Bu Dünya’da kendimizden başka evimiz yok

Ferhat Jak İçöz, bir klinik psikolog ve varoluşçu psikoterapist. “Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabının adı. Hayata dair 40 meseleyi, varoluşçu psikoterapi ve felsefe üzerinden anlatıyor. Güzel anlatıyor. Cinsellikten yemek yemeye, bağımlılıklardan ilişkilere, ölümden aşık olmaya, sosyal medyadaki varoluşumuzdan statü arzumuza, kayıp ve yastan travmalara, depresif hissetmeye, fazla tutunmaktan tutunamama haline, rüyalardan anda kalmaya kadar 40 konu… Ben Corona’yı da ekledim, sordum…


Fotoğraflar: Alper Kemal Özkorkmaz

“Bu dünyada, kendimizden başka evimiz yok” diyorsunuz… Hatta, “Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” diye bir kitabınız çıktı. “Corona Günleri”nde nasıl “kendimiz” olacağız?
-Corona virüsünün getirdiği ölüm kalım tehlikesinin ötesini konuşmak, şu sıralar garip geliyor. Ama doğru çoğumuzu etkileyen faslı bu: Nasıl kendimiz olacağız? Evde, kendimizle ne yapacağız? İnanılmaz bir test bence… Gündelik koşturmaca elimizden alındığında, geride ne kaldı? Tavsiyem bu soruyu kendimize sormak: “Elimde kalandan hoşnut muyum? Yoksa ne yapacağımı bilmez bir halde miyim?” Eğer cevap ikincisiyse, yeni bir soru beliriyor: “Nasıl oldu da ben kendimden bu kadar uzak bir hayat kurdum kendime?”

YAŞAMAKLA KAHIR ÜRETMEK ARASINDA İNCE BİR ÇİZGİ VAR… MÜMKÜNSE KAHIR ÜRETMEYELİM!

Peki, ne yapalım bu süreçte? Herkes, “Sakin olun!” diyor. Ama evimizin dışı da cehennem… Biz n’apacağız?
-Doğru, evimizin dışında cehennemi yaşayan yerler var. Hastaneler mesela… En ön safta virüsle savaşan tüm sağlık çalışanları… Ama evinde kalarak, topluma iyilik yapan bizlere, o kadar da zor bir kısmı düşmedi, bu mücadelenin… Eğer bu şanslı gruptaysak, yani hasta değil, evimizden çıkmadan öyle ya da böyle hayatımızı sürdürebiliyorsak, derin bir nefesle bunun ne kadar değerli olduğunu görmekle başlayabiliriz… Ve çoğumuz için aslında her şey “sakin.” Gerçekten sorun yaşamakla, kahır üretmek arasında ince bir çizgi var. Kahır üretmeyelim!

ÖNÜMDEKİ BİR MESELE İÇİN Mİ KAYGILANIYORUM? YOKSA HENÜZ OLMAMIŞ BİR ŞEY ÜZERİNE  SENARYOLAR MI YAZIYORUM…

Güzel şeyler düşünelim, güzel filmler izleyelim, kitaplar okuyalım, çocuklarımızla zaman geçirelim, bağışıklığımızı yükseltecek şeyler yiyelim… Esas olarak “iyimser” olmaya çalışalım di mi?
-Valla, güzel şeyler düşünemiyorsanız da düşünemiyorsunuzdur! İyimser olamıyorsanız da olamıyorsunuzdur! Duygularımızı ve düşüncelerimizi manipüle etmek, orta vadede iyi bir fikir değil… Çok çok yeni bir durumla karşı karşıyayız hepimiz… Dev bir belirsizlik. Bence bu konuda kendimize, hakkımızı teslim etmeliyiz… Yine önemli soru: “Önümdeki bir mesele için mi kaygılanıyorum? Yoksa henüz olmamış bir şey üzerine senaryolar mı yazıyorum?” Gerçekten önümüzdeki bir mesele ise, kaygı iyidir, hayatta tutar… Ama genel olarak şöyle düşünmekte fayda var: “Sağlıklıysam ve hayattaysam daha yapacak çok şey var!”

“AN”INIZI, TIPKI İÇİNDE ÇOK ZAMAN GEÇİRDİĞİNİZ BİR ODA GİBİ DONATIN

“An”da nasıl kalacağız?
-Zaten hep andayız! Geçmişe veya geleceğe gidip yaşayabilir misiniz? Ne yaşıyorsam şu anda yaşıyorum… Geçmişi de düşünüyorsam onu şu anda düşünüyorum… “An”larınızı, içinde yaşamak istediğiniz odalara benzetin. Ben nasıl bir odada oturmak isterdim? Soğuk, donuk, rahat olmayan, pis bir odada mı? Yoksa rahat ettiğim, kendimi iyi hissettiğim bir odada mı? “An”ınızı, tıpkı içinde çok zaman geçirdiğiniz bir oda gibi donatın.

SOSYAL MEDYA, BİZ NEYİ EN ÇOK ARARSAK, ONU BİZE DAHA ÇOK TAŞIYOR… SOSYAL MEDYA FEED’LERİMİZ ASLINDA HEPİMİZE BİR AYNA TUTUYOR

Peki ya sosyal medya… Hem bilgilendiriyor hem evimize felaket taşıyor…
-Valla, benim evime taşımıyor! Evet, üzücü ve endişe uyandıran haberler taşıyor, ama bir yandan da bir sürü imkan taşıyor… Online yoga dersleri, resim dersleri, canlı konserler, müzeler… Sosyal medya, televizyon gibi değil ki! Biz neyi en çok ararsak, onu bize daha çok taşıyor. Sosyal medya feed’lerimiz aslında hepimize bir ayna tutuyor…

EN İYİ FORMÜL: FORMÜL BULMAMAYA ÇALIŞMAK

Size en iyi gelen formül ne?
-Formül bulmaya çalışmamak! Bu zamanlarda bana en iyi gelen, verdiğim sözleri tutmakla, kendimi dinleyip, istediklerime yönelmek arasında sürekli değişen düzlemde olmak…

Neler yapıyorsunuz yani…
-Danışanlarımla online seanslar yapıyorum. Öğrencilerimle online platformlarda buluşuyorum. Taahhütlerimi korumak sadece ötekine ayıp olmasın diye değil… Yorulsam da sıkılsam da rutin iyidir! Öte yandan da gerçekten ne arzu ettiğime kulak vermeye çalışıyorum ve onlara da yer açıyorum… Bol yoga, bol yazmak, bol boyamak, bol bol Netflix… Üç tane köpeğim var, onlarla bol bol zaman geçirmek…

DÜNYA SANKİ, ”SENİN EMRİNDE DEĞİLİM!” GİBİ FISILDIYOR

“Yeni bir dünya düzenine geçiliyor, provası yapılıyor!” deniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
-Bunu, toplum bilimcilere sormak lazım. Ben birey bilimciyim. Ama daha önce karşılaşmadığımız ve hepimiz için çok yeni olan bir şeylerle karşı karşıya olduğumuz kesin. O yüzden olmayanlara dair senaryolar üretmek yerine, gerçekten karşı karşıya olduğumuzu anlamaya, tanımaya çalışmalıyız.

Bir de “Tabiat anayı mahvettik, bizden intikamını alıyor!” deniyor, sizin görüşleriniz ne?
-Bunu da doğa bilimcilere sormak lazım! Şaka bir yana, bir uzman olarak değil de bütün bunların ortasında olan bir insan olarak bu ekolojik iddiaya hak vermiyor değilim. Görmüşsünüzdür, Venedik’e yunuslar geri dönmüş! Kim ne anlar bilmem ama sanki Dünya, “Senin emrinde değilim” diye fısıldıyor, gibi geliyor.

Tüm bu süreç insanların kendi içine dönmesi için fırsat mı? Oburluğumuzla, aç gözlülüğümüzle, para hırsımızla sınanıyor muyuz?
-Kesinlikle bir içe dönme fırsatı! Ama aynı zamanda bir test de… Alışveriş merkezleri, cafeler, gezinmeler, tozunmalar, dükkanlar elimizden alınınca ne kaldı geriye? Herkes tek tek bunu sormalı kendine. Yemeden, bir şeylere sahip olmadan, para olmadan tabii ki olmaz… Ama ne kadarı gerekli ne kadarı değil…

BEN UZMANLAŞMAYI VE KENDİNİ ADAMAYI SAVUNUYORUM!

Siz kişisel gelişimin zırvalaştırılmasına, ayağa düşürülmesine, içinin boşaltılmasına, daha doğrusu, iki sertifika almış herkesin ortalıkta uzman gibi dolaşmasına karşısınız. Özetle neyi savunuyorsunuz?
-Uzmanlaşmayı savunuyorum. Kendimizi adamayı savunuyorum. Evet, bu, “Üç günde bilmem ne olma halleri”ne çok karşıyım. Dahası, bunun, bu hizmetleri alanlara çok büyük zararları da olduğunu düşünüyorum. Yani işin, etikle ilgili bir kısmı da var. Ama daha ötesinde, bu “sertifikalar dünyası”, tam da hızlı tüketim kafalarının bir yansıması! İster işimiz, kariyerimiz olsun, ister hobimiz, ilgimiz olsun, kendimizi o şeye adadığımızda, büyük enerji yatırımları yaptığımızda, ortaya düzgün bir şey çıkar. Belli sonuçları elde etmek için -çok para kazanmak, ünlü olmak, saygın olmak- girdiğimiz her şey, sakil kalacaktır. Onu kullananlara da zarar verecektir. Ünlü varoluşçu filozof Kierkegaard’ın “iman” diye bir kavramı var. Bütün belirsizliğe rağmen, sonucu bilmeden, kendini bir sürece bıraktığında, doymak mümkün, anlamlı yaşamak mümkün. Sertifika toplayarak veya iki günde bilmem neyi iyileştireceğini iddia eden kişilerin peşinden koşarak değil… İnanılmaz bir yavanlaşma var, her alanda, her şeyde…

KENDİN OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği, daha “farkında bir hayat”a davet mi?
-Tam olarak farkında bir hayata davet değil aslında… Galiba hepimiz, “farkındalığa” biraz fazla anlam yüklüyoruz. Evet, fark etmek çok önemli, ama sadece ilk adım. “Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği”nde davetim, sahip çıktığımız, sahip çıkabildiğimiz hayatlar sürebilmek… “Bu, bana ait… Bu, benim hayatımın parçası… Sevsem de sevmesem de… İyi ki yapmışım desem de bin pişman olsam da yaşadıklarım artık benim hayatımın parçası…” Böyle bir sahiplenme. Bunun için de kendimizi, içinde yaşadığımız dünyayı yakından tanımak lazım… Nasıl mı? Hem çok kolay hem de çok zor. Olup biteni izlemede kalmak… İzlemek ve kavramaya çalışmakta kalmak… Senaryo üretmeden! Üç adım ötesine gitmeden! Olmamış şeylerin peşinden koşmadan…

BU KİTAP, HAYATA DAİR 40 MESELEYİ VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ VE FELSEFE ÜZERİNDEN ANLATIYOR

Siz bu kitapta, hayata dair 40 meseleyi varoluşçu psikoterapi ve felsefe üzerinden anlatıyorsunuz. Cinsellikten yemek yemeye, bağımlılıklardan ilişkilere, ölümden âşık olmaya, sosyal medyadaki varoluşumuzdan statü arzusuna, kayıp ve yastan, travmalara, depresif hissetmeye, fazla tutunmaktan tutunamama haline, rüyalardan, anda kalmaya kadar, hayata dair 40 konu… Ve aslında hayatta sahip olduğumuz tek şeye, kendimize, daha yakından bakmamızı öneriyorsunuz… Sorun ne? İnsanlık olarak, insanı dışarıda bırakan ürkütücü bir yönde mi ilerliyoruz biz…
-Evet. Hem de çok! Üstelik bu, son birkaç yılın meselesi de değil. Sanayileşmeden beri gittikçe daha yıkıcı hale geliyor. Bu arada sadece kendimize yabancılaşmıyoruz, etrafımızdaki insanlardan, bize ev sahipliği yapan bu dev ekolojik sisteme kadar her şeye yabancılaşıyoruz! Bu yabancılaşmayı en güzel kendi hislerimize ya da düşüncelerimize dair kurduğumuz cümlelerde yakalayabiliriz: “Bu kadar üzülmemem lazım!”, “Çok abarttım”, “Daha mutlu olmam gerekiyordu…” Hayır! Ne yaşıyorsanız odur… Onu itip çekmek yerine ona yakından bakın, onunla tanışmaya çalışın… “Bu kadar üzülmemem lazım!” yerine, “Ya ben çok üzgünüm, neler oluyor acaba?” diye sorabilmek…

SORUNUMUZ MANTIĞA TAPMAK

Sorunumuz “mantığa tapmak” mı?
-Aynen öyle! Dedim ya, deneyimlerimizi itip çekmememiz lazım. O itip çekmeyi tam da “mantığın” dikte ettiği standartlara göre yapıyoruz… Terk mi edildik, “6 aydan fazla üzülemem!” diyoruz… Çok sevdiğimiz biri öldüğünde, ne kadar süre yas tutmamızın “normal” olduğu tartışılıyor. Çok ama çok ürkütücü bunlar!

Neden mantığa sığınmak kötü?
-Ben “Mantık kötüdür, onu tamamen terk edelim” demek istemiyorum. Mantık, elimizdekilerle ne yaparsak, istediğimiz yere ulaşabileceğimize dair çok önemli bir araç. Ama tek ölçümüz mantıklı mı değil mi olunca, o zaman kendimize yabancılaşmaya başlarız. Hayatta mantıklı olmayan ama sezgisel, hissel, duygusal olan çok şey var! Mantık genel geçer kurallar sunar bize… Biz ise, gerçek insanlar olarak, özgün anlar yaşıyoruz.

YÖNÜMÜZÜ, MUTLULUK, İYİMSERLİK VE KEYİFTEN ÇOK BİZE ANLAMLI GELENLERE ÇEVİRMEKTE FAYDA VAR!

“Mutlu olduysak, çok para kazandıysak, kendimizi iyi hissettiysek, keyif aldıysak yapalım… Sıkıntı mı veriyor, acı mı veriyor, yük mü oluyor, aman uzak duralım!” Bu cümlede sorun olan ne?
– Mesela, elinizde tuttuğunuz, “Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni yazmanın çok keyifli olduğu zamanlar oldu. Ama bu kitabı yazmanın çok ıstıraplı, çok can sıkıcı, usandırıcı anları da oldu. Yük oldu bazen… Ama benim için bu kitabı yazmak çok “anlamlıydı.” Tabii ki mutlu olalım, keyfimizin yerinde olduğu anlar çoğalsın hayatlarımızda. Ama diğer duyguları da yaşayacağız… Kaçmayalım! Tam da bu nedenle, belki de yönümüzü mutluluk, iyimserlik veya keyiften çok, bize “anlamlı” gelenlere çevirmekte fayda vardır!

MANTIĞIMIZI KAHIR ÜRETMEK, OLMAYAN ŞEYLER YAZIP, ONLARIN PEŞİNDEN GİTMEK İÇİN KULLANIYORSAK, GERÇEKTEN KENDİMİZE HAYATI DAR ETMİŞ OLURUZ

“Mantık, irade ve duygular” bize pusulalık eden üç kol iken; iradeyi, mantığın hizmetine soktuk, duygular da en iyi ihtimalle hoş bir seda olarak bir kenarda kalakaldılar. Aslında unuttuğumuz, dışarıda bıraktığımız kendimiziz!” diyorsunuz… Peki ama salgın günlerinde mantığa daha çok ihtiyacımız olmaz mı?
-Yine mantığı nasıl kullandığımız sorusuna geliyoruz… Eğer mantığımızı, kahır üretmek, olmayan şeyler yazıp, onların peşinden gitmek için kullanıyorsak, gerçekten kendimize hayatı dar etmiş oluruz! Ama tabii ki bu zamanlarda mantığa çok ihtiyacımız var. Kendimden bir örnek vereyim: Geçen haftaya kadar Corona virüsten korkmuyordum. Yakalanırsam, risk grubunda değilim deyip, hayatıma devam ediyordum. Ama sonra, nasıl taşıyıcı olabileceğimi, kendim risk grubunda olmasam da başkaları için nasıl bir tehlike yaratabileceğimi, davranışlarımın sınırlı ve çok değerli sağlık hizmetleri kaynaklarını nasıl tıkayabileceğini öğrendim. Gezip tozmak, istiyorum. Ama gerçekten eldeki verilerle yapılması gereken evde kalmak… Mantığım, elimdeki verileri yorumlamama çok yardımcı oluyor. Önemli olan, mantığımızı nasıl kullandığımız. Ve bu işin üç kollu olduğunu unutmamamız…

Yorum Bırak