Nermin Bezmen’den Alzheimer’ın ve Alzheimer’lı bir aşkın romanı: UNUTKAN AŞK

Veeee huzurlarınızda Nermin Bezmen….

Yeni romanı “Unutkan Aşk”ta yine çok sıkı bir aşk hikayesi anlatıyor. 20 yıldır evli Maya ve Atlas’ın aşk dolu evliliği, Maya’ya Alzheimer teşhisi konmasıyla allak bullak oluyor. Bezmen, günümüzde hayli yaygın olan bu hastalığı, bir aşk hikayesi üzerinden anlatıyor. Ne olduğunu bilsek de hakkında çok fazla fikir sahibi olmadığımız Alzheimer’ın en başından sonuna dek, aşama aşama ilerleyişine tanık oluyoruz.

8 ay araştırma yapmış, bu romanı yazabilmek için Bezmen. Hem çağımızın belası Alzheimer’ı anlatıyor hem de Alzheimer’lı bir aşkı anlatıyor. Ve “Akıl unutur, kalp unutmaz!” diyor…

Kendi annesi de Alzheimer’a yakalanmış Bezmen’in. Eski eşi Pamir Bezmen de beynine pıhtı attığı için zaman içinde demans sebebiyle, zihinsel melekelerinin bir kısmını kaybetmiş. Canından çok sevdiği bu iki insana da kendi bakmış. Bir gün aklında hep böyle bir roman yazmak varmış. Bugünlere denk gelmiş.

Aynı zamanda bilgi de veren çok çarpıcı bir roman. Eskiden 70’li yaşlarda rastlanırken Alzheimer, artık 60’lı yaşlara inmiş. Güzel, faydalı ve insanı düşündüren bir roman. İnsanın delicesine sevdiğin birinin yüzünü bile unutacak noktaya gelmesi korkunç bir şey olsa gerek. Finali de çarpıcı. Tebrik ediyorum Nermin Bezmen’i, denk gelirse mutlaka okuyun diyorum.

Yeni kitabınızı çok çok tebrik ederim. Yine aşk üzerine… Yine su gibi okunuyor… Ve insan pek çok şey öğreniyor… Ama bu kez konu biraz farklı. Nereden düştü aklınıza Alzheimer’ı yazmak, Alzheimer’lı bir Aşkı anlatmak…
-Epeydir aklımda olan bir şey. Kendi hayat anlayışım gereği, Alzheimer gibi acı ve ölümcül bir hastalığı, kendi dehşetinden kaçırıp, içine aşkla bir merhem sürerek sadece bir endişe romanı olmaktan çıkardım. Çünkü Alzheimer, hayatı sonlandırırken, aşk hayatı çoğaltan olgu. Biri, beyni yiyip bitirirken, diğeri yüreği devleştiriyor. Biri, ölmeden defalarca öldürürken, diğeri insana hayat katıyor. Arzum, bu iki organın iki tezat halini karşılaştırmak, buluşturmak ve sorgulamaktı. “Alzheimer, beyni ele geçirirken, aşkı sahiplenen yürek, nereye kadar mücadele edebilir?” sorusunu sordum hep yazarken.

BU ROMANI YAZMAK EPEYDİR AKLIMDAYDI ANNEMİ DE ALZHEIMER’DAN KAYBETTİM

Nasıl oluyor da konuya bu kadar hakimsiniz? Yakınınızda birileri Alzheimer mı yaşadı?
-Evet. Anneciğimi Alzheimer’dan kaybettik. Çok güçlü, müdanasız, hayat dolu, esprili, zarif ve enerjik bir kadındı. Resimle, müzikle, sporla yaşar, sanat olaylarını takip ederdi. Çevresi tarafından sevilir, sayılır, hayranlık duyulurdu. 87 yaşına kadar, yanına yardımcı almasına iknâ edemedik. Alışverişini yapar, apartmanının dört katını yürüyerek çıkar, merdiven tepesinde jaluzilerini tamir ederdi. Torunlarıyla rap yapıp, yerlerde topaç olduğunda 85 yaşındaydı. Sevgi dolu ve anlayışlıydı. Sonra bir gün, o hiç ona ait olmayan sert, kırıcı ses tonlamalarıyla konuşmaları başladı. Ardından içine kapandı, bedbinleşti, sebebini izah edemediği alınganlıkları ortaya çıktı, komşularıyla küsüşmeye başladı. Unutkanlığı farklı boyutlara geçiyordu. Hiç tarzı olmadığı halde, belli konularda mantıklı olmayan inatçı tutturmaları, direnmeleri, aksi söylenince kızgınlıkları baş gösterdi. Bin dereden su getirip, yanımıza taşınmaya ikna ettiğimizde, içimiz rahat etmişti. Ama bu, daha yaşayacağımız o çok acı süreci maalesef ertelemedi…

Annenizin Alzheimer sürecini ne kadar acılıydı?
-Yardım istemekten ziyade yardıma koşan, yaratıcı ve pratik zekâsı olan, o kadar dolu dolu ve güçlü bir kadındı ki; onun zihinsel, ruhsal ve bedensel olarak çöküşünü, acze düşüşünü izlemek çok acıydı. Yanında son derece kuvvetli durmama rağmen, odasından çıktığımda, hüngür hüngür ağladığım çok olmuştur. İşin kötüsü de ilk başlarda, o aciziyetinin, artık yardımsız yaşayamayacağının, kendisi de farkındaydı ve bu ona çok ağır geliyor, utanıyor, kalbi kırılıyordu ihtiyaç içinde yaşıyor olmaktan. Ama yine de arada bir neşelenir, kendi haliyle alay eder, hepimizi de güldürürdü. Sanırım, bu onun, Alzheimer’a meydan okuma şekliydi. Birkaç kez kendi başına bir şeyler yapmak istediğinde kazalar geçirdi. Ama hep direndi. Sonra doktor kontrolünde daha sakin yaşadığı bir evreye girdik. Sakin ama çöküşün hiç duraksamadığı evre! Ne var ki; kalan zamanın çok kısıtlı olduğunu biliyorduk. Karşılıklı sızlanıp, kahırlanmak yerine; onun beynini, faal tutmaya, bizimle hayatı paylaşmasına özen gösterdim. Bedeni izin verdiği ölçüde tabii. En çok çocukluğundan, babasından konuşmayı severdi. Ben de o hikâyeleri artık onun kadar iyi bildiğimden, tekrar tekrar anlattırırdım. Artık nerede yaşadığını bilmediği bir zaman geldi, babasından öğrendiği Rusça’yı, Almanca şarkıları ezbere söylemeye başladı. Yeniden çocukluğuna dönmüştü. Sonra bir gün geldi, o anılar da öldü. Ve annem sessizliğe gömüldü… Artık Alzheimer’a tamamen teslim olmuştu.

BAŞLANGIÇTA HASTA İÇİN DAHA FECİ… DERKEN HASTA YAKINI İÇİN ZORLUKLAR BAŞLIYOR

İnsanın bu kadar çok sevdiği birinin, günden güne erimesi, anılarını, kelimelerini, her şeyini kaybetmesi, sıfırlaması, hiçbir şeyi hatırlayamaması ne kadar ıstırap verici?
-Feci! Başlangıçta hasta için daha feci. Hele hele, güçlü, üretken, bir insan ise, zihninden eksilmekte olanların, bedeninin artık kendisine itaat etmemesinin farkındalığı daha vurucu oluyor. Alzheimer’ın hangi gün, hangi saatte, hangi aksaklıkla ilerlemeye devam edeceği belli değil. Hastanın düşüncelerinin, inandıklarının, kendi gerçeğinin realiteden ne zaman ne boyutta koptuğunu anlaması da zorlaşıyor kısa bir müddet sonra. Çünkü kıyaslama yapacak ya da bir evre önce düşündüklerini hatırlayacak bir zihinsel yetisi kalmıyor. Derken hasta yakını için zorluklar başlıyor. Hastasının zihninde her gün, her an değişmekte olan farklı gerçekleri algılayıp, onlara uyum göstermekle, kendi gerçek bildiği yaşamı arasında parçalanmaya başlıyor. İstediği kadar sevsin, yakınının Alzheimer’lının kafasındaki anlaması mümkün değil. Çünkü sabit bir dünya değil Alzheimer dünyası. Beyindeki değişikliklerle beraber, hasta sadece bedensel değil, büyük ölçüde ruhsal değişimler, iniş çıkışlar-çöküşler yaşıyor. Hasta, Alzheimer’a tamamen teslim olduktan sonra ise seven yakınının/yakınlarının tek başına kaldığı acılı bir dönem başlıyor.

Akıl gelip gidiyor mu? Bir ara perde açılıyor, hatırlıyorlar… Ve sonra hemen kapanıyor mu?
-Süreci ve kesin neticesi itibariyle tipik özellikler gösterse de, her kişide, hastalığın gidişatını, hastanın kendi bünyesi, karakteri, yaşam ve bakım koşulları belirliyor. Çok başlarda, hasta, unutkanlıklarının farkına varıyor. Ama unuttuğunun ne olduğunu değil de sadece unuttuğu bir şey olduğunu hatırlamak gibi. Bu, hasta için çok zorlayıcı ve sıkıntılı bir dönem. Çünkü farkındalık endişe getiriyor. Alzheimer’da, unutkanlık, en yakın zaman dilimlerinden başlıyor. Sonra geçmişe doğru ilerliyor. Arada, hastanın kendisini içinde bildiği, gerçeği o olduğuna inandığı zaman dilimi ne ise, oradan bir şeyler su üzerine çıkabiliyor ya da tamamen hayâl mahsulü de olabiliyor.

Annenizle yaşadığınız bu üç yıl, size en çok ne öğretti?
-Çok şey! Sabrıma sabır katmayı, empati yeteneğimi yükseltmeyi… Sevgisi, şefkati ve disipliniyle büyüdüğüm güçlü bir anneye, annelik yapabileceğimi öğrendim. Bir de bu Alzheimer illetiyle mücadele ederken, annemin hepimizi bir arada sevgiyle tutmuş olmasının önemini bir kez daha fark ettim.

İLK BELİRTİLERLE TEŞHİS KONULDUĞUNDA ALZHEİMER 10, HATTA 20 SENE ÖNCE BEYİNDE BAŞLAMIŞ OLUYOR

Ne zaman başlamış oluyor bu hastalık?
-İlk belirtilerle teşhis konulduğunda, Alzheimer bir 10, hatta 20 sene önce beyinde başlamış oluyor. “Neden böyle oluyor bana?”, “Neler oluyor bana?” “Kırdım mı kalbini yine bilmeden?” gibi sorularla karşılaşıyorsunuz. Gerisi, hastanın gücü ve yakınlarının ne kadar kuvvetli durduğuyla bağlantılı. Sonucun kesin ölüm olduğu bir teşhis, büyük bir trajedi. Kalan süreci bu trajediye isyanla, inkarla, dövünerek de geçirebilirsiniz. Süratle avucunuzdan kayacağını bildiğiniz bir hayat dilimini, en huzurlu, en kaliteli, en sevgi dolu nasıl geçirmesini sağlarım diye plân da yapabilirsiniz

Anneniz, sizi hırsızlıkla da suçlamış. Doğru mu? Bunlar insana neler hissettiriyor?
-Evet. O hadise zaten ilk kez, “Ne oldu anneme? Aklına ne girdi böyle?” diye sorgulattıran olaydı. Daha önce de birkaç, önemsiz sayılabilecek sinirli, kızgın ifadeleri olmuştu ama yabancılarla ilgili olduğundan tartamamıştım. Her zamanki hatır sorma telefonlarımızdan biri diye açtığım bir görüşmemizde, evini sattığım için suçlamalarda bulunmaya başladı! Bunun gerçek olmadığını anlatmaya çalıştım ama ne desem aksi tesir yapıyordu. İki gün gözyaşları içinde perişan geçirdim. Ama sonra o söylediklerini unuttu. Benim için önemli olan; sonradan unutsa da o on dakika içinde benim hakkımda öyle düşünüyor olmasıydı. Benimle ilgili yaşamış olduğu hayal kırgınlığını ve çektiği acıyı düşünmek beni çok hırpaladı.

Nasıl başa çıktınız o süreçle? Ne tür yardımlar aldınız?
-Hep okudum, araştırdım ve annemin kişisel ruh halini, değişikliklerini çok yakından izleyip onu anlamaya çalıştım. Onun nasıl kaybolduğunu, nasıl boşlukta, sisler içinde yaşadığını görebiliyordum. Önceleri hep ailemizden, bizlerden, geçmişimizden, sevdiği dostlardan, mekânlardan konular açarak, ilgisini ve hafızasını canlı tutmak için çabaladım. Bir müddet bu konulara katıldı. Sonra yavaş yavaş, kelime haznesi zayıfladı, derken konuşma yeteneği çöküşe geçti ve sonunda her şeye ilgisini kaybetti. Aslında ilgisini değil, bağlantısını kaybetti demeliyim. Ondan sonra da anlatamadıklarını hissetmek, söyleyemediklerini duymak üzere izledim onu. Notlar aldım. Onu kendi gerçeklerime çekmeye uğraşmak yerine; ben, onun yarattığı dünyalara geçişler yapmaya, onunla beraber o yolculukları yaşamaya çalıştım. Hep konuştum. Sakin, yumuşak bir sesle, hep anlattım, anlattım, anlattım…

O, artık sizin tanıdığınız kadın değildi… Kimdi peki? O sizin bildiğiniz eski anneniz nereye gidiyor? Yeni gelen kim?
-Ayşe’ciğim, biliyor musun, Alzheimer’da sevdiğin insandan sana en son gözler kalıyor… En son gözler terk ediyor seni. Artık bildiğim annem olmaktan uzaklaşıyordu, farkındaydım. Başka bir dünyaya geçiş yapmıştı. Ama hatırlamadığı bir şeyleri hâlâ arıyor, özlüyor gibiydi. Bizler sarıldığımız, öptüğümüz zaman, aramızdaki sevginin duyguları canlanıyor olmalıydı. Tek tek, kim olduğumuzu çıkaramasa bile, bizlerle duygu zenginliği bağı kuruyordu. Mutlu bakışlarından, tebessümünden görülüyordu bu. Yanında oturup elini avuçlarıma alıp onunla konuştuğumda, konuşamasa bile, elimi gücü yettiğince sıkar, gözlerimin içine sevgiyle bakardı. Orada bir yerlerde hâlâ benim annem vardı. O anda, beynine lâf geçirebilse, bana sımsıkı sarılıp, sıcacık öpmek istediğini hissederdim. Sonra bir gün, eli avucumun içinde pelte gibi durmaya başladı… Gözleri hâlâ sevgi dolu bakıyordu ama. Sonra bir gün bakışları da dondu. Gözlerinde benim için hiçbir duygu kalmamıştı… O gün annemi artık kaybettiğimi anladım. Giden annemi biliyorum. Ama yeni geleni hiç tanıyamadım. Sadece anlamaya çalıştım, huzur vermeye çalıştım. Sevmeye, hem de çocuğum gibi sevmeye devam ettim ama tanıyamadım.

Günden güne artıyor sanki Alzheimer ve bunama… Yeni çağın belası gibi… Tıp sayesinde daha uzun yaşıyoruz… Tabii bunlar da beraberinde geliyor… Siz, bu kitapta bize ne anlatıyorsunuz? Ne diyorsunuz?
-Alzheimer, “Demans” şemsiyesi altındaki beyin rahatsızlıklardan birisi ve en acımasızı. Ölüm kaçınılmaz. Süreç çok trajik. Ve maalesef, gerektiği kadar farkındalık yok Alzheimer’la ilgili. Şu an dünyada 47 milyon Alzheimer’lı var. 2050’de bu sayı 135 milyon olacak. Türkiye’de ise şu an 400 bin olan sayının, 2030’da iki, 2050’de üç misline çıkacağı tahmin ediliyor. Alzheimer’lıların yüzde 58’i gelişmiş ülkelerde. Irk, cinsiyet, kültür, sosyal statü, beslenme ve yaşam tarzı gibi ince detaylara hiç bakmayan bir hastalık. Evet, entelektüel zeka, sağlıklı bir yaşam şekli ve toksinlerden uzak bir beslenme, yakalanma riskini azaltıyor olabilir ama kesin engel olması söz konusu değil. Hastanın kendisi de yakınları için de bilinmezlerle dolu bir hastalık. Süreyi uzatmak, iyileştirmek de mümkün değil.

“UNUTKAN AŞK”I, ALZHEIMER TEŞHİSİ KONULDUKTAN SONRA HEM HASTANIN HEM SEVENLERİNİN SORACAĞI SORULARI, ARAYACAĞI CEVAPLARI İRDELEYEREK YAZDIM

Bu zor sürecin, hastayı ve yakınlarını en az hırpalayacak şekilde nasıl geçirilebileceğine, kalan zamanın en anlamlı nasıl değerlendirileceğine dair çareler aradım. Hasta olan biz isek, henüz Alzheimer bizi tam ele geçirmeden önce neler planlamamız, ailemizi nasıl yönlendirmemiz gerektiğini, şayet hasta yakını isek, hele hele bakıcılığını üstlenen seveni isek, onun dünyasını anlamak için neler yapmamızın şart olduğunu, ona nasıl yaklaşıp, değişimlerini nasıl idare edeceğimizi irdeledim. Derin bir aşk hikayesi etrafında sade bir yol gösterici olsun istedim. Ruhsal, zihinsel ve kalbi anlamda. Umarım başarabilmişimdir.

HER GÜN, HATTA GÜNÜN HER SAATİ İÇİNDE TEKRAR TEKRAR AŞIK OLABİLİYOR ALZHEIMER’LI

Hangisi daha ağır basar: Alzheimer mı? Aşk mı?
-Hasta, er-geç Alzheimer’a yenik düşüyor. Bu kaçınılmaz! Ama bu, duyguları yok oluyor anlamına gelmiyor. Sadece bir önceki duygu halini ve sebebini hatırlamıyor. Dolayısıyla her gün, hatta günün her saati içinde tekrar tekrar aşık olabiliyor Alzheimer’lı. Bu, kişinin duygusal yoğunluğuyla bağlantılı.

ESKİ EŞİM PAMİR’İN DE BEYNİNE PIHTI ATTI ! HIZLI BİR DEMANS SÜRECİNE GİRDİ! SÜREÇ AYNI DERECEDE ACI VE ZORDU! BEN HAYATI, İKİMİZ ADINA SIRTLADIM, RUHSAL VE FİZİKSEL OLARAK…

Siz, eski eşiniz Pamir Bezmen’le de benzer bir süreç yaşadınız. Pamir Bey’in beynine pıhtı attıktan sonra, bir tür demans yaşadı. Ufak ufak unutmaya başladı. Alzheimer değildi, ama bazı zihinsel melekeleri gitti… Ona ne kadar süre baktınız? Onunla da annenizle olduğu kadar zorlandınız mı?
-Evet, Pamir’ciğim, o pıhtıdan sonra, hızlı bir demans sürecine girmişti. Semptomlar, Alzheimer’dan farklıydı ama süreç aynı derecede acı ve zordu. İki sene boyunca, dalgalar halinde gelen ve her seferinde onu biraz daha aşağıya çeken agresyon ataklarının arasında, hayatındaki aksaklığı irdelediği farkındalık hali sonuna kadar devam etti. “Bana neler oluyor?” sorusunu sık sık dile getirirdi. Arada öyle bir gün olurdu ki; eski Pamir geri gelirdi. Konuşması ağırlaşmış ve kelimeleri bulmakta zorlanıyor da olsa entelektüel zekâsı ve birikimiyle gayet güzel kamufle ettiği, hoş sohbet konuşmalar yapardı. Tam “Artık kurtarıyoruz galiba!” derken, yine o sakin, içine kapanık, kuşkulu, endişeli, kelimesiz dünyasına çekilir, hırçınlaşır ve hiddetlenirdi. Onun hastalığının gidişatının tablosu, anneminkinden farklıydı fakat aynı derecede zordu. Anlaşılamamak kaygısı, fikri sabitler, paranoya demans’ın da parçası. Israrlı takıntıları, sebepsiz, neye olduğu belli olmayan hiddetleri karşısında sakinleştirmeye çalıştım hep. Ona inandığımı, anladığımı ve yardımcı olacağımı söyledim. Kendisini yalnız, çaresiz, anlaşılmaz hissetmemesi için çok hassas ve nazik, büyük bir şefkatle yaklaştım. Hayatı, ikimiz adına öyle sırtladım, ruhsal ve fiziksel olarak.

AMA BU YORGUNLUKLARIN HİÇBİRİNİ HATIRLAMIYORUM ŞİMDİ… ÇOK GÖNÜLLÜ BAKTIM, PAMİR’CİĞİME… ANNECİĞİME DE…

Daha doğrusu, zihnimde yer bırakan, benim yaşadığım zorluklar değil. Hâlâ daha en çok, o iki güçlü, hayat dolu insanın, nasıl beyinlerindeki bir oyuna kurban gittiklerinin acısı, beni hatırladıkça yoran… Çok gönüllü baktım hem Pamir’ciğime hem de anneciğime. Hiç gocunmadım… İkisinin de son nefesine kadar yanlarındaydım, elleri avuçlarımdaydı. Beni, sevgimi hep hissettiler. Vicdanım çok rahat ve huzurlu.

BENİM “KEŞKE”LERİM, GELECEĞE DÖNÜK “ACABA”LARIM, ENDİŞELERİM OLMAZ HİÇ. HAYATIN BANA VERDİĞİ KADARINI BEN DE İÇİNE VEREBİLECEĞİMİN EN FAZLASINI KATARAK, DOYA DOYA YAŞAMAYA BAKARIM…

Çok güçlü bir kadınsınız, bu yaşadıklarınız da sizi güçlendirmiştir… Yanılıyor muyum?
-Beni güçlendirmeyen bir şey oldu mu hayatımda acaba? Sanmıyorum. Her yaşadığımdan bir pozitif taraf, bir güç, bir öğreti çıkarmaya bakıyorum. Hele ki trajik olaylardan. Başka türlü bir sonraki güçlüğe hazır olamaz insan.

Peki şimdi -siz her daim gençsiniz, müthişsiniz, fit ve güzelsiniz ama tabii ki yaş da alıyorsunuz- “Ya benzer şeyler benim de başıma gelirse?” diye düşünüyor musunuz?
-Benim yaş mevhumuyla bir ilgim hiç olmadı. Zaman kavramını farklı algılıyorum sanırım. O, duran bir bulut, ben içinden geçiyorum gibi yaşıyorum zamanı. Kendimle ilgili geçmişe dönük, “Keşke”lerim, geleceğe dönük “Acaba”larım, endişelerim olmaz hiç. Hayatın bana verdiği kadarını ben de içine verebileceğim en fazlasını katarak, doya doya yaşamaya bakarım. Hatırlarsın seninle bir röportajımızda, “Acımın tadını çıkarıyorum!” demiştim. Bu anlaşılmaz gelebilir ama benim yaşam felsefem bu. Bana ait olan her an benimdir ve benim olduğu için de sahiplenirim. Kavgasını da veririm ama varlığını reddetmem. Acıları, hüzünleri, kederleri, yoklukları, yoksunlukları unutarak, tedavi yoluna gitmem. Tam aksine sahiplenip, uzlaşıp ardıma atar, yoluma devam ederim. Yol gittiği kadar… Unutkan Aşk’ı yazarken de Maya’nın yerine geçtim, Maya oldum ve “Benim başıma gelseydi” diyerek sorgulayıp, Maya’yı öyle yönlendirdim.

BAŞIMA GELMEDEN KORKULARLA YAŞAMAM

Hayatta en korktuğunuz şey bu mu? Bir edebiyatçı, bir yazar olarak düşünme melekelerinizin gitmesi, kelimelerinizin, anılarınızın uçup yok olması mı?
-Başıma gelmeden korkularla yaşamam! Endişelerim olabiliyor bazen. Unutkan Aşk’ı yazarken, kahramanımı özellikle bir yazar kadın olarak seçtim. Çünkü, böylesine sinsi, hain ve kesin ölümle neticelenen bir hastalığın, teşhisinden itibaren hastanın isyanlarını, med-cezirdeki duygularını, isteklerini, beklentilerini, neler planlayacağını ve bu süreci nasıl yaşamayı seçeceğini ancak kendimden yola çıkarak bu kadar samimi anlatabilirdim. İşi kelimelerle, duygularla olan bir kadının, beynini yitirmesini yine kendimden romana yansıtırsam Maya’nın iç dünyasını bütün çıplaklığıyla verebileceğime emindim. Aslında Maya’nın bütün hayatını yönlendiren benim düşündüklerim ve öz kararlarım oldu.

NE PAMİR’CİĞİMLE BENDEN BÜYÜK OLDUĞU HİSSİNE KAPILDIM NE DE ŞİMDİ TOLGA’CIĞIMIN BENDEN KÜÇÜK OLDUĞU HİSSİNE KAPILIYORUM

Siz hem kendinizden büyük bir erkekle evliydiniz, hem de şu anda küçük bir erkekle evlisiniz… Ama sevdiğiniz bütün erkekleri hep yüceltiyorsunuz… Baş tacı ediyorsunuz… Onları bize şahane insanlar olarak sunuyorsunuz… Bize de öyle hissettiriyorsunuz… Bu, öğrenilebilen bir şey mi? Herkes yapabilir mi?
-Ne Pamir’ciğimle evliyken onun benden büyük olduğu hissine kapıldım… Ki 34 buçuk senelik beraberliğimiz vardı… Ne de Tolga’cığımla 10 buçuk senelik hayat arkadaşlığımızda ondan büyük olduğum hissine kapıldım. Bu galiba zamansız ve yaşsız bir kadın oluşumla ilgili… İki eşimle de aramızdaki yaş farkı, ruhsal, duygusal, enerjik uyum olduktan sonra, aynı hayat felsefesini, aynı hayalleri paylaştıktan sonra, söz konusu edilecek farklar değil! Diğer taraftan, erkeklerimi tabii ki hep yüceltiyorum! Yüceltemeyeceğim erkeği zaten hayat arkadaşı olarak seçmezdim. Erkeğimi, onu benim için diğerlerinden farklı yapan değer yargılarından ötürü sevdiğim için, her zaman onun bu değerlerinin kıymetini biliyor, ilişkimizi alışkanlık haline getirmiyor; onu, beni ve bizi özel yapan tarafları besliyorum. Aşkı, sevgiyi, ilgiyi taze, canlı, tutkulu ve coşkulu yaşatmak, hep sevgili kalmak çok önemli.

ERKEKLERİMİ TABİİ Kİ HEP YÜCELTİYORUM VE BİR AŞK KADINI OLUVERİYORUM

Nasıl böyle “müthiş bir aşk kadını” yarattınız kendinizden?
-Böyle bir çabam hiç olmadı! Ama evet, hayat böyle yaşanmalı… Buna inanıyorum. Aşk olmadan bir beraberliği herhangi bir sebeple devam ettirmeyeceğimden, baştan sadece dürüst bir aşkı sahipleniyorum… Ve ben kendiliğinden o aşkın kadını oluveriyorum işte! Kimi genç kızımızın, kadınımızın böyle yanlış bir bilgileri oluşmuş: Seksi görünmekle, tahrik edici bir giysi giymekle, beden dili kullanmakla aşkı çağrıştırdıklarını sanıyorlar. Ama aşk bu kadar basit, sığ ve bu kadar görsel değil. Çok daha derin bir konu. Seks ile “aşk yapmalar”ın farkı kadar derin…

BENİM YETİŞTİĞİM EVDE AŞK VARDI… ANNEM BABAM BİRBİRİNE SIRILSIKLAM AŞIKTI.. BENDE DE AŞK KALDI… ÜZERİNE KENDİ AŞK DÜNYAMI KURDUM!

“Erkekleri elde tutma sanatı” diye bir kitap yazılacak olsa… Bence bunu siz yazmalısınız…
-Hiç düşünmemiştim…

Anneniz de böyle bir kadın mıydı? Siz birilerini rol model mi aldınız?
-Anneciğim, maalesef ilk evliliğini çok genç, çok naif bir yaşında yapmış ve büyük hüsranla, ilk göz ağrısı ağabeyime senelerce hasret yaşayacağı bir ayrılıkla sonlandırmış. O şiddet, aşağılanma dolu evlilikten kaçışı da kendi başına bir güçlü kadın hikayesidir. ‘’Bir Harp Gelini’’ romanımda onu anlattım. Annemin, aşkı tanıyışı babamla olmuş. Ben, onların birbirinin gözlerinin içine bakarak, hep derin bir muhabbetle, aşkla yaşamlarını izleyerek büyüdüm. Onun için benim kız arkadaşlarımın hayali eşlerini canlandırmaya başladığı yaşlarda, benim dünyamda onların düşlerindeki gibi beyaz atlı prensler yoktu. Ne mesleği ne maddi imkanları, ne arabası, ne gözünün rengi, boyu posu belliydi benim müstakbel erkeğimin. Bir tek arzum vardı; o da annemle babamın yaşadığı gibi aşk yaşayacağım bir erkek olmasıydı! Evimizde müthiş bir ahenk, düzen vardı, sevgi etrafında kurulu… Babam, anneme adeta tapardı. Annem de sürekli onu yüceltir, desteklerdi. Akşamları muhakkak babamın sevdiği mezelerle donatırdı sofrayı. Keten örtü, peçeteler muhakkak kolalı olurdu. Ben kendimi bildim bileli, o masada oturtuldum. “Çocuk” diye ayırmazlardı. Yemek, karın doyurmak için yenmezdi bizde. Bir şölendi. Hâlâ o alışkanlığı sürdürürüm. Uzun uzun sohbet edilir, annem, babama kâh Aluşta’dan türküler, kâh Fransız şansonlar söylerdi, babam anneme şiirler okurdu. Sonra radyoda Şecaattin Tanyerli tango söylemeye başlayınca da yemek masasının etrafında dans ederlerdi. Hayran hayran seyrederdim.
O evde aşk vardı. Bende de aşk kaldı. Üzerine kendi aşk dünyamı kurdum.

ROMANIMIN KAHRAMANI MAYA, HERKESİ UNUTTUĞU ANDAN İTİBAREN, BAKIMEVİNE YATIRILMAYI İSTİYOR… BAŞIMA GELSE BEN DE BUNU İSTERİM. AMA HERKESİN KENDİ SEÇİMİ…

“Böyle bir süreç yaşamaktansa ölmeyi tercih ederim” diyenler var. Hatta intihar edenler. Onlar için ne düşünüyorsunuz? O da bi seçim nihayetinde… Sizce korkaklık mı, yüzleşmemek mi? Yoksa cesaret mi?
-Bunlar, hep kişisel seçimler. İçinde bulunduğu kişisel ruh hallerinin yansımaları… Kimseyi yargılayamam. Bunun “Doğru”su, “Yanlış”ı yok. Ben, ancak kendi inandığım ve kendim için makul gördüğümü bilebilirim.
Alzheimer teşhisten sonra, teşhisin konduğu sürece bağlı olarak, ortalama 4-5 sene arasında ömür veriyor. Ancak iki senede de ölen var, 20 sene sonra da. Yani çöküşün, bu acı, sancılı sürecin ne kadar süreceğini, hastanın hangi arazdan sonra, daha ne kadar, nasıl yaşayacağını bilemiyoruz. Vücudun tamamen iflas ettiği, kendini yemekten, solumaktan kestiği zaman dahi cerrahi veya bağlantı destek sistemlerle hayat sürüklenip gidebiliyor. Romanımın kahramanı Maya, herkesi unuttuğu andan itibaren, bakımevine yatırılmayı istiyor. Dışarıdan müdahaleyle ot gibi yaşamasına en baştan izin vermediğini belirtiyor. Bu tıbbi kararlarda, sonradan aile bireyleri aralarında problem yaşamasınlar diye de hem kendi adına bu imzaları atmaya kocasını vekil tayin ediyor hem de vasiyetname niteliğinde aile bireylerine dağıtıyor. Maya böyle yaptı, çünkü ben böyle yapardım.
Ancak, yalnız insanlar var veya kimliklerini kaybetmeye, sisli dünyaya geçiş yapmaya başladıktan sonra sevilerek, şefkatle bakacak kimseleri olmayanlar… Bir bakımevine yazılacak imkanları olmayanlar var… Bu hastaların işi çok ama çok zor. Burada muhakkak, diğer böylesi birçok hastalıkta gereği olduğu gibi; sosyal devletin çok kuvvetli bir desteği gerek.

DİKKAT DİKKAT
Bir çay süzgecini çamaşır çekmecemizde, ev anahtarlarımızı çizmemizin içi gibi mantıksız yerlerde buluyorsak, konuşurken kelimeleri unutmaya başlamışsak, bunlar Alzheimer’ı işaret edebilir…

Bu kitabın yazabilmek için ne kadar araştırma yaptınız? Ne kadar bilgi topladınız?
-Sekiz ay kadar, her gün, yüzlerce video izledim. Bilimsel yayınlar, Alzheimer hastalarının evlerinden veya bakımevlerinden hayatlarının akışını gösteren kayıtlar, hastalar, yakınları, doktorları, hemşirelerle röportajlar, dünyanın muhtelif yerlerindeki özel bakım üniteleri hakkında bilgilerle şahsi tecrübelerimi pekiştirdim.
Bu, hastalık genetik mi? İnsan, hastalığa yakalandığını ya da yatkınlığını kestirebilir mi? Bunu anlamanın bir yolu var mı?
-Ailede olması, riski arttıran bir faktör. Ama yine, diğer birçok detay gibi kesin bir bilgi değil. Ufak, tefek unutkanlıkların, hani, unutuğumuzu ve neyi unuttuğumuzu hatırladığımız unutkanlıkların dışında, en yakın zaman dilimindeki basit şeyleri unutmaya başladıysak, bir çay süzgecini çamaşır çekmecemizde, ev anahtarlarımızı çizmemizin içinde gibi mantıksız yerlerde buluyorsak, konuşurken kelimeleri unutmaya başlamışsak, bunların Alzheimer’a işaret etme ihtimali olduğunu, araştırılmasını öneriyor uzmanlar.
İlk evrede hastalar da yakınları da hatta PET scan dışında kimsenin teşhis edemeyeceği kadar günlük hayatlarına hakim kalıyorlar. Ancak “Üçüncü Evre” denilen “Hafif Düşüş” sendromları yani; daha henüz okuduğumuz bir şeyi tekrarlayamıyorsak, aynı soruları tekrar tekrar soruyorsak, plan ve organizasyon yapmakta zorlanmaya başlamışsak, yeni tanıştırıldığımız kişilerin isimlerini hatırlayamıyorsak Alzheimer’ın varlığı su yüzüne çıkmış demektir. Bundan sonraki aşama, kendi hakkımızdaki bazı detay bilgileri unutmamıza götürecektir. Bir mesaj yazarken tarihi hatırlamamak, içinde olduğumuz ayı, mevsimi unutmak, bir mönüden yemek seçip ısmarlayamamak gibi artık hayatımızın akışı içinde olağan icraattan uzaklaşmak sıradadır ve kişi artık birçok işinde yardım ihtiyacına girmiştir.

ALZHEIMER’A YAKALANMA YAŞI 70’LERDEYDİ ŞİMDİ 64’LERE İNDİ!

Maya, bu hastalığa yakalanmak için genç gibi… 60’larda da görülüyor mu? Bu konuda okurlara bir öneriniz ya da uyarınız olur mu?
-Birkaç sene evvel Alzheimer’a yakalanma yaşı 70’lerdeydi. Sonra yetmişe, şimdi 64’lere indi! Özellikle daha genç olup, henüz aktif iş, üretim, yaratıcılık gibi alanlarda faal olanlar kendilerindeki başlangıç işaretlerini, herhangi bir yorgunluğa, strese, başka bir hastalıklarına, çok çalışmalarına, vs. verebilirler. Onun için herkesin kendi sevdiklerinde, yakınlarında gördükleri bi takım değişiklikleri takibe almasında, devamlılığında bir doktor kontrolünü sağlamak üzere adım atmalarında fayda olur sanıyorum.

Maya’nın tüm yakınlarını olacaklara hazırlaması takdire şayan. Herkes bunu yapabilir mi yoksa roman kahramanı gibi güçlü bir kişilik mi gerekir bunun için?
-Dediğim gibi; Maya’nın kararlarını ben verdirdim. Çünkü ben öyle yapardım. Ama böyle hassas, travmatik ve trajik konularda herkes kendi yapısı, hayata karşı dayanma ve mücadele gücüne göre karar verecektir. Yine de; zaten geri dönüşü ve tedavisi olmadığını bildiğimiz, sonunda kesin meşum sonu gördüğümüz bir süreçte neden o zaman ait olabilecek en güzel, en mutlu anları yakalamayalım? Neden sevdiklerimizi daha sık bağrımıza basmayalım, öpüp koklamayalım? Neden onlara hayatımızdan en güzel, en huzurlu, en komik anıları anlatmayalım? Neden gülebildiğimiz kadar gülmeyelim? Neden bizi aciz, yılgın, bedbin, küs hatırlasınlar? Neden onların zaten çaresiz oldukları, ellerinden bir şey gelmeyen bu evrede sırtlarına biraz daha yük yükleyelim? Hastalık, nasılsa hastanın elinden bütün bu yetileri alıyor. Alana kadar kendisine de ailesine de kalandan en güzelini çıkarıp yaşatması ancak bu acıklı sürece biraz olsun huzur verir.

ALZHEIMER’LI HASTA NE KADAR GÜÇLÜ OLURSA OLSUN BİR YERDEN SONRA ARTIK O GÜCÜNÜ DE HATIRLAMIYOR

Tamam Maya güçlü bir kadın ama bu teşhisi almış bir başkası, bunun üstesinden onun kadar kolay gelebilir mi?
-Alzheimer’lı hasta ne kadar güçlü olursa olsun bir yerden sonra artık o gücünü de hatırlamıyor. Bahsettiğimiz güç, ancak teşhisten bu kayıp noktaya gelene kadar dayanmak anlamında. Anneciğim bunu başardı. Hem de büyük inatla. Ama hastalık ona kendisini tamamen unutturduğunda, hatırlanacak bir güçlü kadın da kalmamıştı artık.

Böyle önemli bir hastalığı, ailenin de kabullenmesi çok kolay değil… Bu duyguları, süreci, Maya’nın onları hazırlamasını, aile bireylerinin de kendilerini bunu hazırlamasını çok güzel ve başarılı bir şekilde vermişsiniz… Ben okurken çok etkilendim. Peki siz, yazarken çok zorlandınız mı?
-Hiç kolay yazmadım bu romanı. Çünkü duygularını çok derinden vermem gereken bir tek Maya değildi. Atlas, seven, aşık bir koca olarak, inkarla, isyan ve çaresizlikle, güçlü karısının bu illeti yeneceği umudunu sürükleyerek büyük kavga veriyor. Onu da Atlas’ın yerine geçerek, böyle bir erkeğin kimliğine girerek yazdım. Sonra oğlu var Maya’nın, gelini, torunu var. Sevgi dolu bir aile. Teşhisle birlikte her birinin kendi içinde fırtınalar kopuyor. Hepsini çekip çeviren, her probleme çare getiren, o güçlü, sevgi dolu kadının çöküşünü ve kaybını izlerlerken, onu ziyaretlerinde hepsinin duygularını, ruh hallerini nakış gibi işlemek istedim. Sanıyorum bunu başardım. Ama tam bir duygusal fırtına yaşadım.

ALZHEIMER’KEN İNSANIN AKLINA SEKS GELİR Mİ?

Alzheimer’lı bir insanın sevişmesini bile çok güzel anlatmışsınız… Daha çok okunmasını sağlamak için mi kendinizi kattınız?
-Romanımın “Daha çok okunması”, benim yazarken düşündüğüm bir konu değil. Yazarken tek derdim, “Nasıl daha iyi anlatabileceğim” yolu bulmak. Bu romanda da böylesine hassas bir konuda, insanın beynini çürütürken ruh dünyasını da ilişkilerini de beraberinde darmadağın eden bir hastalığı “Ya bu ben olsaydım?” diye yazarsam daha sıcak, daha gerçek duygularla işleyeceğime inandım. Aşkın bu hastalığı nereye kadar taşıyacağını sorgulayacağımdan, kuvvetlendirmek için de Maya ile Atlas’ın aşklarını bizim aşkımız kıvamında yazdım.

Alzheimer’ken insanın aklına seks gelir mi? Hormonlar düzgün çalışır mı? Orgazm olur mu? Ya da bu, onun için bir şey ifade eder mi?
-Alzheimer beyni sardıkça, tüm vücut organları işlevselliklerini yitiriyor. Bunun ne kadar zaman aldığı yine her hastaya göre değişiyor. Ama Alzheimer hastası sadece sis perdesi ardında kimliğini bilemeyen, zaman, mekan mevhumunu kaybetmiş kişiler değiller. Beyninde sürekli metalik sesler, anlaşılmaz yankılar duyan, eklemlerinin, kaslarının kontrolünü kaybetmeye başlamış, yürümekte, yemeğini yemekte zorlanan artık son derece sağlıksız, sadece zihinsel değil, aynı zamanda fiziksel ve ruhsal olarak çökmüş bir insandan bahsediyoruz. Bu evrenin öncesinde ise, hiç kimseyi, hiçbir şeyi hatırlamamasına rağmen, aşkın duygusunu anımsayan ve bakımevlerinde bir başka hastayla aşk yaşayan hastalar var. Kitapta da bir bölümde anlattım bu traji-komik olayları. Ama bu artık, bir duygu boşluğunu tamamlamak, belki de o karanlık, belirsiz yalnız dünyası içinde kendisini yakın hissettiği tutunacak bir el aramak gibi. Odasında değil de bir başka hastanın yatağında el ele, sarılmış yatan hastalar oluyor mesela. Ama bu sıhhatli bir çiftin aşk yaşamasından çok farklı. Maya ve Atlas’ın teşhisten sonraki cinselliklerinde hep bu sonun düşüncesi var. Onun için hep hem ilk hem son kez gibi aşk yapıyorlar. Biri diğerini unutacağı, diğeri sevdiğince unutulacağı güne isyanla, içinde oldukları andan iz bırakmak isteyerek sevişiyorlar.

“BENİ BIRAKMA”DAN ZİYADE “BANA, KENDİNİ UNUTTURMA!” MAYA’NIN MESAJI

Romanın finali hakkında spoiler vermek istemiyorum… Ama bana birbirine sizin gibi aşık eşlere bir mesaj gibi geldi… Kendi eşiniz dahil, “Her ne olursa olsun, beni bırakma…” diyorsunuz sanki… Yanılıyor muyum?
-“Beni bırakma”dan ziyade “Bana, kendini unutturma!” Maya’nın mesajı. Ama bunda başarılı olması mümkün değil Atlas’ın. Maya’ya kendini sürekli hatırlatması gerekiyor. Her defasında yeniden, yeniden… O da kendine göre, tam deli gibi aşık bir adamın vereceği gibi bir karar veriyor romanın sonunda … Tüm okurlara sıhhatle, sevgiyle ve mümkünse aşkla kalmaları için en iyi dileklerimi gönderiyorum.

Yorum

  1. Süper bir yaziydi sonuna kadar merakla okudum benimde unutkanliklarim var ve korkuyorum benim babamda demenz olmuştu Son alti ayi hiç iyi degildi son bir ayda yemek yemeden vaz geçti ve sanki bilincli bir sekilde ölmek istedi.Bu romanı hemen okumak istiyorum ‍♀️

  2. Benim annem demas 1 haftadır yoğun bakımda .okurken yaşadıklarımı aradım icinde keşkelerim oldu maalesef tekdim yetemedim sinirlerim harap oldu hem ruhhen hem bedenen yıprandım . Son 2 senedir aşırı hırçın inatçı dediğim dedik bir kadın oldu tamamiyle untmadı hep geldi gitti aklı o yüzden başedebilmek zor oldu .yaşayan herkese allah yardım etsin .

Yorum Bırak