Bu da Geçer!


Bugün pazar röportajı konuğumuz şahane yazar Ece Temelkuran nefis bi kitap yazdı: ‘Bu da Geçer.’ Seveceğinizi düşünüyorum

Memlekette deli bir gürültü var. Kerterizi kaybettik. İyi ne? Kötü ne? Doğru ne? Yanlış ne? Hepsi birbirine karıştı. Bu keşmekeşte insan olarak bize bir şey oluyor. Değişiyoruz. Bozuluyoruz, bozulmamaya çalışıyoruz. Delirmemeye çalışıyoruz! Ece Temelkuran’ın yaptığı, işte bu keşmekeşin bizi insan olarak nasıl etkilediğini anlatmak. Okuyunuz, okutunuz, çok etkileyici yazılar, tespitler…

Onu yakalamışken pek çok şey hakkında sordum. 

GEZEGENDEKİ EN İYİ NOKTADAYIM… BALKANLARIN EN BATILI, BATI’NIN EN BALKAN ŞEHRİNDE

Neredesin Ece? Hangi topraklar, hangi coğrafya…
-Bana sorarsan, gezegendeki en iyi noktadayım. Balkanlar’ın en Batılı, Batı’nın en Balkan şehri: Zagreb. Avrupa’nın kıyısı. Geçen gün Mehmet Ali Alabora dedi, “En iyisini sen yaptın” diye. Bence de öyle. Ben kıyıda durmayı severim zaten, merkezler ruhumu yorar.

ZAGREP 90’LARI ANKARA’SI GİBİ ALÇAK GÖNÜLLÜ BİR YER

Kokusu ne oranın, rengi ne, dokusu ne…
-Burası, 90’lar Ankara’sı gibi. Şimdi böyle söyleyince, bazılarına kâbus gibi gelebilir ama benim için en iyisi. 90’ların Ankara’sında öğrenci olduğum için belki. Bir de buradaki insan dokusu da o zamanın Ankara’sını andırıyor. Alçak gönüllü bir memleket, öyle çok çılgın bir tarzı yok Londra gibi, New York gibi. “Ulu orta ilginç” değil yani. İlgince, çılgına doymuşum ben zaten, bana iyi geliyor “normal”. Hayatta ilk kez hür irademle pazara gitmeye başladım burada. Pazar arabam bile var, teyzeler gibi, çok matrak…

Orada Corona nasıl geçiyor?
-En şanslı yerlerden biri. Neden? Çünkü zaten insan az. “Sosyal mesafeyi koruyacağım” diye aklını kaybetmiyor insan. Çünkü zaten sokakta insan yok! Arkadaşlarım buraya geldiğinde “Herkes nerede?” diye soruyor hep. Diyorum ki, “Valla, biz burada bu kadarız!” Eve kapatma olmadı burada. Bir de insanı genel olarak eğitimli olduğu için kurallara iyi uyuldu baştan. Fakat buradaki derdimiz, durmayan depremler. Arkadaş, 140 yıldır deprem olmayan yerde ben gelince deprem oldu! Biz şerbetliyiz de, yerliler çok sarsıldı. Yeni olayımız şu: Her depremden sonar millet sokaklarda kokteyl parti gibi takılıyor. Gelenek oldu neredeyse. Balkanlık var tabii eninde sonunda.

EVET, BİNALAR BİRAZ KIRIK DÖKÜK BANA BUNALTICI GELMİYOR! BENDE YARALI, KIRIK DÖKÜK OLANA BİR MEYİL VARDIR ZATEN

Pencereden sokağa baktığında gördüğün manzara seni mutlu ediyor mu?
-Başkasını etmez de beni ediyor. Sanki Ankara’da Aşağı Ayrancı’daymışım gibi. Galiba genç hissediyorum. Hırvatistan zengin bir ülke değil, o yüzden binalar biraz kırık dökük. Kieslowski filmleri gibi biraz. Ama bende yaralı, kırık dökük olana bir meyil vardır zaten. Başkasına bunaltıcı gelebilir, bana öyle gelmiyor camdan bakınca gördüğüm.

Bizim memlekette, “samimiyet”le “yüz göz olmak” çok karıştırılır. Burada, daha mesafeli bir samimiyet var. Ama dikkatimi en çok çeken farklılığı söyleyeyim: Kadınların birbirine davranışı. Refleks olarak dayanışma var kadınlar arasında. Kadınların doğal hakimiyeti var sanki burada. O da insana kendini huzurlu hissettiriyor. Sözlü veya bakışla taciz yaşamazsın burada!

5 yıldır ordasın, özlemedin mi Türkiye’yi her türlü manyaklığına rağmen?
-Türkiye deyince soyut bir mesele. Boğaz’da rakı-balığı özledim tabii ama at izinin, it izine karıştığı o yeni siyasi ortamı, yeni medyayı elbette hiç özlemedim! Memleket dediğin çoğu zaman bir masa, sevdiklerinin olduğu büyük bir masa. Ben o Türkiye’yi özledim.

ŞİPŞAK HAYAT KURMAK BENDE BİR YETENEK OLDU

Nasıl bir hayat kurdun kendine?
-Şipşak hayat kurmak bende bir yetenek oldu. Gönder beni dünyanın herhangi bir yerine, sana bir haftada ev kurayım. Güvercin gibiyim ben. Onlar da böyle iki-üç dal koydu mu bir yere, yuva ilan ederler. “Nasıl olsa kalmayacağım” duygusuyla kuruyorum evi galiba. Benim hayatım zaten çalışma kampı gibidir biraz, buradaki hayat da, “Ne yazılacak? Ne okunacak?” bunun üzerine kurulu. Ama çok iyi dört arkadaşım var burada. Az insanlı, çok çalışmalı bir hayat yani.

BEN MEMLEKETİN MALUM HALİNDEN DOLAYI KALDIM BURADA

Buradaki yayıncım ve yakın arkadaşım Petra, bana zorla bu küçük evi aldırmıştı zamanında. “Senin sağın solun belli değil, dünyanın durumu da iyi değil, senin burada bir yerin olsun” diye kendi buldu evi. Ben de 24 saatte almıştım 2014’te. Kendimce lüks planlarım vardı, stüdyo gibi kullanacaktım evi, yazmak için. Ama şimdi gezegendeki tek evim burası.

KİMSE “CANIM” DEMEKTEN VAZGEÇMESİN YABANCI ARKADAŞLARINA BU ŞAHANE SÖZCÜĞÜ ÖĞRETSİN!

Kitapta da anlatmışsın gerçi, “Canım” ya da “Kalender” Türkçe dışında bir başka dilde nasıl denir?” diye… Ne kadar kasıyor bu durum seni? Sırf bu yüzden “Canım” demekten vazgeçtiğin oluyor mu?
-Hiç! Bence kimse, o özel sözcüklerden vazgeçmesin ve yabancı arkadaşlarına öğretsin. Çünkü onların da duygu dünyası genişler böylece. Canım demekle “dear” demek bir mi? Değil. Onlar da, canım sözünün hissini öğrenir sen söylemeye başlarsan. Bak bu canım meselesi önemli hakikaten. Bu yüzden dünyanın her yerinden yakın arkadaşlarım bana ‘canım’ der. Kelimenin aslı Farsça, “Janum” diye söyleniyor. Ama sayemizde İngiliz, Amerikan, Fransız aksanıyla bu sözcüğü söylüyorlar. Bak, dil böyle gelişir, bizim gibi insanlar zorladıkça. Hiç şaşırmam mesela, bu göç eden Türkler sayesinde İngilizce’ye ‘’canım’’ sözcüğü eklenirse. Hatta, dur yahu, ekleyeyim ben bunu yaza yaza…

DOĞURULMUŞ BİR ÇOCUK GELSE İYİ BİR ANNE OLURUM GİBİ GELİYOR

Ben 45’lerde bir daha çocuk yapayım hevesine kapıldım, Ömer istemedi, tek taraflı olamayacağı için de vazgeçtim! Sende bu tür yükselmeler var mı?
-Geçen gün çok yakın arkadaşım Burçak’ın bebeği Valentino’yu, kucağımda tuttuğum bir fotoğrafımı gördüm ve aniden şunu düşündüm: Çocuğu olmayan kadınlar yeni doğmuş bir bebeği kucaklarında tutarken yüzlerinde garip bir ifade oluyor. Kendilerine derinden soruyorlar sanki, “Yanlış mı yaptım doğurmamakla?” diye. Sanki Tanrı’ya sorar gibi bir ifade o. Senin Alya ile serüvenini yıllardır izliyorum. Ne zahmetli ve ne kutsal bir ilişki. Çocuğu olanlar kadınların dünya üzerinde başka türlü durduklarını düşünürüm, sanki ağırlık merkezlerini bulmuş gibi. Ama yine de benim olmadı, olamadı. Bundan sonra, 47 yaşımdan sonra, sanırım olmaz. Doğurulmuş bir çocuk gelse, iyi bir anne olurum gibi geliyor. Çok mutlu olurum en azından.

Oradan Türkiye nasıl görünüyor?
-Oradan diyorsun da, tam da uzaktan mı bakıyorum, emin değilim. Ya da oradayken daha mı yakındım acaba? Ama Türkiye bir santrifüj gibi. İçinde olunca daha az görüyorsun, dışına çıkınca da insan bir daha içine girmekten korkar hale geliyor. En ürkütücü olan da insan, merhametsizliğe ve düşmanca ilişkilere ne kadar alışmış olduğunu fark ediyor dışarı çıkınca.

“ISSIZ BİR ADAYA DÜŞSEN YANINA NE ALIRSIN?” HER ŞEY YALAN, GERÇEK ŞU: HAYATTA KALMAYI BİLEN BİRİNİ ALIRIM!

Corona sana en çok ne öğretti?
-En çok dikkati çeken şeylerden biri şu: Emeğin kıymetini ne çok unutmuşuz. Bir domates yetiştirmek, bir ekmek mayalamak ve pişirmek ya da bir kazak örmek ne çok emek gerektiriyor, unutmuşuz. Ve yaşamaya gereken ne çok temel bilgi yok aslında bizde. Hep sorarlar ya, “Issız bir adaya düşsen yanına ne ya da kimi alırsın?”’ diye. Her şey yalan, gerçek şu: Hayatta kalmayı bilen birini alırım!

BEN NEREDEYSEM, HAYAT ORADA!

Her gün Türkiye haberleri okuyor musun? Orada da Türkiye’yi mi yaşıyorsun?
-Öyle bir “ne orada ne burada” hayat yaşanmaz Ayşe. Ben yaşayamıyorum. Buraya geldiğimde bir karar verdim: Ben neredeysem, hayat orada! Olmadığım bir yerdeki hayatı sürdürmeye, takip etmeye çalışmıyorum. Ama siyasi olayları takip ediyorum elbette, bir tür meslek hastalığı. Ama ABD’yi de İngiltere’yi de Hindistan’ı da takip ediyorum.

AĞZIMDAN KAN GELİYOR AMA BENİM İLK DÜŞÜNDÜĞÜM ŞEY NE: “BUGÜN YAZI VAR MIYDI YETİŞTİRMEM GEREKEN?” BÖYLE DE BİR ACIMASIZLIK KENDİNE KARŞI

Ben mesela Londra’da olmaktan tırstım. Orada yaşıyoruz normalde. Ama bu dönemde Türkiye’de olduğumuz için mutluyum. Buranın hastanesi, sağlık görevlisi başka, her türlü saçmalığına rağmen Türkiye tercihim… Demek ki sen de kendini Zagrep’te evinde gibi hissediyorsun… Öyle mi?
-Yok o kadar değil. O yüzden de durmadan vitaminler, spor, aşırı dikkat hep. Çünkü iki yıl önce kitap yazarken, kendimi öldürürcesine çalışırken bir sabah ağzımdan kan gelmeye başladı. Sabahın beşi! Tanıdığım bir taksiciyi aradım, geldi hastaneye beni o götürdü. Ağzımı açamıyorum ki, konuşayım acil serviste. Taksici Tom anlatıyor derdimi. Rezalet! Neyse bir şey yokmuş, küçükdilim kanamış. Böyle de bir saçmalık. Neyse, o gün biraz zavallı hissettim tabii. Ama böyle şeyler Beyrut, Tunus gibi daha berbat yerlerde de başıma geldiği için çok da delirmedim. Beyrut’ta bir jinekolog maceram vardır mesela, of of of. Ama yine de insan, öyle zamanlarda arkadaş istiyor yanında. Bir de yardım istemekte zorlandığım için çok yakın arkadaş olması lazım. Daha fenasını söyleyeyim: Ağzımdan kan geliyor ama benim ilk düşündüğüm şey ne? “Bugün yazı var mıydı yetiştirmem gereken?” Böyle de bir acımasızlık kendine karşı.

BEN DE VERDİM KARARIMI BENİM İÇİN EN ÖNEMLİ ŞEY YAZMAK VE KİTAPLARIM GERİSİ GEÇİYOR HEP

Yeni kitabın, “Bu da Geçer” çıktı. Sence geçer mi?
-Geçiyor işte… Ömür de geçiyor ama… Ömrün sonlu, “meselelerin” sonsuz olduğunu kavradığın zaman bir karar veriyorsun: Ben dünyanın neresinde, nasıl duracağım diye. Ben bir karar verdim… En önemli şey yazmak ve kitaplarım… Gerisi geçiyor hep… Baksana, bin yıllardır insanlar ne göçler ne savaşlar ne felaketler yaşamış. İspanyol Gribi mesela… Dünya Savaşı’nda ölen insanlardan daha fazla kayba yol açmış. Kaç kişi biliyor o yılları? Bak şimdi Corona meselesi de biraz öyle olacak… Bittiğinde, “Öyle bir şey olmuştu, evet” diyeceğiz. İnsan hep iyiyi hatırlamaya meyilli esasında. Bu, hayatta kalmak için insan türünün verdiği bir karar.

KÖRLERLE SAĞIRLAR BİRBİRİNİ AĞIRLAYINCA ÇOK GÜRÜLTÜ ÇIKIYOR VE KIYMETLİ SÖZ, SIĞINAKLARA KAÇIYOR, PODCAST’LERE, WEB SİTELERİNE BİLENLER SUSUYOR BU CAHİL GÜRÜLTÜSÜNDEN UTANIP

Bu kitap, iki bölümden oluşuyor. “Gürültüde” ve “Sıradanlığın Kötülüğü” ve okura yazdığın baştaki o çok güzel mektup… Hepsi, içinde bulunduğumuz ruh halini şahane anlıyor. Sence bu “gürültü” geçecek mi? Yoksa bizi yiyecek mi?
-Yiyor bizi, yedi ama bitiremedi daha. Artık kabul etmek lazım, “eski Türkiye” diye bir şey vardı ve şimdi yenisi var. Kabul etmek derken teslimiyetten değil, adını koymaktan bahsediyorum. Eşim Umut, Zagreb’e geldiği zaman, Türkiye kanalları açılıyor evde ve o zaman görüyorum kimler, neler konuşuyor. Aman ya Rabbi! Diyorlar ya, “Muz Cumhuriyeti” diye, muzla alakası yok. Bunun adı “Salla Gitsin Cumhuriyeti”. Körlerle sağırlar birbirini ağırlayınca çok gürültü çıkıyor ve kıymetli söz, sığınaklara kaçıyor, podcast’ler, web siteleri gibi. Bilenler susuyor, bu cahil gürültüsünden utanıp.

ÜLKEDE CİDDİ BİR “SEVGİSİZLİK SORUNU” VAR. AYNI SİYASİ KAMPTA OLANLAR DA BİRBİRİNİ SEVMİYOR

Evet, deli bir gürültü var. Sadece memlekette değil, dünyada… Kerterizi kaybettik… İyi ne kötü ne doğru ne yanlış ne hepsi birbirine karıştı. Bu keşmekeşte, haliyle, bize de bir şeyler oluyor, değişiyoruz, bozuluyoruz… Bozulmamaya çalışıyoruz. Delirmemeye çalışıyoruz…. Delirenlerimiz de oluyor. Sen tüm bunları anlatıyorsun bu kitapta… Gürültüde İnsan Kalmak, Gürültüde Kadın Olmak, Gürültüde Utanmak, Gürültüde Kaçmak… Senin önerin ne? Nasıl yapsak da delirmeden devam edebilsek?
-Hiç uzatmaya gerek yok, bunun tek bir çıkışı var: Dayanışma. Hem siyasi olarak hem de kişisel hayatlarımızda. Biraz da o yüzden o gürültüde serisini yazdım zaten. Bu gürültünün içinde “Ben buradayım, sen neredesin?” demek için. Delirmemek için, birbirimize deli olanın biz olmadığımızı sürekli hatırlatmak ve akıllı olmanın bu zamanın cezası olduğunu unutturacak kadar birbirimizi sevmemiz gerek. Siyaset konuşanlar bu konuyu pek önemsemiyor olabilir ama ülkede ciddi bir “sevgisizlik sorunu” var. Aynı siyasi kampta olanlar da birbirini sevmiyor.

GÜZEL ŞEYLER ÜRETMEK, BENİM BECEREBİLDİĞİM TEK DİRENİŞ. BİR TÜR “ACIMADI Kİ!” DEMEK GİBİ!

İçine kaçmak mı, içine kapanmak mı, ne olursa her daim ürütmek mi, muhalefet etmek mi? Hangisi sana daha yakın geliyor?
-Dünyanın umurunda değil, benim içime kapanmam, küsmem. Fare, dağa küsmüş hesabı. Yani, “Bu ülke hiçbir zaman istediğim gibi olmayacak, o yüzden kapatayım kendimi!” kararı, sadece bu kararı alanı, “kurban” yapar, başka da bir işe yaramaz. Güzel şeyler üretmek, benim becerebildiğim tek direniş. Bir tür “Acımadı ki!” demek gibi. Çünkü bak, kötülük geçici, kalıcı olan güzel olandır. Türkçe konuşanlar ileride bugün bu delirtici gürültüyü yaratanları değil, Türkçe’de güzel şeyleri üretenleri hatırlayacak. Tarih bize bunu öğretiyor.

EĞER “GÜC”Ü, BAŞKALARININ ÜZERİNDE KURDUĞUN TAHAKKÜM OLARAK TARİF EDERSEN, “BİRİ” OLMAYI ÖYLE BECERMİŞSEN, YURT DIŞINDA “HİÇ KİMSE” OLMAK, İNSANI PERİŞAN EDEBİLİR! BENSE BAYILIYORUM, BÜYÜK ÖZGÜRLÜK

Türkiye’de “biri”yken, yurt dışında “hiç kimse” olduğun da oluyor… Bu durum seni nasıl etkiliyor?
-Çok güzel etkiliyor! Hiç kimse olmak, büyük özgürlük, her şeyi yeniden temize çekebilirsin. Ama hayatta biri olmaktan başka bir tatmini olmayan birini, bu söylediğim yerle bir edebilir. Burada en önemli şey, insanın gücü nasıl tarif ettiği. Eğer gücü başkalarının üzerinde kurduğun tahakküm olarak tarif edersen, “biri” olmayı öyle becermişsen, “hiç kimse” olmak, insanı perişan edebilir. Yakın zamanda gördüm böyle insanlar. Çok zengin, çok kudretli ama yurt dışına çıkınca kimsenin umurunda değil diye, yas tutuyor. Halbuki ne güzel işte, mis gibi, yeniden başla, temiz temiz!

HER YERDE EVCİKLER KURDUM

Pek çok ülkede yaşadın. Saysana… Her yerde yeniden “ev” mi kurdun?
-Evcikler diyelim. Oxford, Beyrut, biraz Paris, Tunus… Tunus’taki bayağı bir evdi, minnacık olmasına rağmen küçücük bir bahçesi vardı. Gül reçeli bile yapmıştım orada, bahçenin güllerinden.

BEN HAYATLA GERÇEKLİĞİ TÜM ÇIPLAKLIĞIYLA KABUL EDEREK BAŞ EDEBİLİYORUM

O kadar çok insan gitti ki bu ülkeden, dünyanın her tarafına çil yavrusu gibi dağıldık… Ne düşünüyorsun bu konuda?
-Daha kabul etmiyoruz bu meseleyi. Vaktiyle Avrupa’ya giden İranlılara ya da Beyrutlulara ya da şimdiki Suriyelilere hiç benzemiyormuşuz gibi bir hava veriyoruz kendimize. Sanki herkes durup dururken kişisel bir seçim yapmış gibi anlatıyor göçünü. Daha kendimize bunu yediremiyoruz galiba. Ben hayatla, gerçekliği tüm çıplaklığıyla kabul ederek baş edebiliyorum. “İlk kez bizim başımıza gelmiyor, biz bunu yaşayan son insanlar da değiliz!” deyip derdimizi biraz tarih sahnesinde yerli yerine koymayı seçiyorum. Bakıyorum bizden öncekiler bu göç meselesiyle nasıl başa çıkmış, ne yapmışlar. Tarih bunun için var zaten, öğrenelim diye. O yüzden de diyorum, güzellik kalır diye. Bak bugün Broadway, Hollywood varsa, zamanında Nazilerden kaçan Yahudiler sayesinde. Biz de elimizden geldiğince, dünyaya güzellik katmak zorundayız, hayatta kalmak için. Gittiğimiz yerlere güzel şeyler götürmeliyiz ki, bu yaşadığımız çileye değsin. Sonunda geriye kalan biz olmalıyız.

Ece Temelkuran evde, nar ekşili kısır yapar mı?
-Ayıptır söylemesi, ben iyi yemek yaparım. Sofralarım meşhurdur. En son, iç pilavı yaptım mesela. Ama zeytinyağlılarım sevilir. Bir de uydurma yemeklerim iyi bilinir arkadaşlar arasında. Geçen gün rezene ile paprikayı zeytinyağlı yemek gibi yaptım misal, çok güzel oldu, tavsiye ederim.

Simit / Ezine peynir ihtiyacını nasıl karşılıyorsun?
-Ah kalbim! Ezine’yi ve simidi Umut getiriyor. Ama benim esas derdim biber salçası. Allah başka dert vermesin, diyecekler de yemeği biber salçasıyla yaparım ben…

Ne dinleyince gözlerin doluyor?
-Ha bak, o konuda kendime sınır koydum. İçli Türkçe müzik yasağı. Kaldıramıyorum. Bir de kendime yakıştıramıyorum o hali. Buraya geldikten sonra aşırı duygusallık meselesini buzluğa attım. Ama dinlersem çok ağlayacağım şarkı, Kalbim Ege’de Kaldı, Sezen’den. Annemle şarkımızdır. Sezen’in kulakları çınlasın.

Güçlü kadın nedir? Kimdir? Kitapta yıkıldıkça yeniden doğmak konusuna değiniyorsun…
-Mesele yıkılmamak değil, yeniden ayağa kalkmaya karar vermek. İşten atılırsın, boşanırsın, evsiz kalırsın, meteliksiz kalırsın -ki bunların hepsi oldu bana- ağla, bağır, çağır ama ertesi gün ruju sürüp yeniden başlayacaksın. Güç bu, başka da bir şey değil. Hayat, bir devam etmek meselesidir. Elde avuçta ne varsa, onunla yıkılanı yeniden kurma tutkusu, güç bu…

HER SABAH, DÜNYANIN DÖRT BİR YANINDAN GELEN YORUMLARI OKUYUNCA… DOĞRU KARARLAR VERDİM GİBİ HİSSEDİYORUM

“How To Lose A Country” kitabın, neredeyse bütün dünyada basıldı. Bu nasıl bir his? Nasıl bir gurur?
-Her sabah, Hindistan’dan, Avustralya’dan, öğlene doğru İngiltere’den, Fransa’dan, akşamüstü ABD’den, Şili’den okurların yorumlarını sosyal medyada görmek beni, nasıl desem, doğru kararlar verdim gibi hissettiriyor. Çünkü “ünlü bir yazarken” birden “Ben yazabiliyorum”u ispatlamak zorunda kaldım 44 yaşındayken. Hem de 20’li yaşlarındaki İngiliz ya da Amerikalı editörlere… İnsanın gururu kırılıyor. 2017-2018 çok zor yıllardı o yüzden. Çalışmaktan nasıl ölmedim bilmiyorum. Şimdi, hayatta ilk defadır bunun da tadını çıkarmayı kendime zorla öğretiyorum.

EDİRNE’NİN İLERİSİNDE KIYMET GÖRECEK BİR FİKRİN VAR MI?

İngilizce yazdın o kitabı. Başka bir dilde yazmak nasıl bir şey? Ne kadar zorluyor insanı? Ve yüzde 100 aynı Ece oluyor musun?
-Düşünüyorum da, 100 yüz Ece lazım mı? Ya da Türkçe’de tam kendim miydim acaba? Ama şöyle bir şey var: Başka bir dilde yazınca, insanın duyguları temize çekiliyor. Edirne’nin ilerisinde kıymet görecek bir fikrin var mı, mesele bu oluyor. Ne hissettiğinden çok ne bildiğin ve ne düşündüğün önem kazanıyor. Bu Ece’yi sevdim ben, eskisi kadar fazladan duygusu yok. Zaten şimdi, duygular biraz fazla prestijli bizim memlekette! En zalim olanı bile ağlayınca, affeden bir memlekette, duygu çok ucuzluyor.

DÜNYA, BİZDEN DELİRMENİN DERSİNİ ALABİLİR

“Dünya bizden delirmenin dersini alabilir” diyorsun bu yeni kitapta. Çok sevdim… Gerçekten de pek çok saçmalık önce bizde oldu… Peşimizden geliyorlar, özellikle de Amerika… Bu konuda ne diyeceksin?
-“Bizim başımıza gelen size de olacak” diye İngiltere ve Amerika’da 2016 yılında söylemeye başladığımda, ABD’lilerin ve İngilizlerin yüzlerini görmeliydin, “Kadın, deli herhalde” bakışı. Ama kitaptan sonra öyle olaylar oldu ki haklılığım ortaya çıktı. Beni üzen şu: Biz Türkiye’de bu değişimi yaşarken, çok yalnız bırakıldık. “Orası Türkiye, orada olur öyle şeyler” dendi. Hatta, bizim kadar direnemediler kendi başlarına gelince. Trump kim yahu! Politika bilmeyen bir adam. Gel sen, bunun politika bileniyle uğraş bakalım, hem de bütün dünya, “Türkiye’de harika şeyler oluyor” diye alkışlarken. Biz iyi direndik azizim, onu diyeceğim yani.

Yorum Bırak

eighteen − 12 =