ENGİN GEÇTAN

Siyasileri divanıma yatırmak ne haddime!

Efsane psikanalist… Bilge terapist!

O, şimdi nefret edecektir böyle yazdığım için… Ama n’apim, içimden geldiği gibi yazdığım için kusura bakmasın! Uzun yıllar üniversitelerde ders verdi. ‘İnsan Olmak’, ‘Varoluşçu Psikiyatri’, ‘Normaldışı Davranışlar’ ve ‘Psikanaliz ve Sonrası’ gibi mesleğiyle ilgili kitaplar yazdı. Ama sadece psikiyatr ve psikanalist olmak onu kesmez! Kesmedi! Aynı zamanda yazar, edebiyatçı, bilgiyi hazmetmiş, alçakgönüllü, sıkı bir fırlama… Üstüne bir de yaratıcı! ‘Dersaadet’te Dans’, ‘Bir Günlük Yerim Kaldı İster misiniz?’ ‘Kırmızı Kitap’, ‘Kızarmış Palamutun Kokusu’ ve ‘Tren’ diye romanlar da yazdı. Yollarımız, ‘Hayat’ adlı kitabı sayesinde keşişti. Gerçi onun terapi odasına sızmak, hastası olmak en büyük hayalimdi. Çünkü Engin Bey’in danışanı olmak çok havalı bir şeydir. Çok zor kabul eder, insanlar sıraya girer. Beni de etmedi zaten. Hastası olamadım ama ona soru sorabilen bir röportajcı oldum. ‘Hayat’ kitabının, neredeyse her satırının altını kalemle çizdim ve karşısına dikildim. 10 sene önceydi o röportaj. Başlığı da ‘Aşkı çağırırsanız ya kimse gelmez ya da yanlış kişi gelir!’di. Onunla hep çok eğlendim, ondan çok şey öğrendim. Artık terapi yapmıyor, hasta kabul etmiyor. 50 sene yapmış, artık içindeki ‘harika tembele’ şans tanıyor. Şahane bir 81’lik o! Yakışıklılığından pek bir şey kaybetmemiş, ben onu Marlon Brando’ya benzetirim, Marlon Brando’dan daha güzel yaşlanmış… Artık telaş ve aceleye yer yok hayatında. Mesela duruyor, bir saat insanları izliyor. “Birilerini beklediğimi sanıyorlar. Oysa, uzun süre öylece bakınıp durabilirim. Şahane bir şeydir bakınmak!” diyor. Onunla sohbet, ‘çekirge-bilge sohbeti’ oluyor, yine öyle oldu. Çünkü her ne kadar kabul etmese de o gerçekten her şeyi bilen adam. Ve onlardan çok yok. Bu röportajı yapmaktaki hedefim, Gezi olaylarından itibaren yaşadığımız süreci daha iyi anlayabilmek, objektif birine anlattırabilmekti… Okuyun, siz karar verin…

ENGIN-GECTAN-3

Bunca yıldır hekim olarak çalıştınız. Binlerce insan, bilgilerinizden faydalandı. Neden bıraktınız? Bir yaş gelir ve psikiyatrlar terapi yapmayı bırakır mı?

– Böyle bir kural yok. Devam da edebilirdim. Ama ben aşama aşama vites küçülttüm, haftada beşten, dörde, üçe, ikiye indirdim; sonra da tamamen bıraktım…

Sebebi ne? Yoruluyor mu insan?

– Evet, yoruluyor. “Yaşlılıkta zaman, hızlı akar!” derler. Doğru değil. Zaman, evrende asılı duruyor. Biz, yavaşladığımız için, zaman daha hızlı akıyormuş gibi geliyor. Ve gün içinde yapabileceklerimizin sayısı azalıyor. Bence bu, ‘içimizdeki harika tembel’e daha fazla şans tanımamız gerektiğinin işareti. Organizma da zaten söylüyor, “Kendine daha çok zaman ayır!” diyor. Ben de bunu yaptım…

Yaşlılık, sevdiğiniz bir şey mi?

– Kabul ettiğim bir şey! Bette Davis, “Yaşlılık, korkaklara göre değildir!” demiş. Haklı. Ben, “Şimdi de sıra bunda!” gibi yaşıyorum. Kendimi yaşlı gibi hissetmiyorum. Zaten, “Yaşlı değil, ileri yaştayım” diyorum! Ne var ki yaşlılıkta, ‘bıkkınlık’ olur. O işte hiç yok bende, bıkkınlıktan çok, doymuşluk yaşıyorum!

HAYRET VE MERAK

Peki yaşlılığın en tatsız tarafı ne?

– O kadar çok şey görmüş ve yaşamış oluyorsun ki, ‘hayret’ ve ‘merak’ duyguları azalıyor. Hatta yok oluyor! Ama Allah’a şükür, Türkiye sayesinde, benim bu duygularımda azalma yok. Bu ülke, harika bir deli! Her zaman hayret edeceğin ve merak duyabileceğin şeyler çıkıyor…

En son bu duyguları hangi olayda hissettiniz?

– Gezi tabii ki!

Gezi patladığında tam olarak hissettiğiniz neydi?

– Ben o gençlerin, Gezi’ye yerleşmelerini patlama olarak değerlendirmedim. Yeşili korumak istiyorlardı ve bu isteklerini böyle dile getiriyorlardı. Aşırı yapılaşmadan ben de bunalmış biri olarak, onlarla özdeşleştim. Sonra baktım olay, farklı bir boyut kazandı. Ve hepimize çok başka şeyler öğretmeye başladı…

Bir psikiyatr olarak nasıl okudunuz bu gençlik hareketini?

– Psikiyatriyi falan bir kenara bıraktım, psikiyatri bundan anlamaz! Her şeyin dışında bir şey oluştu orada. Orada yaratılan modelin, bir benzeri dünyada yok. Hiç olmadı da. Yoğun bir hayret duygusu yaşadım ve tabii heyecan. Gel de Türkiye tutkunu olma Ayşe!

O kadar mı benzersiz gerçekten?

– Bana göre öyle…

Nesi benzersizdi?

– Kendiliğindenliği! Ki günümüzde bu, çok azaldı. Her şey, ‘proje’ye dönüştü. Oysa eskiden, yani her şeyin proje olarak yaşanmadığı dünyada, çoğu şey kendiliğinden oluşurdu. Kendiliğinden yaratılmış ve hâlâ ayakta kalabilmiş semtlerin duruşuna ve kişiliğine bir bak. Onlardan bıkamazsın, doyamazsın…

KOZMİK MERKEZ

Hangi semtler mesela?

– Son zamanlarda, Çarşı’dan ötürü Beşiktaş ilgimi çekiyor. Beşikt-aşk olgusu harika! O da, kendiliğinden oluşan bir aşk. Beyoğlu’nda kaldırımlardaki kafeler kapatıldığından beri, Beşiktaş’ta kafeler çoğaldı dediler. Gittim, gerçekten de ‘kozmik merkez’ olmuş. Orada, burada, “Hayat, sokakta yaşanır” diye yazılar.. Herhalde Beyoğlu Belediyesi’ne nazire. Müthiş bir dinamizm, müthiş bir canlılık. Bir de kentsel dönüşüm projelerine bak!

Tamam, Gezi’deki ‘kendiliğindenlik’ sizi çok etkiledi. Başka?

– Matriksten etkilenmemiş olması…

Nasıl yani? Nedir matriks?

– Matriks, bizi şekillendiren yüce güç. Tanrı’dan bahsetmiyorum, insanın yarattığı canavar. Biz, doğadan koptukça (tabii bunun içine kapitalizm de girdi) bizi güdüleyen ve şekillendiren bir güç yarattık. Kapitalizm, artık iyice çığrından çıktı. Günümüzde, haberlerin yarısı hayatla ilgiliyse, diğer yarısı finansla ilgili. Oysa Gezi, bundan tamamen kopuk bir hareketti. Önyargısız, toplumun her kesimine açık bir dünya yaratılmıştı. Ne politik görüş ne ideoloji… İlk defa, büyükler, gençlerden çok önemli şeyler öğrendiler. Tabii bazı büyüklerden söz ediyorum! Gezi’deki modelin, Mevlana’yı çağrıştıran yönleri vardı ama Mevlevilik gibi bir öğreti de değildi. Sadece yaşanıyordu. Ve en önemlisi ben Gezi’de ‘çocuk masumiyeti’ denen duyguyu gördüm. Belli bir yaşa kadar korunabilen o şeyi, bu yeni kuşakta gördüm…

Masumiyet, gezegendeki en kutsal şey

Masumiyet’ neden bu kadar önemli?

– Masumiyet, bana göre gezegendeki en kutsal şey! ‘Masumiyeti’ni ve ‘çocuk varoluşu’nu içinde koruyabildiğin zaman, her yöne doğru hareket edebiliyorsun. Matriksin etkisinde olanlar, hep düz bir çizgi üzerinde gitmeye çalışırlar. Her şey ‘proje’dir. ‘Saçmalamaktan’ ödleri patlar. Çocuk safiyetindeyse, saçmalamaktan korkmazsın. Bu da bir çocuk bilgeliği getirir. İşte bu gençlerde o vardı. Bir de ‘yaratıcı düş gücü’…

İMHA HAREKETİ

‘Yaratıcı düş gücü’ bilgiden daha mı önemli?

– Einstein öyle demiş, tamamen katılıyorum. Bir Japon atasözü vardır: “Bilmek ama onu yaşantıya dönüştürememek, bilmek değildir!” Hayata geçirilemeyen bilgi, hakikaten bilgi değil. Kuru bilgi.

Bu kendiliğinden hareket, neden ‘direniş’e döndü?

– Çünkü karşılarında düşman varmışçasına bir imha hareketine uğradılar.

Peki, Başbakan en başta parka gelip gençlerle konuşsaydı, her şey farklı mı olurdu?

– Bizim toplum yapımızda ve gurur sistemimizde, büyük, çocuğun ayağına gitmez! Böyle bir jest, geri adım atma ve zafiyet olarak algılanır…

Bazıları da gençlerin Başbakan’ı, ‘baba figürü’ olarak görüp, o otoriter ve baskıcı tavrına itiraz ettikleri şeklinde yorumladılar olup biteni. Siz ne diyorsunuz?

– Yaşam biçimine müdahaleden ötürü, ‘karşı çıkılan bir baba figürü’ olarak görülmüş olabilir. Ama başlangıçta Gezi olgusu, herhangi bir makamı ya da kişiyi karşısına alarak oluşmadı. Onlar, orada bir model oluşturdular ve onu yaşamaya başladılar. Orada kimseye herhangi bir politik mesaj verilmedi. Doğayla baş başa olmaktan öte bir iddiaları yoktu ki.

Bunu siyasiler neden okuyamadı?

– Çünkü okumak kolay değil. Biz öyle varlıklarız ki, alışmadığımız bir şeyle karşılaştığımız zaman, onu alıp, bildiğimiz bir formatın içine koyarız!

Bu ülkede yaşanmış hangi olay, 81 yıllık hayatınızda sizi en çok etkiledi?

– 6-7 Eylül olayları. Kamyonlara bağlanmış buzdolapları gördüm, sürrealdi her şey, kaçıyordu insanlar. Kadıköy’de alevler gördüm. En içler acısı Kumkapı’ydı. Kumkapı; Rum, Ermeni, Türk ve Bulgarların yaşadığı bir bütündü. O bütün parçalandı. Kumkapı’da damdan dama atlayarak kaçan ya da kaçırılan insanlar gördüm. Korkunçtu. Aksaray’da bir adamın eczanesi talan edilmesin diye ağladığını hatırlıyorum. “Ben Türk ve Müslümanım!” deyip duruyordu.

BİAT KÜLTÜRÜ

6-7 Eylül’de tarihe tanıklık ettiniz. Gezi’de yaşadığımız da tarihe tanıklık etmek mi?

– Kesinlikle! Ama iki olay arasında hiçbir benzerlik ya da yakınlık yok. 6-7 Eylül olaylarında, ‘otantik yağmacılar’ vardı. Genetiği değiştirilmiş organizmalar gibiydiler. Gezi’nin chapulling’i ise ‘katıksız organik’…

Peki, 6-7 Eylül olaylarını siz o yaşta nasıl değerlendirdiniz?

– İnsan, şok yaşadığı zaman, olayları anında değerlendiremiyor. Zaten hemen ardından sıkıyönetim geldi. Onu kapattı, bunu kapattı, gazeteler de çıkmaz oldu. Tuhaf olan hiç kimsenin, hiçbir şeyi sorgulamaması, her şeyi olduğu gibi kabul etmesiydi. Yıllar sonra yadırgadığım durumun ne olduğunu anlar gibi oldum.

Neymiş?

– Biat etme kültürü! Bizim toplumumuzda, otoriteye karşı kayıtsız şartsız biat etme eğilimi var. Araştırmıyor, soruşturmuyor, sadece peşinden gidiyor. Bunun sebebi de tarihte yaşananlardan ders çıkarmama. Ne yazık ki o biat kültürü hâlâ devam ediyor…

‘Biat etme’ kültürünün altında yatan psikoloji nedir?

– Güvenlik uğruna, yaşama sevincinden vazgeçme!

Yani bizim genetik kodlarımızda mı var? Hiçbir şeyi sorgulamadan kabul ediyoruz, biat ediyoruz. Bu mudur?

– Bu insanda zaten var olan bir eğilim. Ama dereceleri var. ABD’de ‘American History of Mental Health’de yapılan araştırmalar var. Beyni, kabaca üç katmana ayırırsak, en alttaki katman en ilkel katman. ‘R Complex’ denilen o en ilkel katmanda, insanlarla-sürüngenler arasında ortak yanlar olup olmadığı araştırılıyor. Ve 20 kadar ortak yan bulunuyor. Bunlardan biri de liderin peşinden gitme eğilimi! Türkçesi, biat etme… Oysa beynin daha gelişmiş iki katmanını kullanabilen insanlarda, lider gözden geçiriliyor, değerlendiriliyor, kişi inanıp, inanmamak konusunda içinde tartışma yaşıyor ve ona göre peşinden gidiyor ya da gitmiyor…

Lider arayışında olmak kötü bir şey mi?

– Hayır. Bir liderle özdeşleşmeye ihtiyacımız olabilir ama mesela benim liderim yok, çok uzun süredir de olmadı.

KAYBETMEYİ BİLMEK

Peki liderlikle güç arasında nasıl bir ilişki var? Ve sizce ‘güç’ün doğru tanımı ne?

– Güç, bazen kazanmak bazen de kaybetmektir…

Hiç kaybetmeyen lider olabilir mi?

– Göreceli olarak düşünürsek, Franco ölene kadar İspanya’nın başında kaldı da n’oldu? Genellikle lider olarak nitelendiren kişiler, bir direniş hareketini taşımış olan insanlar oluyor. Güney Amerika’da Simon Bolivar, Güney Afrika’da Nelson Mandela, Hindistan’da Mahatma Gandhi, Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk. Çünkü onlar var olan ama kaybedilen şeyleri yeniden kazanma savaşını üstleniyorlar ve toplumu peşlerinden sürükleyebiliyorlar. O yüzden lider sözcüğünü kullanırken daha dikkatli olmaya çalışırım. Herkes lider değil…

Hırs, haset ve öfke

Başbakan, Gezi Parkı olgusunu şahsına yönelik bir tavırolarak mı algıladı?

– İlk tepkisi, “Ben Topçu Kışlası’nı yaptıracağım!” olduğu için öyle algıladığı anlaşılıyor…

EZİKLİK DUYGUSU

“Hayata, en aşağıdan başlandığında, yukarıdan başka gidecek yer yoktur. Biçimsel yükselmeye, ruhun yükselmesi eşlik edemediğinde biz yükseldikçe, yukarısı da giderek yükselir…” diyorsunuz, ne demek istiyorsunuz?

– Hırstan söz ediyorum tabii! Psikanalizin kurucularından Adler, “Rüyasında kendini düşerken görenler, kendisini yüksek bir yerde olduğunu zannedenlerdir” der. Aslında alçak ya da yüksek, mertebeler yok. Bunlar, toplumun dayattığı şeyler. Dolayısıyla bir insan durumunu kabul etmiyorsa, yükselmek, tırmanmak istiyorsa -ki doğada tüm canlılar eksiden artıya geçmeye çalışır, doğal bir şeydir- ama ‘proje’ olarak yukarıda olmayı planlamak, içinde ‘öfke’ de barındırır. Karen Horney bunu çok güzel açıklar: “Yukarıda olmayı isteyenler, aslında birilerini aşağıda bırakmak isteyenlerdir!”

Peki sağlıklı yükselmenin şartı ne?

– Yükselmeyi kafaya takmamak! Bir insan eziklik duygusu yaşıyorsa, bunu ancak yukarıda olarak çözümleyebileceğini zannediyor. Bu da hem kendisi hem çevresi için yıkıcı olabiliyor.

KENDİNİ ÖNEMSEMEK

“Bu dünyaya verilen zararların yarısı kendini önemli hissetmek isteyen insanların eseridir!” diye bir söz var… Doğru mu?

– Evet, T. S. Elliot’ın sözü. Bence doğru. Adolf Hitler mesela. İnsanlığa çok zarar verdi. Mussolini ve Pinochet de kendi halkına verdi…

Gezi, ileride laboratuvar gibi incelenecek mi? Biz hâlâ sürecin içindeyiz ve tam olarak algılayamıyor muyuz?

– Bence öyle. Ben açıkçası biraz da çocuksu bir yaklaşımla gençlere bakıp, “Bir gün kapitalizm çöktüğünde acaba insanlar böyle yaşayabilir mi?” diye düşündüm. Ama bu tabii benim iyimser yaklaşımım.

Günümüzde ‘mütevazı liderler’ yok mu?

– Ender de olsa var. Uruguay Devlet Başkanı mesela. Çünkü seçildikten sonra oturduğu köy evini terk etmedi. Kıyafetlerini bile değiştirmedi. İşine bisikletle gidiyor ve maaşının yüzde 90’ını hayır kurumlarına bağışlıyordu. Aslında geçmişte Kuzey Avrupa’da da bunun örnekleri vardı. Yöneticiler halkla iç içe yaşamaya özen gösterirdi. Olof Palme öldürülünceye kadar.

Hem felaketin yaratıcısı hem de kurbanıyız

Günümüz Türkiyesi’nin siyasileri, karşınızdaki divana yatsalar, onlara ne gibi teşhisler koyarsınız?

– Ne haddime! Zaten psikoterapiye, bir ayağı içeride, bir ayağı dışarıda olanlar gelir.

Nasıl yani?

– Yani kendini soruşturan insanlar. Soruşturmayanlar, zaten bütün doğruları bildiklerine inanırlar.

Onlar bana neden gelsinler ki? “Her şeyi kontrol edebileceğini düşünen varlığın akıbeti felakettir. Ve bizler şimdi hem o felaketin yaratıcısı hem de kurbanıyız” diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?

– İnsanlık kibrinden bahsediyorum. Bu kibir bizi bir noktaya getirdi ve bindiğimiz dalı kesiyoruz…

Topluca felakete mi gidiyoruz?

– Görünüş öyle. Geri dönüş olmazsa, gidiş o gidiş…

Toplum, birbirine düşman iki kampa bölündü, iyice kutuplaştı. Sizce bu kutuplaşmanın sebebi ne?

– Haset.

Türk toplumunun beyin yapısı nasıl?

– Genelinin sol beyinli olduğunu düşünüyorum. Sağ beyin, bütünü algılar. Sol beyin, ayrıntıya odaklanır, bütünü gözden kaçırır.

BİLENİYORUZ!

Peki fanatizme yatkınlıkla, beynin işleyişinin bir alakası var mı?

– Ona, beynin işleyişi demeyelim, ‘kişilik organizasyonu’ diyeyim. İnsanın kişilik organizasyonunda önemli boşluklar varsa, genellikle o boşlukları bazı inanç sistemleri ve ideolojilerle doldurarak, kendilerini daha bütün hale getirmeye çalışırlar. Örneğin 12 Eylül döneminde hâkim soruyor: “Adın ne?” Yanıt: “Marksistim!”

Bunları yaşayan bizlerin ruh hali ne oluyor?

– Kimi yerinde sayıyor, kimi bileniyor. Her şeye rağmen, tüm bu yaşananlar karşısında mutlu olduğunu ifade edenler de var çünkü bir umut gördüklerini söylüyorlar… – Elbette. Mevcut iktidar, muhalefetsiz yaşamaya çok alıştı. Güç ve karşı güç olduğu zaman dinamizm ortaya çıkar. Bu dinamizmde ödenecek bedeller de vardır. Belki de sürükleniyor olmaktan daha iyi!

“Ruhumun daha da kirlenmemesi için belli şeyleri okumak ya da izlemek istemiyorum” diyenlere ne diyeceksiniz?

– Hepimizin gizli gizli ana rahmine dönme isteği vardır. O konforlu ve sorunsuz hayata dönebilmek. Ama böyle bir şey için fazla büyüdük! O yüzden, kafamızı kuma gömmenin faydası olmaz. Hayata devam edeceğiz.

Peki ya kaçıp gitmek isteyenler…

– Yaa o da var. Onların da bir yere gideceği yok aslında! “Çocuklarımın geleceği için böyle düşünüyorum” diyenler de var. Ama hangi ülkenin nerede sapıtacağı artık hiç belli değil! Neye göre seçip, nereye gidecekler? Bir tanıdığım Kanada’ya gitmeye hazırlanırken, Vancouver’da hiç beklenmedik biçimde ciddi olaylar yaşadı. Ayrıca, “Çocuklarım için göç ederim” diyenleri şöyle bir zorluk bekliyor: Amerika’ya göç etmişler mesela, ebeveyn Türk, çocuklar Amerikalı. Zamanla arada ciddi bir boşluk oluşur. Buna ileri yaşın “Toprak çeker” dedikleri özlem de eklenir. Köklerini özlemenin de çaresi yok!

Hamiş: Gezi direnişine dair Engin Geçtan’ın yazdıklarını okumak için…

http://engingectan.tumblr.com/post/58781504443

Yorum Bırak