Huzurlarınızda Ömer Disperati: Bitki aşığı bir aileye doğdum


Sizi tanıyalım?

-Ben Ömer Disperati. Ziraat mühendisiyim. Neredeyse 80 yıllık geçmişi olan aile şirketimizde çalışıyorum. İstanbul’da doğdum ama Bodrum’da yaşıyorum.

Nasıl bir aileydi sizinki…
-Bitki aşığı bir aile! Bütün çocukluğum, Yalova’da, fidanlıkta, ormanda, bitkilerin arasında ve deniz kenarında geçti. O yüzden bir türlü şehirli olamadım. Dönüp dolaşıp Bodrum’a yerleşmemin sebebi de budur. Bir tarafı İtalyan, bir tarafı Karadenizli olan bir aile bizimki… Dedem, Floransa Montecatini Bucano köyünden Renvo Rino Disperati. Halen orada akrabalarım var. Fidancılığın merkezi bir köyden söz ediyorum. Bütün dünyaya, İtalyan fidanları oradan gider…

Disperatiler, bu ükenin, en eski, en köklü çiçekçilik ve fidancılık işletmesi… Bu, sizin için nasıl bir gurur?
-E çok büyük bir gurur! Önce dedem, sonra babam Riccardo Disperati, şimdi de üçüncü kuşak olarak, bizler işin başındayız. Bizimki şans eseri bir meslek seçimi değil yani. Bir adım geriye gittiğimiz zaman, dedemin babası da bu meslekten…

Her şey, nasıl başlamış? Dedeniz İtalya’dan buraya ne zaman gelmiş? Hangi rüzgarlar onu buraya atmış?
– Atatürk’ün kurmuş olduğu meşhur Büyükdere Fidanlığı var. İşte 1948 yılında, orada bir bahçıvanlık okulu açılmasına karar veriliyor. İtalyan hükümetinden bu işi en iyi yapabilecek ailelerin ismi isteniyor. Zaten İtalya’da bu işe vakıf üç aile var. Biri de bizimkiler. Dedem, iki yıllık bir kontratla bu teklifi kabul ediyor. 19 Mayıs 1948’de İstanbul’a geliyor. O zamanlar 31 yaşında, yanında babaannem ve 2 yaşındaki babam var…

Eğitim vermeye geliyor yani…
-Evet. O yıllarda da tıpkı şimdi olduğu gibi ya ziraat mühendisleri ya da bitkilere bakan vasıfsız insanlar var. Amaç, Büyükdere Fidanlığı’nda arayı dolduracak bir okul kurmak. Gerçekten de kuruluyor. Dedem de görev alıyor. Sonra Büyükada’ya geçiyor, orada da 4 yıl kadar kaldıktan sonra Yalova’daki Amerikan üssünün işlerini yapabilmek için Yalova’ya taşınıyor. Bitki üretiyor ve satıyor. Bu ülkeyi çok seviyor, bir daha asla geri dönmüyor. Yıl 1953. Bizim şirketin ilk temeli atılıyor. Bugün Yalova’nın süs bitkileriyle anılmasının sebebi de bizim aile aslında. Konuyla yakından uzaktan ilgili olmayan birisine bile “Yalova’da ne yapılır?” denince, “Çiçek üretilir!” der. Tüm bunlar, büyük bir gurur olmakla birlikte, ağır bir yük de aynı zamanda. Çünkü ben bizim şirketimizi, hiçbir zaman kendimize ait gibi hissetmedim. Yıllar içinde, “Şirketinizi satın alalım, ya da bizimkiyle birleştirelim!” gibi teklifler aldık. Ama hiçbir zaman bu inisiyatifi kendimde bulamadım. Kendimi patron gibi filan da hissedemedim. Burası dedemden, babama, ondan bize emanet bir yapı. Ben, devam etmesi gerektiğine inandığım bir sistemin içindeyim.Bitkilerle siz ne zaman haşır neşir olmaya başladınız?

-Valla, içine doğduğum bir şey bu. Dede mesleği, baba mesleği… İster istemez çekiyor sizi. Her ne kadar önce işletme fakültesine kaydımı yatırmış olsam da, sonunda bıraktım, ziraat fakültesine geçtim. Ziraat okuduktan sonra da eğitimime Floransa’da devam ettim. Bitkiler, oldum olası hayatımdaydı. Çocukluk yıllarımda, arkadaşlarım çok farklı eğlencelerle meşgulken, biz, babamla Dendroloji Derneği’nin gezilerine giderdik. Bitki bilimcileriyle botanik bahçelerini gezerdik. Hayrettin Karaca’yla çok günler geçirdik mesela…

Floransa’dan dönüşte artık yol belli miydi?
-Evet. Döndükten sonra şantiyelerde görev aldım. İşi A’dan Z’ye öğrendim. Bitki sevgisi ve bunu dışarı sunuş, iki ayrı konu. Biz pek çok alanda hizmet veriyoruz. Şu anda 500 çalışanı olan, bir şirketten söz ediyoruz.

BABA TARAFIM İTALYAN, ANNE TARAFIM ÇAMLIHEMŞİN

Önce dedeniz, sonra babanız, şimdi de siz, işleri büyütüyorsunuz. Disperati’lerin Türkiye’de nasıl bir hayatı oldu?
-Dedem, bir kelime Türkçe bilmeden gelmiş. Ama o kadar çok sevmiş ki Türkiye’den bir daha kopamamış… Babama gelince bir Karadenizli kadına aşık oluyor. Çamlıhemşinli bir aileden geliyor, annem. Bence şahane bir karışım. Eşim de Rus, siz bizim çocukları düşünün…

Annenizle babanız nasıl tanışmış?
-Annem, Yalova’da babamların üst katını kiralıyor. Ve Yalova’nın ilk eczanesini açıyor. Aşık oluyorlar, evleniyorlar. İki dedemle de gurur duyuyorum. Diğer dedem de, Haydarpaşa Lisesi’nin müdürü. Aynı zamanda Kadıköy Anadolu’nun. Çamlıhemşin’in bir köyünden çıkmış, Yale Üniversitesi’ne kadar gidebilmiş bir matematikçi. O da müthiş biriydi.

ONLAR SADECE BİTKİ DEĞİL, BİRER “CANLI”

Sizin ailenizde bitki aşkı, anladığım kadarıyla bir “kültür”…
-Aynen öyle! Bir mesleğe ait olmak ve o mesleği yaymak bir kültürdür. Benim için de öyle. Ama bazen bunu insanlara anlatmakta zorlanıyorum. Ben sürekli bilgi birikimini aktarma ihtiyacı duyuyorum. Bu tabii yaptığınız işi, sevmekle de ilgili. Yaptığınız işi sevdiğiniz zaman, zaten o yoldan ayrılamıyorsunuz. Ben her sabah en az bir saat, evimin bahçesinde çalışıyorum çünkü zevk alıyorum. Bu, bir tutku. Bitkilere benim hissettiğim şeyleri hissettiğiniz zaman, onlara farklı bir gözle bakıyorsunuz. Onlar sadece bitki değil, bizim gibi birer “canlı.” Ben mesela doğdukları andan itibaren, bahçemdeki güllerimi takip ediyorum, bana ihtiyaçları var, onlara sadece bakım yapmıyorum, sevgimi de veriyorum. Bu sevgiyi ve bağlığı tadınca, onlardan kopamıyorsunuz. Aidiyet hissediyorsunuz bitkilerin o muhteşem dünyasına…

BABAM, YAPTIĞIMIZ PROJELER ARASINDA D MARIS’İ ÇOK SEVERDİ

Üretim, projelendirme, uygulama, bakım, sulama, danışmanlık vs. gibi pek çok hizmet veriyorsunuz… Bugüne kadar tonlarca projeye imza attınız ailecek… En çok gurur duyduklarınız hangileri?
-Babam mesela yaptığımız projeler arasında, D Maris’i çok severdi, Sea Garden Bodrum’u severdi. Onun dışında yine bizim imzamız olan, Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı var, İstanbul Ataşehir’de. Hatta, babamın vefatından sonra, orada bir meydanın ismi Disperati Meydanı olarak değiştirildi. Babam aynı zamanda yüksek ziraat mühendisiydi ve yüzlerce insan yetiştirdi. Benden farklı olarak, işin akademik tarafında da yer aldı. Ben ise yurt dışına açıldım. Uzun yıllar Orta Asya’da çalıştım. “Han Çadırı Projesi” benim için önemli bir projedir. Türkmenistan’da buna benzer projelerde çalıştım. Aslında yıllar içinde pek çok farklı projede çalıştım. Hepsinde de farklı heyecanlar yaşadım. Libya’da da çalıştım, Karakum Çölü’nde de. Buradan Çin’e kadar pek çok farklı ülkede, büyük projelere imza attık. En son Azerbaycan’ın en büyük parkını bitirdik. Bugünlerde Romanya’da bir projeye başlıyoruz. Bükreş’in Park Bahçe Müdürlüğü, şehrin yüzde 30’una tekabül eden bir alanın bakımını bizim üstlenmemizi istedi. “Hangisi daha keyif verdi?” sorusuna tek yanıt veremem, hepsi ayrı ayrı heyecan duyduğum işler…

EN BÜYÜK HATAMIZ: ÇİMDEN ARTA KALAN YERLERE BİTKİ SIKIŞTIRIYORUZ BUNU BAHÇE ZANNEDİYORUZ!

Nasıl bir peyzaj ve çevre düzenlemesi anlayışınız var?
-Sürdürülebilir olmalı her şeyden önce…

Anladım, dünyanın en güzel bahçesini tasarlarsın, sürdürülebilir değilse, kaç yazar?
-Aynen öyle! Sonra ihtiyacımız olanı kullanma… Bize danışanlarla en çok üzerine kafa yorduğumuz konulardan biri bu. Olur olmadık yere Japon bahçesi isteyenler çıkabiliyor mesela. Teknik olarak mümkün olamayacağını anlatıyoruz. Begonvil, İstanbul’da sınırlı yerde var mesela, her yere begonvil ekmek mümkün değil. Ama ille de istiyor. Olamayacağını anlatmak gerekiyor. Begonvil, Bodrum’da yetişiyor. Buna karşılık, Bodrum’da da çınar ağacı pek yetişmiyor. İnsanlar, iklim şartlarını göz etmeden, birtakım taleplerde bulunabiliyor. Aslında mesele şu: Bitkileri, yaşayan varlıklar olarak görmüyoruz. Çünkü bizde henüz yerleşmiş bir bitki kültürü yok. Ya da şöyle diyeyim, yavaş yavaş yerleşiyor… 70’li 80’li yıllarda, eğitimi seviyesi yüksek insanlara hizmet edildi. 90’lı yıllarda, bu seviye biraz daha aşağıya indi ve müteahhitler gelmeye başladı. Onların da pek bitkilerle alakası yoktu. 2000’li yıllarda ise, sattığı projeye bitki koymak isteyen ama bitkiye 1 lira bile vermek istemeyen müteahhitler türedi. Bazı müteahhitlere göre hala bir para kaybı bu. Çünkü kendi yaşam alanlarında böyle bir şey yok. Böyle bir kültürleri yok. Son 10-15 yılda gelişmeye başladı… Tamam müşteri bizden ne istiyor önemli ama bitkiler canlı varlıklar, uzun vadeli yaşayabilecek olmaları ve tasarladığınız yerin sürdürülebilir olması önemli. Orayı yapmanız yetmiyor yani, oranın yaşaması gerekiyor! Biz mesela çim severiz. Çimden arta kalan yerlere bitki sıkıştırırız. Oysa “bahçe” dediğiniz şey bu değil. Çim, metrekareye 14 litre su yiyen bir canavar. İngiltere’de sorun yok çünkü yağış var ama burada yaptığımız zaman, su kaynaklarını tüketen bir doku. Biz ise, çimi, kendinden küçültüp bitkisel alanları artırmaya çalışıyoruz. Bitkisel alan arttığı zaman, olaya, bitkiler girmeye başlıyor. Zorlama olmamalı bahçeler. Doğayla dost olmalı. İklimle uyumlu olmalı. İçinde yaşayanlarla uyumlu olmalı. Demek istiyorum ki, iklime uymuyorsa, ille de bir Japon bahçesi istemenin alemi yok!

GEÇİŞLERLE 12 AYLIK BİR DÖNGÜ YARATABİLİYORSANIZ, BAHÇENİZ GÜZEL OLUR

Sizce peyzaj konusunda bu ülkede en çok yapılan hatalar neler?
-Çalı sevmiyoruz, hatta hakaret olarak görüyoruz. “Çalı çırpı” diye bir laf var. Bir nevi küçümseme. Oysa tabiat dediğimiz şey, o çalı çırpıdan oluşuyor. Ağaç azdır doğada, çalı daha çoktur. Ve 12 ay bize renk veren bir dokudur. Mayısta kırmızı olur, o gider, haziranda öbürü pembe olur, o gider temmuzda o beyaz olur. Muhteşem bir doku oluşturur… Geçişlerle 12 aylık bir döngü yaratabiliyorsanız, bahçeniz güzel olur. Yani o döngünün oluşturulması gerekir. İdeal bir bahçe budur. Bizde bu kültür eksik. Bir de biz, inşaatlardan arta kalan alanlara bir şeyler dikmeyi severiz. Bahçe tasarlamayız. İnşaatı yaparken, yeşil alanı olan bir villa yapıyor olsalar da arta kalan yeri bize bırakırlar. Bu da yanlış. İkisini birbirine entegre ettiğiniz zaman, daha fonksiyonel evler çıkar ortaya. Çünkü birbirine geçişler başlar bahçeyle evin içinde…

BİRKAÇ TANE BİTKİ BİLMEYİ, BU İŞİ BİLMEK ZANNEDİYORLAR. OYSA BU İŞ, SONU OLMAYAN BİR DERYA… 700 BİN TÜRDEN SÖZ EDİYORUZ..

Biz, bitkilerle ilişki kurabiliyor muyuz?
-Hayır, kuramıyoruz. Çünkü çok az bitki tanıyoruz. Çok sık duyduğum bir laf: “Ben köylüyüm, bitkileri tanırım!” Köylü olmak bitkiyi bilmek zannediliyor bizde. Oysa Anadolu’da köylerin durumu belli. Bitki pek yok ortada. Yani birkaç tane bitki bilmeyi, bu işi bilmek zannediliyor. Oysa bu iş, sonu olmayan bir derya. İngilizler, “endless business” derler. Gerçekten sonu yok bu işin. 700 bin türden bahsediyoruz… Dolayısıyla bizde bu iş ya eğitimi olmayan bir bahçıvan grubunun içinde kalıyor ya da akademik seviyesi çok yukarıda kalıyor. Arası bomboş. Doldurulması gereken yer burası aslında. Bunun sonucunda ne oluyor biliyor musunuz? Bir peyzaj mimarının maaşı, bir kamyon şoförünün maaşından daha düşük olabiliyor. Çünkü ara eleman eksikliği var…

BİZE DİYORLAR Kİ, “BAHÇEMİZE 500 YILLIK ZEYTİN AĞACI GETİRİN!” BİZ BUNU REDDEDİYORUZ. KESİNLİKLE YAPMIYORUZ. ÇÜNKÜ BU HAKKI KENDİMİZDE GÖRMÜYORUZ…

Bodrum neden yeşil değil? Neden yeteri kadar güzel değil? Eksiği ne? Nasıl çözümlenir?
-4 yıldır Bodrum’da yaşıyorum ama 30 yıldır gidip geldiğim yer. İlk şantiyem Sea Garden’dı, o zaman 16 yaşındaydım. Uzun yıllardır takip ettiğim bir yerdeyim yani. Bodrum’da bir kere nem az. Kuzey bakarıyla, güney bakarı çok farklı. Yalıkavak tarafına geçtiğiniz zaman, daha yeşildir, nemi daha yüksektir. Güney tarafı daha kuraktır çünkü nemi daha düşüktür. Tahmin ediyorum, güney tarafı bir yangın geçirmiş uzun yıllar önce, bitki dokusunu o yüzden kaybetmiş. Ne yazık ki şu anda, uzaktan baktığınız zaman Bodrum’a, yeşilden fazla beyazı görmeye başlıyorsunuz. Çirkin yapılaşma ve betonlaşma yüzünden! Yani yine aynı noktalara dönüyoruz. Bir şey yaparken, diğerini tahrip ediyoruz. Mesela çok karşı olduğum bir konu daha: İnsanlar diyorlar ki, “Bahçemize 500 yıllık zeytin ağacı getirin!” Biz bunu reddediyoruz. Kesinlikle yapmıyoruz. Çünkü bu hakkı kendimizde görmüyoruz.

Onu neden istiyorlar?
-Hava atmak için istiyor olabilirler, görsel olarak seviyor olabilirler. Pek çok nedeni olabilir.

Sizin kabul etmeme sebebiniz nedir?
-Çünkü 500 yıldır orada yaşayan bir şeyin, yerini değiştirme hakkını kendimizde bulmuyoruz. Zeytin yasası var ülkemizde. Hiçbir zeytin ağacının yeri değiştirilemez. Çok ciddi bir suç olmakla beraber, çok ciddi bir ticareti var. İpin ucu kaçtı son yıllarda. Asırlık ağaçlarımız Dubai’ye gitmeye başladı. Bu, bir değerdir. Bugün 200 yıllık bir bina koruma altındayken. 100 yıllık bir ağaç nasıl koruma altında olmaz? Ya da bir inşaat yapılırken nasıl kesilebilir?

BUGÜN, 200 YILLIK BİR BİNA KORUMA ALTINDAYKEN, 100 YILLIK BİR AĞAÇ NASIL KORUMA ALTINDA OLMAZ? YA DA BİR İNŞAAT YAPILIRKEN NASIL KESİLEBİLİR?

Bitki, bir eşya değil, bir obje de değil. Canlı onlar. Evde beslediğiniz canınız kadar sevdiğiniz kedinizden, köpeğinizden bir farkı yok aslında. Bu gözle görmeye başladığınız zaman, hassasiyet başlar. Ama göremezseniz, ne kadar çaba sarf ederseniz edin, beyhude. Gerçi yeni nesilde, çevreye karşı duyarlılık artıyor. “Herkes kapısının önünü süpürse, sokaklar temiz olur” diyoruz ya, “Herkes, bir de bitki diksin, sokaklar da yeşil olsun!” Bu cümle bile kurulmuyor henüz…

GÖNÜLLÜ OLARAK BODRUM’DAKİ METRO KAVŞAĞINA 3 BİNE YAKIN BİTKİ EKTİ!

Siz, Bodrum’daki bir kavşağı hiçbir ücret talep etmeden yeşillendirdiniz… Neden? Her gün geçerken canınıza tak mı etti?
-Aynen öyle oldu! 4 yıldır burada yaşıyorum. Her gün, o Metro kavşağın etrafından dönüyorum. Türkiye’nin gözbebeği olarak kabul edilen bir turizm cenneti burası. Türkiye ekonomisinin tahminimce yüzde 70’i o kavşağın etrafından dönüyor. Geçmeyen var mıdır bilmiyorum ama çeşitli sebeplerle hiç yapılamamıştı. Biz de dedik ki, asgari düzeyde de olsa, burayı yaşar hale getirelim. Oraya aşağı yukarı 3 bine yakın bitki diktik, irili ufaklı. Bir yaşam başladı orada. Bakımını da biz devralacağız büyük ihtimalle.

DEV BİR “BAHÇE MERKEZİ” AÇTILAR: VIA GARDENIA

Kocaman bir Via Gardenia açtınız… Burayı nasıl tanımlarsınız?
-Burası bir Garden Center. Yani bahçe merkezi. Türkiye’deki ilk örneğini yaptık. 3 canlı formasyonun, insan, bitki ve hayvanların pek çok ihtiyacının karşılanacağı bir yer burası.

Felsefesi ne?
-Yaşam için her şey var burada! Bahçeyle ilgili her tür ihtiyacı karşılayabileceğimiz bir mağaza konsepti oluşturmaya gayret ettik.

Corona döneminde böyle bir yer açmak, akıl karı mı?
-Ticari olarak değil belki ama heyecanını içimizde taşıdığımız için açtık. Aşağı yukarı 2 bin metrekare bir alan. Hep yapmak istediğimiz bir şeydi. 20 yıl önce çıktığımız bir pazardı aslında perakende sektörü. 20 yıl sonra dönüş yaptık. Dönüş yapmamızın sebebi de şu oldu: Sektörümüzün oyuncuları, sektörün bu tarafında yer almıyor. Tabii ne oldu? Son tüketiciye doğru malzeme gitmemeye başladı. Ben bunu Bodrum’daki bahçemle ilgilenmeye başladığım zaman fark ettim. İyi nitelikli kürek arıyorum. Kürek yok! Saksı arıyorum, mobilyacı dükkanlarına gitmek zorunda kalıyorum. Evet, formu güzel o saksıların ama bitkinin yetişebileceği saksılar değil bazıları. Sadece dekorasyon malzemesi satıyorlar. O noktada, “Bu işe girelim!” dedik. Yaz sezonu gayet iyi geçiyor, heyecanla kışı bekliyoruz. Kış aylarında burada yaşayan bahçesiyle ilgilenen insanlara workshoplar yapmaya başlayacağız…

BODRUM’DA BAHÇIVANLIK OKULU AÇACAĞIZ

Nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?
-Valla, şimdilik süper! “Bizi büyük bir zahmetten kurtardınız!” diyenler var. “Bahçe mobilyası alırken, yanına ne saksı koyacağım, içine ne bitki alacağım diyordum, burada hepsi bir arada… Üç ayrı mağazaya gidip gelmekten kurtardınız!” diyenler de oluyor. Beni en çok, “Nitelikli ürün ve bitkiler üzerine sohbet edecek insanlar arıyorduk. Bulduk!” diyenler mutlu ediyor.

Şube açacak mısınız?
-Evet, zaman içinde istiyoruz. Ama esas Bodrum için hedeflediğimiz başka bir şey var. Bodrum’da, içinde botanik parkı ve aynı zamanda ufak bir üretim tesisi bulunduran bir bahçıvanlık okulu açmak istiyoruz. Biraz daha teknik bilgilerin öğretileceği bir yer sözünü ettiğim. İkincisi, bu işe ilgi duyan insanlara eğitim verebileceğimiz bir yer. Türkiye’nin herhangi bir yerinden gelecekler, 15 gün ellerini toprağa sokup hem eğitim alıp hem de bizzat sahada çalışacaklar. İkinci fazımız da bu olacak.

GÜRECE’DEKİ O DUVARDA ZAMAN İÇİNDE PEK ÇOK FARKLI RENKTE BİTKİYİ GÖREBİLECEKSİNİZ!

Gelelim bizim Gürece’deki duvara… Orada ne yaptınız tam olarak?
-Önce aşağıda bir toprak alan oluşturduk, taştan ince uzun bir saksı yaptık. Sonra duvara bir metal meş astık. Çünkü yapışabilen bitki çok azdır. Yasemin yapışmaz, begonvil yapışmaz. Bunların sarılacakları bir yere ihtiyaçları vardır. O yüzden duvarı metal bir meşle kapladık. Hem aşağıdan bitki sardırıyoruz yukarıya doğru, hem de yukarıdan aşağıya sardırıyoruz… İki taraftan da

Yorum Bırak