Her tecavüz vakasıyla biz de ölüyoruz… Ensestin, tecavüzün ‘Ama…’sı olmaz!

Zımba gibi bir kadın. Tıkır tıkır yazıyor. Anlatıyor. Müdanası yok. İnandığı yolda kararlı bir şekilde yürüyor. İpek Gökdel, Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi mezunu. İngiltere’de iletişim eğitimi alırken, Saatchi & Saatchi Londra’da çalışmaya başladı. Uzun yıllar reklamcılık yaptıktan sonra yapım şirketini kurdu. Pek çok televizyon projesini hayata geçirdi. Ve sonra, en sevdiği şeyin, hikâye anlatmak olduğunu keşfedip, yazmaya başladı. İlk romanı, ilk Türk Netflix dizisi ‘Hakan: Muhafız’a ilham oldu. Şimdi de ‘Tövbe’yle karşımızda. Bu romanında, kadınların karşı karşıya kaldığı şiddete, tecavüze, enseste dikkat çekiyor. Ve olay, kırsalda değil, İstanbul’da geçiyor! Gökdel’le hayat, kadınlar ve maruz kaldıkları felaketler üzerine konuştuk…

Yeraltı edebiyatının en sıkı kalemlerinden birisin. Hatta, Netflix’in ilk Türk dizisi, ‘Hakan:Muhafız’a ilham veren kitabın yazarısın… Reklamcıyken neden yazar oldun? Yazı nereden çıktı? Hep mi vardı?
-Reklamcılıkta gidebileceğim en son noktaya vardığımı, aslında ‘hikâye’ anlatmak istediğimi fark ettim. ‘Mühürlü Güller’ diye bir hikâye yazdım. TRT, bunu dizi yapmak üzere satın alınca şoke oldum. Daha evvel hiç dizi prodüksiyonu yapmamıştım, o sektörü de bilmiyordum…

E n’aptın peki?
-Körlemesine daldım! Prodüksiyon şirketimi kurdum ve televizyonlara dizi yapmaya başladım. Aslında reklamcıyken; kreatiflerin, reklam yazarlarının dibinden ayrılmazdım. TV dizileri yaparken de hatırı sayılır senaristlerle çalıştım. Hangi formatta, hangi mecrada olursa olsun, sevdiğim şeyin ‘hikâye anlatmak’ olduğunu anladım. Eski zamanlarda yaşasaydım, köy köy gezip, öykü anlatan ‘gezgin masalcı’lardan biri olurdum.

Yazmazsan ölür müsün yani…
-Her insan gibi birden fazla kez öldüğüm için… Yazarak yaşayabiliyorum, desek daha doğru…

Sen, edebiyat mı yapıyorsun? Böyle bir iddian var mı? Neden yazıyorsun?
-Aslına bakarsan, artık hayatta hiç bir iddiam kalmadı! Yüklerden kurtulmaya başladım. Kariyer, para, güç, estetik kaygılar gibi yüzeysel ne varsa, soyunmaya çalışıyorum. Ayrıca dünyada ve Türkiye’de o kadar usta yazarlar var ki… Hele edebiyat alanında hiçbir iddiam olamaz.

DÜNYADA 10 MİLYON HANE ‘MUHAFIZ’I İZLEDİ

Kim ‘Karakalem’i dizi yapalım dedi?
-Önce ben… ‘Muhafız’, yıllar önce bir senaryo olarak yazılmıştı. Ama bir türlü ulusal kanallara satmayı becerememiştim. Hikâye, yok olup gitmesin diye roman olarak baştan yazdım. Eski ortağım Didem’e okuttum. O da Amerika’da yaşayan ve Netflix’le ilişkileri olan Binnur Karaevli’ye okuttu. Sonrası malum.

İnsanın yazdığı kitabı, Netflix dizisi olarak görmesi nasıl bir duygu?
-’Karakalem’i tek bir Türk genci bile okusa, feyz alsa, sevse, memleketinin efsanelerini öğrense derken… Dünyada 10 milyon hane ‘Muhafız’ı izledi. Çok mutlu oldum tabii ki.

Diziyle kitap, bir noktadan sonra ayrılıyor. ‘Karakalem’ serisinde, İstanbul, Osmanlı, tarih, tarikatlar ve bazı ürkütücü gerçekler de var, bunlar dizide yok…
-Benim tek derdim vardı: Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan gençlere ne kadar kıymetli bir geçmişimizin olduğunu haykırmak. Efsanelerimizi anlatabilmek, ancak geçmişini bilenlerin geleceği kurgulayabileceklerini söylemek. İstanbul’un dünyanın en önemli metropollerinden biri olduğunu hatırlatmaktı amacım.

OKUYANLARIN İÇİ SIZLASIN İSTEDİM

Karanlık bir kadın mısın sen? Ruhunun karanlıkta olan yerlerinden bahsetsene…
-İnsan, yaşlandıkça, tüm kimliklerinden, gizemlerinden, köşelerinden kurtuluyor bence. Ya da yıllar bende öyle işledi. Aidiyetlerim azaldı, suni kimliklerim eridi, geriye şefkat kaldı. Her şeye şefkat duyuyorum şu anda. Ve bu halimi çok seviyorum.

Üçüncü kitabın ‘Tövbe’den söz edelim… Kamyon gibi çarpıyor insana! Ne kadar heyecanlısın? Bu kitabın nasıl bir kaderi olur sence?
-’Tövbe’, çok severek yazdığım bir roman oldu. Okunsun ve okuyanların içi sızlasın isterim. Çünkü Türkiye’nin en kadersel ve derin hastalığını anlatmaya çabaladım.

Bu roman da yeraltı edebiyatı… Neden meraklısın yeraltına?
-Bir itirafta bulunmak istiyorum; yazdığım ve yazacağım romanların hangi edebiyat türüne ait olduğunu düşünmeden yazıyorum ben. Yeraltı edebiyatı deyince Oğuz Atay, Murat Uyurkulak, Hakan Günday gibi değerli yazarlar var. Meğer bu yeraltı edebiyatında kadın yazar pek yokmuş, gururum okşanmadı değil.

Fantastik tür olan ‘Karakalem’ serisinden, ‘Tövbe’yle ‘toplumsal gerçekçiliğe’ sıçrıyorsun, özel bir sebebi var mı?
-Kalemimi, hikâye ve karakterler sürüklüyor. Edebiyat türleri değil. Anlatmak istediğim bir hikâye varsa, doğru kurgulamaktan ve hakkını vermekten gayrı bir çabam yok. Yarın distopya da yazabilirim, öbür gün tarihi roman da. Hikâyeye açım. Yazarken önümde duvar olsun istemiyorum. ‘Tövbe’de, karakterlerin isyanı vardı, gerçeklik duygusu hikâyenin özüne yakıştı.

YAZARKEN AĞLADIĞIM SATIRLAR, SAYFALAR OLDU

Kapak spotun: ‘Bazı Kadınlar Ayete Karşı Yürür.’ Kim o kadınlar? Nedir o ayet?
-’Tövbe’, üç genç kadının hikâyesi. Üçü de ayetlere karşı geliyorlar. Malum, tektanrılı dinlerde, intihar da cana kıymak da günah. Ayetler, ‘Ölmeyiniz, öldürmeyiniz!’ diyor. Birçok surede, mesela Nisa suresinde kesin emir var. İntihar etmemek, cinayet işlememek mümkün müdür, sorgulamak istedim.

Bir türlü azalmayan, kırsalda da şehirde de yaşadığımız, tecavüz, şiddet ve ensest, kitabının ana ekseni. Aynı zamanda da üç farklı kadının hikâyesi…
-Aynen öyle. Her yazar gibi köklerimden, topraklarımdan besleniyorum. Ülkemin en gizli saklı hastalığı: Ensest. Şiddet deseniz, ayyuka çıktı. Her tecavüz vakasıyla, biz de ölüyoruz. Nasıl yazmayayım? Üstüne üstlük, haberlerde bu vakaların, eğitim ve gelir düzeyi düşük insanların başına geldiği pompalanıp duruyor. Oysa, tecavüz ve şiddet toplumun her kesiminde var.

Bunu mu vurgulamak istedin?
-Hayatta başımıza gelenler, kadın, erkek, eğitimli, eğitimsiz, zengin, fakir ayırmaz! Her sosyal çevreden insan tecavüze uğrar, dayak yer, işkence görür! Bunu yüzümüze çarpasım geldi.

Kitap, intihar etmeye giden gencecik felsefe mezunu Azra’yla açılıyor. Çocuklara biz ne yapıyoruz?
-Neler yapmıyoruz ki! İnsan, bu dünyadaki en kırılgan tür. Maalesef bedeni ve ruhu örselenmiş bir çocuğun geleceği tehlikeye düşüyor. Azra da öyle işte.

Kitapta, inanılmaz derecede tüyler ürpertici bir son var. ‘Spoiler’ vermemek adına bahsetmiyorum ama bu konu üzerine ne dersin?
-Psikologlara danışa danışa yazdım, yazarken ağladığım satırlar, sayfalar oldu.

BU, AYNI ZAMANDA İSTANBUL’UN ÖYKÜSÜ

Türkiye’de yaşam mücadelesi veren kadınlara ne söylemek istersin?
-Birlikten güç doğar!

Türkiye’de yaşanan bu ‘kadın kıyımı’ için sen diyeceksin?
-Bazı hassasiyetler var ki, tartışmaya açık değildir. Şiddet, ensest ve tecavüz gibi! Bunların herhangi bir hafifletici sebebi, açıklaması, ‘ama’sı olamaz. Bir çocuğun istismarını, bir genç kıza ya da erkeğe tecavüzü, ensesti makul gören her insan, toplumdan soyutlanmalı, mazur gören kurum derhal lağvedilmeli.

‘Kadınların çıplak tabanlarına İstanbul batıyor!’ diyorsun, ne demek istiyorsun?
-’Tövbe’ aynı zamanda İstanbul’un öyküsü. O da her an tecavüze uğruyor! Gözlerimizin önünde ya rant uğruna ya zevksizlikten ya cehaletten katlediliyor.

BABANIN DAYAĞINDA ORANTISIZ GÜÇ VARDIR

Neden bir annenin oğluna attığı tokatla, bir kızın babasından yediği dayak aynı değildir?
-Çünkü bir babanın, kızına vurduğu yerde, hayat köklerinden kopar, sarsılır. Babanın dayağında orantısız güç vardır. Kız çocuğunun güvendiği dağlar yıkılır. Ayağa zor kalkar. Sonrasında her erkekten korkar, siner.

GÖRMEZDEN GELMEK YERİNE BİLMEYİ TERCİH EDERİM

Sence kadınların kurtuluşu nerede?
-Birinci öncelik, kadınların ekonomik bağımsızlığı ve eğitimi. Sonra farkındalık yaratmak ve yüzleşmek. ‘Burası Müslüman ülkedir, ensest, tecavüz olmaz!’ deniyor ya, şiddete, ‘aile içi geçimsizlik’ deniyor ya… Kapatarak bir ayıbı örtemezsiniz! Toplumsal eğitim seferberliği başlatılmalı!

Biz şehirlerde şiddetin, tecavüzün, cinsel istismarın yaşanmadığını zannederken ne kadar yanılıyoruz?
-Çok yanılıyoruz. Gizli hastalıklarımız ve şiddet her yerde!

Bu kitabı yazarken ne kadar araştırma yaptın?
-Türkiye’mizin gerçeklerini, özellikle son 10 yılda yapılan üniversite araştırmalarını, Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınlarını, Birleşmiş Milletler raporlarını okudum.

“Her anne çocuğunu sevmez” diyorsun. Gerçekten öyle mi?
-Öyle valla. Çok yakın gözlemlerim, şahitliğim var.

“İçimde her şeyin kabahatlisi bir kız çocuğu yaşıyor” diyorsun, bir kahramanın ağzından. Kızlar, suçluluk duygusuyla mı büyüyor, gelişiyor ülkemizde?
-Bizim coğrafyamız ataerkil. Ailede, kız çocuğu hâlâ geçerli akçe değil maalesef. Mahalle baskısı, ana-baba baskısı derken, derinlerde suçluluk duygusu körükleniyor.

“Kadın kısmı bir kez kuşkuya kapılmayagörsün, ipuçlarına sımsıkı yapışır, peşini bırakmaz” diyorsun. Sen de öyle misin?
-Evet. Fena yapışırım, iz sürerim! Ta ki anlayana, ortaya çıkarana kadar uğraşırım. Görmezden gelmek yerine bilmeyi tercih ederim. Öğrendiklerim canımı acıtacak olsa bile…

Bu ülkede yaşaya yaşaya adalet duygumuz mu yok oldu?
-Kanıksamak en fenası! Kötüyü duya duya alışmak, adaleti zedeliyor. Rollo May’in bir lafı var: “Korkaklığın günümüzdeki en hâkim şekli ‘Karışmak istemedim!’ deyişinde gizlidir” diyor. Haksız mı?

Korkak kadınlar mı suçlu, korkutan erkekler mi?
-Toplum düzeni baştan kurgulanmalı. İnsanlık tehlikeli bir süreçten geçiyor. Kadın-erkek meselesini kenara koyup, insanlık üzerine yeniden düşünmeliyiz.

Yorum Bırak