde öykülenen. Bu farkındalık neticesinde bulduğum belki de en önemli şey, esas neyin aramaya değer olduğu ve bu arayışın nasıl yapılabileceği… Nihayet dikkatim, tüm bu çeşitlemelerin kaynağı olan o muazzam güce, Yaratıcı’ya yönelerek, görünenin derininde yatan “Güzellik Sahibi”ne akmaya başladı. Yol aldıkça, yakınlaştıkça, lezzet olarak kendine geri dönmede… Buluş, doğru istikametteki yolculuğun ta kendisi belki de!

İNSANDIR AYRIŞTIRMA YERİNE BİRLEŞTİRMEYİ SEÇMESİ GEREKEN

Ülkemizde inanç konusunda keskin bir ayrışma var. Oysa dinin, o ayrışmayı ortadan kaldırması gerekmez mi? Dinin vazifesi bu değil mi?
-Bıçağın, vazifesi kesmekse; bıçak, onu tutan el olmazsa ne yapacak? Yahut tutan el, cinayete yönelirse, suçu bıçakta mı aramak lazım? Ki bıçağı yapan sen. Onunla faydalı işler gör doğada, mutfakta, kah şifa vermek üzere ameliyatta diye yapmışken…

Vazife insanda yani…
-Elbette! İnsandır ayrıştırma yerine birleştirmeyi seçmesi gereken. Sorumludur yetkisi nispetinde. Din ise burada insanın hizmetinde bir araç, o da doğru anlaşılması gereken. Ama maalesef tespitlerinde doğruluk payı var: Ayrıştırma konusunda sınırları epey zorlamaktayız…

BEDENEN, YEDİKLERİMİZDEN ETKİLENDİĞİMİZ GİBİ; MANEN DE NEYLE BESLENİRSEK, ONA DÖNÜŞMEYE BAŞLIYORUZ

Üstelik dünya çapında gerçekleşiyor bu…
– Doğru, çünkü bedenen, yediklerimizden etkilendiğimiz gibi; manen de neyle beslenirsek, ona dönüşmeye başlıyoruz. Süfli hazları yücelten bir tüketim kültürünü besledikçe, nefsimiz azmanlaşıyor ve o da süfli bir oluşa meylediyor. Girdiğimiz sarmaldan acilen çıkmazsak, korkarım kendi sonumuzu getireceğiz. Bu noktada -tasavvufun da başat ilgi alanı- “Dinin Hakikati”, onu hakkıyla yaşayanlarla birlikte, bizi bu düşüşten çıkarma kabiliyetindeki bize verilmiş en kıymetli rehberliktir kanımca. Nitekim dinin ruhuna göre yaşayan birinden, bir kötülük gelemez ne insanlığa ne de kainata, bilakis… Buna karşın, biz dinin temsilcilerini, kendi nefsimize göre belirlemeye kalkarsak, sadece kendimizi kandırır, ruhumuzun özlem duyduğu kurtuluş menziline böyle asla varamayız. Gördüğüm o ki, kendi bindiği dalı kesmekte insan. Halbuki öylesi zengin bir kültürel mirasımız var ki emrimize amade. Ne yapalım ki, zorla güzellik olmaz… Dilerim Din Gününün Sahibi -halen aramızda var olan sadık kulları, aşıkları yüzü suyu hürmetine- bize merhametini, yardımlarını artırsın da “görelim” ve sevdiklerini sevelim, sevmediklerinden yüz çevirelim, güzelleşelim!

Tasavvuf, İslam’ın bir kolu mudur? Yoksa daha bütüncül bir bakış mı? Hepimizin anlayabileceği gibi anlatır mısınız?
-Tasavvuf üzerine ciltler yazılabilir ve yine de tam anlatmayı başaramamış olabiliriz. Çünkü bu, çok latif bir haldir dile gelmeyen ve ancak kalp ile hissedilen… Konuşabileceğimiz daha kaba olan felsefi boyutu olabilir. Kültürel kodları, tarihi, Yunus Emre, Mevlana, Ahmed Yesevi, Ahmed er-Rifai, Abdülkadir Geylani Hazretleri gibi tarih sahnesinde arz-ı endam etmiş pirleri, izdeşleri mevzu edilebilir. Edep erkanı, yaklaşımları tarif edilmeye çalışılabilir. Ancak tüm bunlar hayatında elma görmemiş, yememiş birine elmayı, elmayı yiyenleri, vb anlatmak gibidir. Yani yaşanası bir şeydir. İlla da denenecekse, en güzel şiir diline gelir, ki kalbe nüfuz etmelidir.


Tasavvuf, ilahi aşk kültürüdür. Kendinden başka sevecek birini bulmaktır. Leyla’dır, Mecnun’dur. Yana yana dönmektir. Leyla’dan Mevla’ya geçmektir. “O” sevdiği için kendini de sevmendir. İlerlemektir. Almaktansa vermektir. Hizmet etmekle himmet bulmaktır. Evrimdir…Tasavvuf, iyiyi dilemek, hayra yönelmektir. Vakti boşa harcamamaktır. Çalışkan olmaktır. Güzel ahlaktır. Edeptir. Haddi bilmektir… Tüm güzel sıfatların sende canlanmasıdır. Sabretmektir, tefekkürdür. Önceliklerin iyi kararlaştırılmasıdır…

Tasavvuf, bir çocuğun başını okşamak, yaşlı amcayı ziyaret etmek, bir çiçeği koparmaya kıyamamak, karda, fırtınada sevdiğini görmek için kilometrelerce yürümek, komşulara aşure dağıtmak, şarkı söylemek, sevişmek, barışmak, bayramlaşmak, kendin olmaktır. Servetindir, emanettir. Üç noktadır…

TASAVVUF’U, İSLAM İZLEĞİNDEN AYIRMAK, BİR BEBEĞİ ANNESİNDEN AYIRMAK GİBİDİR

Tasavvuf’u diğer mistik öğretilerden ayıran başlıca özellik, merkezinde yüzü, “Bir’ olan Yaradan ‘Allah’a(cc) dönük ‘İnsan”ın yer almasıdır. Bu bakımdan derinliği ve kapsayıcılığıyla tüm varoluştan feyiz almakla birlikte Tasavvuf’u “İlahî Dîn”in (İslam) izleğinden ayırmak, bir bebeği annesinden ayırmak gibidir.

Tasavvuf’un son yıllarda deyim yerindeyse “moda” olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanki nefesti, reikiydi, şifaydı… Şimdi de kişisel gelişimde bir de Tasavvuf çıkışlı ya da soslu kitaplar var. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
-Son yıllarda maneviyata olan ilginin arttığı bir gerçek. Ama postmodern toplumlar nezdinde bu gibi, “moda”lara malzeme edilen ekollerin, üstünkörü irdelenebilmesi, daha çok ilgili kavramların içinin boşaltılarak değersizleştirilmesine hizmet ediyor maalesef. Bu da nihayetinde insanı, olası dayanak noktalarından mahrum bırakarak, belli bir yöne doğru güder.

Nihilizm mi?
-Evet. Her türlü gerçek varlığı inkar eden aşırı bireycilik, hiççilik, yokçuluk! Bu gidişe ancak üzülürüm. Ama ondan önce bunun gerçekleşmemesi için elimden geleni yapmalıyım. Bunu yapmanın yolunu da “hakikat” gibi modası, kıyamet gelse de geçmeyecek bir dayanak noktası olan, binlerce yıllık kültüre sahip, dinin kalbi olarak gördüğüm Tasavvuf mirasımızın, günümüzde de canlılığını koruduğunu hatırlatmada buldum. Bu ulu ağacın meyve verdiği, defaten ispatlanmış, olgun meyvelerinin lezzeti bellidir. O bakımdan Tasavvuf’un moda akımlar içindeki ele alınışı ancak, bu ele alınıştaki üstünkörülük, yampirilik karşısında doğrusunu ortaya koyma fırsatı beni fevkalade çok ilgilendiriyor.

BULUŞ DOĞRU İSTİKAMETTEKİ YOLCULUĞUN TA KENDİSİ BELKİ DE

Tasavvuf, herkesin ulaşabileceği bir şey midir?
-Tabii ki, insanoğlunun ortak mirasıdır. Ve yaşamımızda bu öğretiyi yöntem olarak benimseyebilmenin önünde nefsimiz dışında bir engel yoktur. İlerlemek ise nefs terbiyesini gerektirir ve bu da cesareti, samimiyeti, muhabbeti, açıklığı, kararlılığı beraberinde getirir… “Buluş, doğru istikametteki yolculuğun ta kendisi belki de!” önermesini kabul ederseniz, ulaşma hırsından da geçer, böylece nasibinizce yolculuğu zevk edebilirsiniz.

İlle de derin manalar peşinde olan dervişler mi ulaşabilir yoksa sıradan insanlar da mutasavvıf olabilir mi?
-Hepimiz sıradan insanlarız. Ta ki mana sahibine yönelip O’nun hitabını duymaya ve hitaba uymaya başlayana kadar. Sonrasında ise ister derviş desinler ister mutasavvıf, ister hiç. Sahibinin ne dediği önemlidir artık!


Bilim ve inanç… Farklı yollardan aynı şeyi mi söylüyorlar yani?
-Eyvallah. Yaradan çeşidi sever! Hakikat birdir, ancak suretler değişebilir ha keza dile, getirilişler de. Görüşüme göre, söylenenin doğrusu “asıl”dır. “Hakikat”; söyleyiş yollarına da “usul” diyelim, o da “Marifet”… İnanç sahibi de, ilim sahibi de kendi marifeti oranında o aslı, yani hakikati ifade etmeye, ortaya koymaya çalışıyor anlayacağın!

Sizin, bir sosyal yardım ağına dönüşen bir oluşumunuz vardı: “Derviş Baba, Deliler, Abdallar, Meczuplar, Aşıklar Kahvehanesi”…
-Doğrudur, o kahvehanenin oluşumu, oradaki sürecimiz; kendi namıma, varlığımda gelip geçen bin bir renkte onca insana sunmaya çalıştığım Tasavvuf çizgisinde bir hizmet gayreti, yaşanan birbirinden öğretici olay, bunlardan çıkardığım dersler şüphesiz kişisel gelişimimde önemli rol oynadı. Orası bana da pek çok insana da- yapılan türlü yardımların, hizmetlerin manevi hazzını tattırmanın yanında- adeta bir dervişlik okulu oldu. Yazılarımda da bu sürece dair yaşanmışlıklara yer veriyorum zaten. Derken, Hürriyet Gazetesi’nde düzenli yazmaya başladığım köşe yazıları, kitap hazırlıkları, bunun yanında kahvede başlattığımız yardım hareketinin belirttiğin gibi bir sosyal yardım ağına dönüşmesinin gerektirdiği kurumsallaşma, artık bayrağı, oluşmuş bulunan gönüllü ekibine devretmeyi gerektirdi. Sonrasında ise kahvehane, her biri farklı bir kardeşimizin sorumluluğu altında üç ayrı oluşuma evrildi. Bunlardan “Deliler Kahvehanesi” eski ortağımın önderliğinde gönüllüleri eliyle yardım işlerini de üstlenmiş olarak kurumsal şekilde devam edegeldi. Bilgim olduğu kadarıyla da bugün aşeviyle, kadın ayrı erkek ayrı sığınma evleriyle, bilhassa evsizlere, yoksullara, bunun yanında öğrencilere yaptığı yardımlarla ve daha birçok sıra dışı girişimle, artık eski ortağımın da sorumluluğu devrettiği gönüllülerinin hizmetleriyle çizgisine devam ediyor. Velhasıl bizler gibi, mekanların da, kurumların da kendilerine has tekamül yolculukları oluyor. Umarım halisane niyetlerle tohumu atılan bu oluşum ruhu da kemalatını bulmuş olsun!

AİLEMİN HAKKINI VERMELİYİM. GÖRÜŞLERİMİZ, İNANÇLARIMIZ FARKLI OLSA DA BUNA SAYGI DUYUYORLAR

Sizin bir sufi olmanıza aileniz ne tepki gösterdi? Kızdılar mı? Şaşırdılar mı? ‘’Neden orijinal, aileden gelen inancını bıraktın’’ dediler mi?
-Aile mahrem bir alan. Tabii ki aile içinde çatışmalar olabilir. Bilhassa da evlatlar ve ebeveynler arasında, kuşaklar arasında. Önemli olan bunları iyi niyetle, açıklıkla ele alıp, anlayışa kavuşturma gayreti. O vakit olgunlaşma gerçekleşir. Bu bakımdan ailemin hakkını vermeliyim. Görüşlerimiz, inançlarımız farklı olsa da buna saygı duyuyorlar. Önemli konularda her zaman birbirimizin yanındayız, sevgi ve hoşgörü içre, el verdiğince..


Tebrik ederim, evlenmişsiniz…
-Evet. Son görüşmemizden bu yana, şükür evlenip kendi ailemi kurdum. Sevgili eşim, Fatıma’m, ta Amerika’dan ilk kitabımı okuyup buraya tanış olmaya gelmişti. Tanıştıktan kısa bir süre sonra da nişanlanıp evlenmeye karar verdik. Birlikte nice maceraların içinden geçtik, evsiz parasız kaldık, zorluklar yaşadık. Ve artık sevgiyi öğrenme ve onun gerektirdiği vefa, fedakarlık, hoşgörü, diğerkamlık gibi nitelikleri geliştirme yolculuğunda birbirimize yarenlik etme kararlılığımız meyvelerini vermede. Rabbim, tamamına erdirsin! Demek istediğim şu ki -kitabımda “düğmeler” başlığında bu konu geçer- her insan bir evrendir, evrenlerin birlikte bir ahenk oluşturması müthiş bir gayret gerektirir, bu da ancak sevgiyle gerçekleşebilir. Bir başka deyişle, ilişkiler sevgi okullarıdır. İnsanlar; olası çatışmaların enerjisini, samimiyetle doğruyu bulmaya kullanırlarsa, bu onları dönüştürür, geliştirir. Ve sevgi okulunun bahçesi gitgide çiçeklenir. Bir de bakarsınız “aşk mezhebi müritleri” meğer koca bir ailedir.

Filistin’de yaşanan olaylara ne diyorsunuz?
-İnsanlığın kanayan bir yarası… Kudüs, kutsalımız, Jerusalem, selam şehri… Kâbe kalb-i selim’in temsilcisiyse, fakire göre burası da akl-ı selim’in arzdaki remzi. Buradaki kargaşa ise, zihnimizdeki kargaşanın resmi! Selam İslam’ın aslı olduğuna göre, burası aslında İslam’ın şehri. Ceddimiz Osmanlı’nın yüzyıllarca ortak değer olan “İbrahim Halilullah” şemsiyesi altında barış içinde idare ettiği bu şehirde, bu değerlere düşman olanlar dengeleri bozalı beri kesintisiz bir huzur yok. Bir yandan Allah’ın tüm peygamberleri eliyle tebliğ ettiği O’nun tek dini İslam’ın gerçek temsilcisi olduğunu iddia eden tarafların birbirine düşürülmesi, öte yandan bu değerlerle meşrulaştırılmaya çalışılan kavmiyetçi siyasetlerin çatıştırılması, bunların ardında ise kanımca artık “İbrahim Halilullah”ı da bir değer kabul etmeyen materyalizmin bayraktarları… Burası adeta insanlık savaşının düğüm noktası. Çözebilene aşk olsun! Bu noktada, Hakk rızası için can veren herkes şehit, zarar gören herkes de gazidir. Fakir de ancak dua ile niyaz ile -elden gelen ancak bu-, tüm kalbimle onların yanında, yaşanan zulme ortak olan herkesin de kalpten buğz ederek karşısındayım. Başta da halihazırdaki Siyonist İsrail Hükümeti’nin korku ve kibir temelli zorbaca uygulamalarının… Dilerim, tarih boyunca orada Allah’ı zikir ve tesbih eden tüm peygamberleri hatırına, Rabbim sekinetini indirsin tekrar da insanlığa akl-ı selim geri gelsin! İnşaallah…

Yorum Bırak