Çok da şey etmemek lazım!


Var ya… Mutlaka bu filmi izleyin! Hem güleceksiniz hem ağlayacaksınız.
Hem şaşıracaksınız hem de “Çok fazla da şey etmemek lazım!” diyeceksiniz.
Avuçlarım patlayıncaya kadar Tolga Karaçelik’i tebrik ediyorum. Biliyorum çok fazla da şey etmemek lazım ama elimde değil, ediyorum. Uzun zamandır böyle bir film izlememiştim, bana çok iyi geldi, inşallah size de öyle gelir. ‘Kelebekler’, genç yönetmen Tolga Karaçelik’in ödüllü filmi. ABD’nin bağımsız film festivali Sundance’te, Dünya Sineması dalında, Büyük Jüri Ödülü aldı. Adam hayatında üç film yapmış, üçü de dünya çapında ödüller almış.
Filmini izleyip bu kadar beğenince, haliyle kendisini tanımak ve sizinle tanıştırmak istedim. Huzurlarınızda Tolga Karaçelik…

Az evvel filmini izledim ve çarpıldım! Belli yerlerinde kahkahalar attım ama ağladığım yerler de oldu. Finalde de dondum kaldım!
– (Gülüyor…)Çok da şey etmemek lazım

Gülme! Dört mevsimi ve bir sürü duyguyu yaşattı ‘Kelebekler’ bana. Nasıl bu kadar iyi bir film yapabildiğine de hayret ettim. Boşuna dünyanın en iyi beş film festivali arasında yer alan Sundance’te Büyük Jüri Ödülü’nü almamışsın. Çok tebrik ediyorum.
– Teşekkür ederim.

Sen ne hissediyorsun?
– “Oh beee!” diyorum. Hissim bu. Müthiş bir rahatlama. Çünkü çok şükür, şu anlattıklarına benzer şeyler duyuyorum izleyenlerden. Bu da beni acayip mutlu ediyor. Tam da buydu yapmak istediğim. O yüzden oh beee!

Bu, beklediğin bir şey miydi?
– Beklediğim değil, hayal ettiğim bir şeydi. Ama nasıl tepki alacağımı kestiremiyordum. Ben daha önce böyle bir film izlemedim. Bunu kendimi övmek için söylemiyorum ama gerçekten de bu kadar uçta giden bir film görmedim. Bizde güvenli bir komediye, güvenli bir drama yerleştiren çok film var. Fakat içinde bu kadar ayrı komedinin yer aldığı, gidiş gelişlerin bu kadar hızlı olduğu film yok.

BEN SADECE İZLEMEK İSTEDİĞİM FİLMİ YAPTIM

Yönetmen olarak zorlandın mı?
– Hem de nasıl! Aynı sahne içinde sol taraf komedi oynarken sağ taraf dram oynuyordu. Nasıl yönetmenlik yapacağımı şaşırdığım sahneler oldu.

Bu kadar farklı bir film yapmaya nasıl cüret ettin?
– Sadece izlemek istediğim filmi yaptım. Cüret ettiğim bir şey varsa, o da bu. İzlediğim filmlerin çoğundan sıkıldım. Bizim hikâye yaratıcıları ve anlatıcıları olarak, hikâye dinleyicilerini de anlamamız gerekiyor. Kesinlikle yeni bir dil gerekiyor. Ben de bunu başardığımı düşünüyorum. Tabii bu dili oluşturabilmemde, şu içinde yaşadığımız koşulların da çok etkisi oldu.

Nasıl yani?
– Annelerimiz Facebook’a girdiğinden beri ben bu filmi çekebileceğimi biliyordum!

Açıklar mısın, anlamıyorum…
– Öyle tuhaf zamanlarda yaşıyoruz ki, sosyal medyada kedi videosu izliyorsun, altında politik bir video görüyorsun, sonra üzüleceğin bir kadına şiddet videosu görüyorsun, sonra komik bir şey… Bunların hepsi alt alta duruyor, sen de birbiri ardına izliyorsun. Bittikten sonra da, hiçbir şey olmamış gibi hayata devam ediyorsun. Ben de bunu aynı filmin içerisinde yapmayı denersem, belki de yeni bir anlatım dili olabilir diye düşündüm. Bu tabii bir de kim olduğumla alakalı. Ben de böyle bir adamım.

Anaakım sinemadan farklı bir sinema seninki. Gişe derdinin olmaması ve kafana göre takılıyor olmak mı bu?
– Gişe derdimin olmadığını nereden çıkardın? Seyirci benim için fevkalade önemli. Ben bir hikâye anlatıcısıyım. İsterim ki filmimi izleyenler, ilk dakikadan son dakikaya kadar filmin içerisinde olsunlar. Onlar ilgilerini kaybediyorsa, uyuyorlarsa mesela, o zaman ben hikâyemi anlatamıyorumdur. Ben sulandırmadan, ajite etmeden, sömürmeden de insanların ilgisinin canlı tutulabileceğine inanıyorum.

Üç film yaptın, üçü de birbirinden değerli. Bir sürü ödüle layık görüldüler. Sen nesin? Bir sinema dehası filan mı?
– Estağfurullah, öyle şey olur mu? Ben hikâye anlatıcısıyım. Nasıl bir ayakkabı tamircisi, ayakkabı tamir ediyorsa, ben de hikâye anlatıyorum. Anlatmazsam yaşayamıyorum. Bir yanım ölüyor.

Hayatını kazandığın şey sinema mı?
– Yok, hayır. Reklam çekiyorum, oradan hayatımı kazanıyorum. O sayede bağımsız işler yapabiliyorum.

FİLMLERİMİN ÖNCE BİR ŞİİRİ OLUR, SONRA SENARYOSU

Kazandığın her şeyi sinemaya mı yatırıyorsun?
– Hayır. Allah’tan hâlâ filmlerimin yapımcılığına yardımcı olmak isteyen insanlar var. Onlar sayesinde hem yurtiçinde hem yurtdışında film yapabiliyorum. Tabii filmlerimi belli bütçeler dahilinde çekmeyi öğrendim. Bu ülkenin sırf bana değil, bütün yazar-yönetmenlerine öğrettiği şey bu. Hepimizin yapımcı bir tarafı da var. Bu arada benim jenerasyonumda, yurtdışı festivallerde ödül almış tek yönetmen ben değilim. Çok iyi yazar-yönetmenler var. Hepsi de aynı benim gibi kendi çabalarıyla varlar.

İLK KISA FİLMİM, HERKESİN EN SEVDİĞİ FİLM OLDU

Sinema nasıl bir tutku senin için?
– Esasında, yapmaya başladıkça içimde büyüyen bir tutku oldu. Asıl tutkum hikâye anlatmaktı. Artık geri dönülmez bir şekilde hikâyelerimi, sinema formatında anlatmayı daha yaratırken düşünüyorum. Şu ana kadar yaptığım her film, ilk önce bir şiirden çıktı. Filmlerimin hep önce bir şiiri olur, ondan sonra senaryosu oluşur.

Peki hikâye anlatma aşkın ne zaman başladı?
– Ortaokuldan beri kısa hikâye ve şiirle uğraşıyorum. Şiirdi kendimi anlatmak için seçtiğim esas format. Ama bir zaman sonra fark ettim ki, kendimi sürekli tekrar eden bir noktaya gelmişim, dilimi kaybetmişim. Bunalıma girdim tabii. Annem ressamdır, benim görsel bir gözüm olduğuna çok inanıyordu. Bir şekilde beni sinemaya iten de odur. “Sekizimde kameraman oldum, beş yaşında film çektim” diyenler vardır ya, hiçbir zaman onlardan olmadım ben. Ama küçük yaşlarda Edip Cansever’e tapan adamdım. Çok okurdum. Daha sonra annemin zorlamasıyla Amerika’ya gittim. Hiç aklımda yokken bir senelik bir sinema okuluna yazıldım. Ve o okulda çektiğim ilk kısa film, herkesin en sevdiği film oldu. O filmde de çocuğunu kaybetmiş bir adamın, yeniden çocuğunu doğurma hikâyesini anlatıyordum. Çünkü dokuz aylığına gitmiştim. İçimden yeni bir dil çıkarmaya çalışma hikâyemdi o benim. Ve bir anda fark ettim ki, kamerayla yapmak istediğimi çok daha özgür ve demokratik bir şekilde yapabiliyorum. Yani görsel bir dille, insanların içine bir his bırakabiliyorum. Bir şeyi dikte etmeden, “Bu böyledir!” demeden, onların fark etmesini sağlayabiliyorum.

İKİ FİLM BİRDEN YAZIYORUM

Şimdi ne var kafanda?
– İki film var. İkisini de aynı anda yazıyorum. Biri 1900’lerin başında, Sibirya’da geçiyor. 80 yaşında kadınla 13 yaşındaki bir askerin ilişkisi. Bir de kara komedi yazıyorum. Ve tarihi bir seri yazıyorum, acayip tarih meraklısıyım.

ÖLÜM, BU FİLMDE YAN KARAKTER

Peki bu filmin için bir ilham kaynağın var mı?
– Var. Mazhar.

O kim?
– Mazhar Candan. Benim amcamdı. Şairdi. Dokuz yaşındayken ‘Odysseia’i sevdirdi bana. Heredot’un anlattığı, bilmediğimiz krallıklarda dolaştık beraber. Kafka okuduk birlikte. 11 yaşındayken Mayakovski ve Yesenin ile tanıştırdı. 11 yaşında bir çocuğun Yesenin’in kendi kanıyla son şiirini yazdığını falan bilmesi çok sağlıklı şeyler değil. Hayatımı karmaşıklaştıran insandı. Ama aynı zamanda güzelleştiren… Kendimi bildim bileli hep, “Bu sene son senem!” derdi. Yirmi küsur sene, “Bu sene son senem!” dedi. Küçükken korkardım ölmesinden. Sonrasında hep gülerek dinledim bu cümleyi çünkü o hiç ölmezdi. O ölmezdi, ben gülerdim. Ama sonra bir gün öldü… Ve ben inanamadım.

Sonra?
– Bir altı ay sonra dayım çağırdı. “Mazhar’la oturuyoruz, gel” dedi. Bir balıkçıdalarmış, gittim, özlemiştim onları. Oturdum dayımın karşısına, yanındakine baktım. Mazhar değil, Hasan’mış! Meğer o bana Hasan demiş, ben Mazhar anlamışım! O an dank etti, Mazhar’ın öldüğü… Oradan kalktım, eve geldim. İlk defa Mazhar için o gün ağladım. O gün düşünmeye başladım ölümü. Sevdiğim herkesin suratını getirdim gözümün önüne. Hepsine, “Bu sene son senem” dedirttim ve hepsini kafamda Hasanlar Köyü’ne gönderdim. Herkesin ölmek için gittiği, herkesin öleceğinin bilindiği Hasanlar Köyü böyle oluştu, kendi karakterlerini de beraberinde getirdi.

Ölümü ti’ye alan bir hikâye mi anlatıyorsun bize?
– Şöyle diyelim… Otuz beş yaşındaydım. Ölümden çok uzakta hissediyordum kendimi. Hâlâ ondan güçlüyken, onun karakter olduğu ama ana hikâye olacak kadar önemli olmadığı bir komedi yazmak istedim. Senaryomun ilk taslağını da işte Mazhar’ın öldüğünü idrak ettiğim o gece yazdım. Mazhar’ın cenazesinde, “Mazhar için bir şeyler söyle” dediler. “Hep yeraltı şairi olmak isterdi, sonunda oldu!” dedim. Kimse gülmedi, bence çok komikti. Eminim Mazhar oradaydı ve çok güldü. Bu filmi de Mazhar gülsün diye yazdım.

Bu filmde Mazhar’a atıflar neler?
– Babanın isminin Mazhar olması. Ölümünün bu kadar çok konuşulan, herkesi birbirine bağlayan bir şey olmasına rağmen, yan karakter olması…

Peki büyüyememişlerin hikâyesini mi anlatıyorsun?
– Kesinlikle öyle! Hakikaten altı yaşında biri yazmış, altı yaşında biri çekmiş ve altı yaşındakiler oynuyormuş gibi olsun istedim. O saflığı da barındırsın istedim.


Kelebekler’, ABD’de düzenlenen Sundance Film Festivali’nde, Dünya Sineması dalında Büyük Jüri Ödülü aldı.

EN ÇOK DÖNÜŞMEKTEN KORKTUĞUN ŞEYSİNDİR ESASINDA!

Filmde neden öyle olduğunu bilemediğim bir sürü şey var. “Hayat da aslında bizim yüklediğimiz anlamlar bütünü değil, hatta çoğunlukla anlamsız şeylerin birbiri ardına yaşanması” mı demek istiyorsun?
– Ben not defterleriyle yaşayan bir adamım. Bu filmle ilgili iki cümle not etmişim. Birincisi, “Çok da şey etmemek lazım!” Bizim jenerasyonumuzun en hayati cümlelerinden biridir. Hayatta kalmak için kendi kendimize icat ettiğimiz tavırlardan biri bence. Bu ülkede gençliğini geçirmiş ve büyümeye başlamış insanların hayatta kalma kılavuzundan…

“Çok da kafaya takmamak lazım” gibi bir şey mi?
– Evet. “Hiçbir şeyi abartma, sonunda nasıl olsa öleceğiz hepimiz” gibisinden… Birinci laf buydu. İkincisi de “En çok dönüşmekten korktuğun şeysindir esasında!” Filmdeki karakterler, gerçekten de hep korktukları şey olmuşlar. Kenan, babası gibi olmuş; Cemal, olmayan abisi gibi olmuş; Suzan, hatırlamaya çalışıyor sürekli. Unutan ve hiç hatırlayamayan olmuş. Gömebilmek için sahip olmalısın ya, unutmak için de önce hatırlaman lazım ya… İşte filmin hep dolaştığı yerler aslında ölüm ve kardeşlerin iletişimsizliği değil, bu hal. Soruların cevabı da var ama konuşulmayan anlarda gizli. Aile de aslında konuşulmayanlardır ya, konuşulmadan bilinenlerdir ya…

“Filmin finalini böyle yapacağım” dediğinde ne kadar eğlendin kendi kendine?
– Çok eğlendim. Çünkü filmin tonuyla çok uyuşuyordu. Senaryoyu paylaştığım birçok insanın “Asla öyle bitirme! Sakın yapma!” demesine rağmen hınzır bir gülüşle yaptım.

İnsan, “Nasıl yani!” oluyor…
– İyi bir film salonda izlenir ama sinema, o salondan çıktıktan sonra başlar. O karakterler, o hikâye seninle devam ediyorsa o zaman sinema başlamıştır. Bir nokta koymak yerine, “Çok da şey etmemek lazım!” diye bitirmek güzel oldu.

ANLATTIĞIM, KENDİ HİKÂYEM

İkinci kısa filmin de ilginç…
– Kaşık adamlar, yani dünyayı tersten gören adamlar üzerine bir filmdi. Çünkü bir fark ettim ki, deneyimlerimin sonucunda, esasında 180 derece altüst olmuş durumdayım! Ben yaparak, çekerek sinemaya ve sinema diline âşık olmaya başladım. Ve sonra Peter Greenaway filmlerine âşık oldum, ondan sonra Bergman’a âşık oldum, Fellini’ye âşık oldum. Böyle başladı her şey. Sonra ‘Gişe Memuru’ geldi. Bir kutunun içerisinde hapsolmuş, hep aynı şeyi yapan bir adamın hikâyesiydi. O da benim kendi kutumdan çıkma hikâyemdi. Anlatarak, kendimden bahsetmeye başladım. Belki de anlatarak, kendimden bahsetmekten kurtuldum.

EVET, EVLENİYORUZ!

Oyuncular muhteşem. Hepiniz ruhunuzu koymuşsunuz. Sen niye en pis tipi seçtin kendine?
– Boşta o vardı! Bir kere daha buna benzer iğrenç bir adamı oynamıştım. Ama çok eğlenceli oluyor. Benimki “Topu ben getirdim, ben oynayacağım” şımarıklığıydı. Çok konuşuyor canlandırdığım adam. Susmuyor hiç. Topu sürekli taca atan bir herif.

Başrol oyuncusunu da kapmışsın… Tuğçe Altuğ ile evleniyormuşsun, tebrikler.
– Teşekkür ederim. Bir de böyle bir anısı olsun diye o rolü oynamak istedim. Evet, evleniyoruz. Ama onun dizisi devam ediyor. Ben yeni filmler yazmaya başladım. Şimdi ‘Kelebekler’ vizyona giriyor. Yazın da bir hayli koşturma olacak, bakalım…

Nasıl bir aile kurmayı düşünüyorsunuz?
– Keyifli ve meşgul bir aile…

Büyümeyi düşünüyor musunuz?
– (Gülüyor…) Büyüsek de yaşlanacağımızı sanmıyorum.

Şişik egolu yönetmen de değilmişsin, bu kadar başarılı olup egoyu düşük tutmak nasıl mümkün?
– Egoyu düşük tuttuğumu zannetmiyorum. Cazcı Charlie Haden’ın şu lafını çok severim: “Ancak güzel insanlar güzel müzik yapar!” Ekip arkadaşlarımla bu lafı söyleyerek keyifle filme başlarız. Neticede şu hayatta sadece hikâye anlatıyorsun ve geriye sadece hikâye bırakıyorsun…

YARIN BİR METEOR ÇARPAR DÜNYA’YA VE ÖLÜRSÜN

Bir de filmlerinde kendi kendine yaptığın oyunlar var…
– Evet. Her filmimde meteorlarla ilgili bir şey vardır mesela. Kendi kendimi en önemsediğim bir anda, “Bana bak, havaya girme, yarın bir meteor çarpar Dünya’ya ve ölürsün!” derim. Benim filmlerimde bütün sigaralar, ‘meteor’ markadır. Haberlerde arada meteor çarpma anonsları geçer. Önceki filmim ‘Sarmaşık’ta, arkada ‘Tehlike’ posterlerinin içinde meteor vardır. Kendime hatırlattığım bir şeydir. Yine o cümle: “Çok da şey etmemek lazım. Ölüp gideceğiz nasıl olsa…”

TWITTER’I UNUTTURACAK YENİ BİR DİL LAZIM

Arkadaşınla meyhanedesin… Sen bir şeyler anlatıyorsun, seni dinliyor ama aynı anda çaktırmadan masanın altından Twitter’a bakıyor… İşte anlatmak istediğim bu! İnsanların algısı eskisine göre çok daha hızlı değişiyor. Dolayısıyla yeni bir dil lazım.
Öyle bir şey anlatacaksın ki arkadaşına o meyhanede, Twitter’a bakmak aklına bile gelmeyecek. Anlatmaya çalıştığım, insanların algılama hızlarının çok değiştiği. 1990 ve sonrası jenerasyon bu filmi daha çok sahiplenecektir muhtemelen.

BENİM ZANAATİM İZLEYENİ UYUTMAMAK

Peki sürekli ödüller alan ama seyirci alamayan yönetmen olmak seni korkutuyor mu?
– Ben seyirciyi çok önemseyen bir yönetmenim. İlgiyi başından sonuna kadar hiç kaybetmeyeceğiniz filmler yapmaya çalışıyorum. Derdim ödül almaktan dolayı insanların izlememesi değil, derdim mecraların kısıtlanmış olması. Ve bundan dolayı seyirciye ulaşmanın zorlaşması. Bu sadece benim için de geçerli değil. “Gişe filmi yapmak istiyorum” diye yola çıkan insanlar da, belli gruplarla anlaşma yapmadan, belli sinemalara girmeden bir şekilde seyirciyle buluşamıyorlar. Bir araya gelmeyi unuttuğumuz bir yerde yaşıyoruz. Çıkabileceğimiz televizyon programlarının sayısı bile azaldı. Türkiye’de filmini gösterebilmen birkaç kişinin iki dudağının arasında. Ciddi bir tekelleşmeden söz ediyorum.

Çok başarılı bir komedi filmi bu, duyurulursa çok hasılat yapar mı?
– Yüzde 100 yapar. Bu film de yapar, ‘Sarmaşık’ da yapar. Benim zanaatim izleyeni uyutmamak.

Neden zanaat diyorsun da sanat demiyorsun?
– Sanat, yapım aşamasında ve çekerken, sonrası zanaat. Özellikle de bu insanları uyutup uyutmama meselesi çok önemli. Ben insanlara bir şey anlatırken de bu duygum vardır. Seyirci izlerse, çok seveceğinden eminim. Hatta eğer beğenmezlerse, göndersinler biletlerini, parasını iade ederiz.

Yorum Bırak