Sadece insan insana şifa verebilir

Nermin Yıldırım’ın yeni romanı ‘Misafir’i de seveceksiniz…
BAYILIYORUM bu kadına: Nermin Yıldırım. Kişiliği de kalemi de fiziği de… Her şeyi güzel. Hem iyi kalpli, hem şahane gözlemci. Ben bazen edebiyat derdi, iddiası ve birikimi olmayan yazarları da paylaşıyorum bu köşede. Ama Nermin öyle değil. O harbi edebiyat yapıyor, damardan edebiyat. Ve müthiş bir Türkçesi var. Göreceksiniz, ismi daha çooook büyüyecek…
Yeni romanı çıktı: ‘Misafir’. Bir tımarhanede geçiyor. Okuyun derim. Bir önceki romanı ‘Dokunmadan’ı da okuyun derim, hatta ondan önceki ‘Unutma Beni Apartmanı’nı da. Pişman olmazsınız, hatta sizi böyle sıkı bir romancıyla tanıştırdığım için bana teşekkür bile edersiniz…

Mutluluk gibi mutsuzluk da bulaşıcıdır

– Vayyyy, şimdi bir de “Misafir” çıkarttın başımıza! Yine muhteşem bir roman! Sihirli dilini, sürprizli kurgunu ve güçlü hikâyeciliğini yine konuşturmuşsun… Vınnnnn diye akıp giden, zamanı unutturan ve bize bizi anlatan bir roman daha… “Misafir” en iyi romanın mı?
Her romanımı en iyisi olsun hevesiyle yazıyorum. Umarım öyledir!

– Hangi duyguyla yazdın bu romanı?
Ben romanlarını bir derde binaen yazanlardanım. “Dokunmadan”, nasıl çevremizde olup bitenlere müdahale edememenin, insanların yarasına merhem olamamanın suçluluğuyla yazıldıysa, bu da onun sonraki adımı gibi düşünülebilir. O insanlar acı çekmeye başlayınca ne oldu?

– Ne oldu gerçekten?
Biz de acı çekmeye başladık! Çünkü mutluluk gibi mutsuzluk da bulaşıcıdır. Ve acıdan delirebilir insan! Sadece tek tek bireyler değil, toplumlar da… “Misafir”i bizi çıldırtan, bunca kalabalığın içinde yalnızlaştıran şeyi anlama arzusuyla yazdım. Ağrıyan yeri bulursak uygun merhemi hazırlayabiliriz belki diye…

BU DÜNYADA HEPİMİZ MİSAFİRİZ, BİZİMMİŞ GİBİ DAVRANMA CÜRETİNİ GÖSTERSEK DE…

– “Misafir” kim?
Hepimiziz! Bu dünyada hepimiz misafiriz. Bizimmiş gibi davranma cüretini göstersek de dünya bizim değil. Ağaçların, dağların, nehirlerin belki; ama bizim değil. Misafirliğimiz kısacık aslında. Bizden öncekiler gibi şöyle bir uğrayıp vademizi doldurunca da gidiyoruz. Faniyiz yani, minicik adımlarla gelip geçiyoruz.

– “Ev” neresi?
Ev de bu koca âlem işte. Ya da belki ülke. İçinde yaşadığımız yer yani. Romandaki “ev” ise garip kurallarla yönetilen tuhaf bir akıl hastanesi. Hastalara “misafir”, hemşirelere “abla”, başhekime “baba” denen garip bir kurum.

– Romanın bir tımarhanede geçmesinin özel bir sebebi var mı?
Olmaz mı? Hepimiz sık sık herkesin delirdiğinden, dünyanın tımarhaneye döndüğünden bahsetmiyor muyuz? Böyle hissetmiyor muyuz? Romanda “ev”in içini de dışını da görüyoruz. Ve yaşadığımız devirde içeridekiler mi yoksa dışarıdakiler mi daha çok aklını kaçırmış durumda, bundan pek emin olamıyoruz…

BAŞIMIZI YASLAYABİLECEĞİMİZ BİR OMUZ ANTİDEPRESANDAN DAHA ETKİLİ

– Romanda ayrıca insanın insana şifa verebileceği konusunu işliyorsun. İnsan insana gerçekten şifa verebilir mi?
Elbette! Belki de insana sadece insan şifa verebilir. Çünkü insanı delirten de insan aslında. Üzen, kıran, kendinden, hayattan soğutan… Terapistlerin sık sık danışanlarının yakınlarıyla görüşmek istemesi boşuna değil. Yani, derdimiz de devamız da aynı: İnsan. Bu yüzden tam da çürümeye başladığımız yerden iyileşeceğiz. Başımızı yaslamamız için uzatılmış bir omuz, yahut omzumuza dokunan şefkatli bir el, bir eczane dolusu antidepresandan daha kuvvetli olabilir bazen. Kalın yorganların altında daha huzurlu uyumamızın sebebi birinin bize sarıldığı yanılsaması yaşamamızmış, biliyor musun? Biri bize sarıldığında dünya bir süre için huzurlu ve güvenli bir yere dönüşüveriyor. Bu böyle…

AKLIMIZA FESAT DİLİMİZE ZEHİR BULAŞTI!

– Biz topluca delirdik mi?
Evet, teker teker delirmekten vazgeçip sonunda elbirliğiyle aklımızı kaçırdık. Eskiden dünyanın koca bir yetimhane olduğuna inanıyordum, artık koca bir tımarhane olduğunu düşünüyorum.

– Peki, nasıl bu hale geldik?
Elbette zaman içinde. Hiçbir şey dünden bugüne değişmiyor. Zaten dün dediğimiz o kadar uzun bir zaman dilimi ki… Ama özellikle son yıllarda çok travmatik şeyler yaşadık.

– Bir taraftan da en korkunç olanı, sanki her şey normalmiş gibi yaşıyoruz… Bu da “anormal” değil mi? Çünkü hiçbir şey “normal” değil…
Her şeyin anormalleşmesi son derece normalleşti! Olan bitene rağmen günlük hayatımıza devam etmeye çalıştık. Hayat devam ediyor dedik, öyle de yapmalıydık. Sonra hayat devam etti sahiden de, ama artık o bildiğimiz eski hayata benzemiyordu. Ruhlarımız sakatlanmıştı. Mesela artık hiç de iyimser, hoşgörülü ve merhametli değildik. Kötücülleştik. Aklımıza fesat, dilimize zehir bulaştı. Birbirimizin mutluluğuyla mutlu olmayı unuttuk, aksine başkasının mutsuzluğundan medet ummaya başladık. Rayımızdan çıktık. Birbirimize sığınmak yerine, didişerek, birbirimizi her fırsatta yaralamaya çalışarak her şeyin daha feci olmasına izin verdik. Sonuç bu oldu. Kimse kazanmadı, hep beraber kaybettik. Çünkü savaşların kazananı olmaz.

YARINA İNANIYORUM, GÜZEL GÜNLERE İNANIYORUM

– Kahramanlardan biri geçmişten, biri gelecekten konuşuyor… Biri her şeyi hatırlıyor, biri her şeyi unutmuş… Sen geçmişe nasıl bakıyorsun, geleceği nasıl değerlendiriyorsun? Bizi nasıl bir gelecek bekliyor?
Geçmiş çok kandırmacalı bir yer Ayşe. Maziyi hep bir parça tebessümle anmaz mıyız? Başına gelmiş en kötü şeyleri bile üstünden yeteri kadar zaman geçince sevimli, eğlenceli maceralarmış gibi tebessümle hatırlamaz mısın sen mesela? Ben öyle yaparım. Aslında geçmişi çoğu zaman hatırlamak istediğimiz haliyle baştan inşa ederiz. Bugünden memnun olmayanların sığınağıdır nostalji. O yüzden geçmiş hep olduğundan daha iyi hatırlanacak. Gelecekse her zaman tedirgin edici. Hele de bunun için yeterince sebebiniz varsa. Ama ben umudun dilini seviyorum. Söyleyecek iyi, umutlu bir cümlem yoksa susmayı tercih ediyorum. Hayat zaten yeterince zor. Bir de bizim birbirimizi daha fazla aşağı çekmeye hakkımız yok. Velhasıl, yarına inanıyorum. İnsanlara inanıyorum. Güzel günlere inanıyorum. Her şeye rağmen inanıyorum.

HAMİŞ: Bu röportaj yarın da devam edecek…

Yorum Bırak