CAN Yayınları’nın CAN’ı

Sahici bir adam. “Tek sıfatla tanımla” deseler bu. Samimi, zeki, empati yeteneği gelişmiş biri. Ve çok alçakgönüllü. Can Öz…
Babası tarafından adı, yayınevine verilen çocuk. İşte o çocuk, Erdal Öz’ün vefatından bu yana, 12 yıldır o yayınevini yönetiyor. Devrim sayılabilecek işler yaptı. Beyaz kapakları değiştirdi, kıyamet koptu. O, “Verilmesi gereken bir iş kararıydı, raflarda yayınevinin değil, yazarların tanıtımını yapmamız gerekiyor!” dedi. Kapaklar değiştiğinden beri yayınevi yüzde 110 büyümüş! Ve Socrates… Can Öz bir süredir şahane bir edebi spor dergisi çıkarıyor. Hatta dergiyi ihraç etti. ‘Düşünen Spor Dergisi’ Socrates, ekimde Almanya edisyonunu yayımladı. İkinci sayısı da birkaç gün önce çıktı.

Bitmedi! Bir de Socrates Bistro açıldı yeni… Sessiz sedasız!

Can Öz ve Baran Yağmurlu’nun hayallerinin bir ürünü olan Socrates Bistro, benzerine hiç rastlamadığımız bir spor mekânı.

Mönüde başka herhangi bir mekânda bulamayacağınız lezzetler var. Uğrayın, eğer Can Öz de oralardaysa selam söyleyin!

Bu genç adam bence daha pek çok şahane işe imza atacak…

Can Öz deyince… Benim aklıma siz değil de, önce Can Yayınları ve Erdal Öz geliyor… Buna bozuluyor musunuz?

-Yok canım. Ben, Erdal Öz’ün kurduğu yayınevini yönetiyorum. Can Yayınları’nı yönetiyor olmak dışında da çok ilgi çekici bir vasfım olduğunu düşünmüyorum. Doğal olarak bu gelecektir akla…

Adınız, babanız tarafından bir marka haline getirilmiş durumda. Bu nasıl bir duygu uyandırıyor?

-Ben sizin gibi algılayamıyorum. Tamam güzel ve tatmin edici bir duygu ama şunu da unutmamak lazım: Babam, şiire düşkün biriydi, ‘Can’ da çok sevdiği bir isim. Oğluna da, yayınevine de bu ismi koyuyor.

Babanız Türk edebiyat ve solculuk hayatında çok önemli bir kişilik. Can Yayınları da bir kilometre taşı. Böyle bir adamın oğlu olmak ne kadar zor?

-Nedense bu soru bana çok sorulur. Zor gelmesi bekleniyor herhalde ama gelmiyor…

Böyle müthiş bir adamın oğlu olunca, ister istemez bir itiş kakış olur gibi geliyor insana…

-Evet, müthiş bir adamdı. Bu konu hakkında de epey kafa yordum ben. Babam, benim meydan okumayı düşünemeyeceğim kadar saygın ve mühim biri. Onun hayatta yaptıklarına bakınca ancak saygı duyabilirim. Ama terapiye gittiğimde ya da insanlarla konuştuğumda, hep kavga etmem gerekirmiş gibi birtakım sorular soruluyor bana. Kavga, itiş kakış, kendini onunla kıyaslama, onu geçmeye çalışma filan gibi şeyler benim bünyemde yaşamıyor. Ama Erdal Öz’ün oğlu olmamın şöyle bir etkisi oluyor: Herhangi bir şeyde, tırnak içinde başarılı olduğum zaman, müthiş bir tatminsizlik geliyor hemen. Sanki hep bir şeyler daha yapmam gerekiyormuş gibi bir duygu. Herhalde bu, babamın oğlu olmanın mirası.

“Ne yaparsam yapayım, yeteri kadar iyi değilim” hissi mi?

-Evet, onun gibi bir şey. Babam hem baba hem de bir dava adamıydı. Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü duyduğunda duvarları yumrukladığını gördüm ben. Yani sadece baba değildi, ötesiydi. İçinde yaşadığı tüm fırtınaları biz evde babamla beraber yaşıyorduk. Çok öğretici ama aynı zamanda gerilimli bir ortam.

Onun tarafından hep onaylanmak mı istediniz?

Tek bir sözcükle, fiille ifade etmesi mümkün bir konu değil ama evet içinde mutlaka onay arzusu da vardı…

Baba-oğul nasıl bir ilişkiniz oldu?

-Aynı anda hem çok yakın hem çok uzak bir babaydı. Bu yüzden mesafeliydik üniversite yaşına kadar. Ama yanlış anlaşılmasın, babam, herkesle öyleydi. İlginç bir adamdı. İnsanlarla iyi bir ilişki kurmasına rağmen, hep o mesafe vardı. Bir anda yok olurdu mesela. Var gibi görünür, orada olmazdı. Dinlerken bir anda dinlememeye başlardı. O yüzden bir itiş kakış, azarlama, kavga olmazdı. Özetle biraz ilgisizdi. Ama üniversitedeyken, öykü yazmaya başladım ben. Ve onları mektupla babama göndermeye…

Onun ilgisini çekmek için mi?

-İçimden geldiği için de… O mektuplaşmalarımızdaki yakınlık anlatılamaz bir şeydi. Hâlâ doğru dürüst bakamam o mektuplara, çok duygulanırım. Müthiş bir ilişki, aşkla kurulan bir ilişki. Bayılırdı çünkü yazdıklarıma. Ama tatil olur, Amerika’dan dönerim, bir araya geliriz, o ışık yoktur mesela. Yine o mesafeli adama dönüşmüştür. Sonra bir öykü yazar, bana verir, fikrimi sorar. Söylediğim şeyi beğendiği zaman müthiş bir aşk doğar yine aramızda. ‘Sevgili Acı’ hikâyesinde, insanlarla kurduğu ilişkiyi anlatır. İnsanlarla, edebiyat üzerinden ilişki kuran bir adamdı. Bu tabii zaman zaman biraz kırıcı da olabiliyor, çünkü baba-oğul ilişkisi, farklı bir yere taşıyor.

Problem neredeydi? Siz onun istediği gibi bir çocuk değil miydiniz?

– Değildim.

BABAM YALNIZ BIRAKILMAK İSTEYEN BİR ADAMDI

O ne istiyordu?

-Bilmiyorum. Bence çocuk da istemiyordu aslında hayatında.

Peki annenizle ilişkisi?

-Çok âşıktılar birbirlerine! Ama gerilimli bir aşk tabii.

Hep yazsın, çizsin, üretsin…

-Galiba. O, yalnız bırakılmak isteyen bir adamdı. Benimle ilgili olduğunu düşünmüyorum bunların. O hayatından insanları iterdi. Onun için yazmak önemliydi. Herkesten, her şeyden önemli. Ama bana ağır gelmiyor, bir taraftan da bayılıyorum bu tarafına.

Bir sanatçı olarak müthiş bir şey de, insanın babasıysa koymaz mı?

-Yoo. Çünkü beni de sevdiğini biliyorum. Büyük bir ilişkinin tarihini çözümlemeye çalışıyoruz burada, tabii ki çok mümkün değil bu, iyi anlatamıyor da olabilirim ama şunu söyleyebilirim: Mesafeli olmakla beraber çok sevgi dolu adamdı, bilirdik bunu hep. İki kız kardeşim daha var. Biri babamın önceki evliliğinden Senem. Diğeri Zeynep, kız kardeşim. Onlar da babamla benzer sorunlar yaşıyordu.

KAPAKLARI DEĞİŞTİRMEYİ BABAM DA İSTEDİ

Hiç kavga etmediniz mi?

-Ettik. Hastalığından önce. Ben de taşındım İstanbul’dan. Ankara’da yaşamaya başladım. Bir uzaklaşma, kaybolma dönemiydi. Ama sonunda özür diledim babamdan. Çünkü bir gün dank etti.

Ne?

-Şu: Neden bu sıkıntıları yaşıyor, neden böyle tepkiler veriyor? Anlayabilmeme olanak yok. Saygısızlık ettiğimi fark ettim, özür diledim. Babam, çok saygı duyduğum, çok sevdiğim, bu hayatta çok da kesişemediğim, çözemediğim bir adam. Hâlâ okuyorum işte. Hâlâ 18 yaşında âşık olduğu kadına yazdığı aşk mektuplarının peşinden koşuyorum. Yayımlanmamış metinler arıyorum. Bitmiyor. Sürekli onu merak ediyorum.

Hiç ölmeyecek gibi mi geliyordu?

-Tabii, fıstık gibiydi. Akciğer kanseri teşhisi konmadan iki hafta önce Nemrut’a yürüyerek tırmanmış birinden bahsediyoruz.

O yayınevinin patronu şimdi sizsiniz. Başına geçtiğinizde ne dediniz: “Eyvah başıma kaldı” mı? Yoksa “İşte bir meydan okuma fırsatı” mı?

-Yok canım ne meydan okuması! Biraz robot gibiydim aslında o dönem. 25 yaşında bir adama göre iş değildi. Ama şanslıydım, çok insan destek oldu.

Babanızın Can Yayınları nasıl bir yayınevi, sizinki nasıl?

-Valla, en büyük fark, içinde babam yok. O kadar. Beyaz kapakların olmaması sembolik olarak büyük bir fark tabii ama yayınevini yayınevi yapan yayın politikası. Onu aynen devam ettiriyoruz. Biraz daha kurumsallaştık, profesyonelleştik. Zaten günümüzde başka çareniz yok.

Aceleniz var gibi hızlı konuşuyorsunuz ne güzel!

-Küçükken doktora götürmüşler, hiperaktifmişim. Ondan kurtarmaya çalışmışlar, kurtaramamışlar, sonra yüzmeye göndermişler. Yüzmeyle biraz sakinleşmiş vücut. Ama çene devam ediyor.

Beyaz kapakları değiştirmek, babaya meydan okumak mı?

-Değil! Babam iki kere kapakları değiştirmeye çalıştı. İkisinde de mahvetti okurlar.

O da istedi yani…

-Tabii, tabii. Birkaçını değiştirdi ama çok da kararlı bir görüntü vermedi. Her seferinde müthiş bir tepki gördü ve geri adım attı.

Beyaz kapaklarla oynamak, alameti farikayı bozmak değil mi?

-İyi de içindeki bir içecek değil, kitap ve rafta, kitabın kendini göstermesi gerekiyor. Zamanı geldiği için değiştirdim. Bu, babama meydan okuma değil yani. Can Yayınları’nı değil, yazarları öne çıkarmak istiyordum. Kapakları değiştirdiğimizden bu yana, yani iki sene içinde, yayınevi yaklaşık yüzde 110 kadar büyüdü. Bu çok net bir rakam.

İÇ DÜNYASINDA NELER YAŞADIĞINI BİLEMEDİK

Babam eve gelir, günlük kıyafetiyle masaya oturur, yazı çiziyle uğraşmaya başlardı. Bir dönem, geceleri babamı saat 3’te ayakta görmeye başladım. Oturuyor, öyle maç izliyor. Soruyorum, “Bir derdin mi var? Moralin mi bozuk?” Cevap yok. Bir gün baş başa içmeye gittik. Hapishanedeyken kendisine yapılan işkenceleri anlattı. Birinde pencereden sarkıtıyorlarmış ve “Konuş yoksa atacağız!” diyorlarmış. “Söyleyecek bir şeyim olsa diye dua ederdim ama yoktu. Öylece beklerdim düşmeyi!” dedi. Sonra çözüldü: Son günlerde gecenin bir yarısı uyanıyormuş, o binadan düştüğünü gördüğü için uykusu kaçıyormuş. Bunları anlatmadığı için, iç dünyasında neler olduğunu bilmiyorduk.

EDEBİ SPOR DERGİSİ ŞİMDİ ALMANYA’DA

Gezi sonrasıydı, Bağış Erten’e statlar, taraftar kültürü ve siyaset üstüne bir kitap yazması için baskı yapıyordum. Ama bir türlü çıkmıyordu bir şey. Sonunda aradı, “Bir projem var” dedi. Heyecanlandım, ekibi topladım. Geldi ve “Dergi düşünüyorum!” dedi. Anlatmayı bitirdiğinde çok heyecanlanmıştım. Socrates işte böyle doğdu!

Tam olarak nedir?

-Spor üstüne bir edebiyat dersi. Skor görmezsin. Hikâye okursun. Bir edebiyat dergisi aslında. 11-12 bin tirajı var. Çok memnunuz. Diğer spor dergilerinin toplamından çok satıyor.

Şimdi Socrates Almanya’da da mı çıkıyor?

-Evet. Ama çeviri değil. Sırf bunun için Almanya’da bir yayınevi kurduk. Biz aslında Almanya’ya bir dergi ihraç ettik.

Nereden esti?

-Geçen Noel, Almanya’da gezerken bir dergiciye girdim. Bakıyorum bakıyorum dergilere, içim içimi yiyor. Dönüşte Socrates’i orada çıkarmayı planladık. Satışlar gayet iyi gidiyor.

Amaç ne?

-Socrates’i bir global spor dergisi haline getirmek. 2018 Eylül’ünde İngiltere’ye gideceğim.

SOCRATES, BİSTRO OLARAK DA KARŞIMIZDA

Bir de bistro maceranız var…

-Socrates’teki arkadaşlar, “Bir mekânımız olsa” gibi bir şeyi hayal ediyorlardı. Ama bana bir şey söylemiyorlardı. Çok yakın bir arkadaşım da, çok iyi bir şef. O da mekân açmak istiyor ama açamıyordu. Birtakım ortaklar bulmuş, mekân da bulmuş. “Abi şartları ne?” dedim, anlattı, “Bu şartlarla bakkal açsak başarılı olur! Hadi gel imzalayalım kontratı, ortak olalım. Sonra bakarız ne yapacağımıza!” dedim. İmzaladık kontratı, sonra da Socrates yapmaya karar verdik.

Nasıl bir bistro bu? Konsepti ne?

-Bir kere iyi yemekleri olan bir yer. Çünkü ekip müthiş. Yönetici şef Uğur Baran Yağmurlu, mutfak şefi Chicago’da iki yıldızlı Michelin şefinin altında çalışan Alp Türkmenoğlu. İşletme müdürü Volkan Ayaşlı, eski milli yüzücü, o da Nusr-Et’te salon şefliği yapıyordu. Sporla ilişki kurabileceğiniz yemeklerin yenilebildiği ,zevkli, keyifli bir yer. Ve tabii etrafta dünyanın dört bir yanından spor dergileri olacak.

DÜNYAYI KADINLAR YÖNETMELİ

Yeni baba oldunuz. Tebrik ederim…

-Sağ olun. Çok güzel bir şeymiş! Kızımızın adı Maya, lokum, lokum!

Sizi ne şaşırttı babalıkla ilgili?

-Bir kere şu palavraymış: “Hayatın mahvolacak, hayatın kayacak” filan! 7.5 ay oldu, problem göremiyorum. Ama çocuk, bende kadın kavramını çok değiştirdi…

Ne gibi?

-Hamilelik, doğum ve anneliği gördükten sonra dünyayı kadınların yönetmesi gerektiğine inanıyorum. Benim takip edeceğim, lider diyeceğim kişi, acı çekmiş, bedel ödemiş biri olmalı. Sadece akıllı diye kimseyi takip edemem! Doğumla ilgili kadınların seçeneksizliğini ama her şeye rağmen nasıl üstesinden geldiklerini gördüm.

Nasıl ‘seçeneksizliğini’?

-Dokuz ay karnınızda taşıyorsunuz. Süt veriyorsunuz. Bütün bir toplum size “İyi bir anne misin” diye bakıyor. Babaya bakan yok! “Arada poposunu siliyorum… ” dersen yetiyor, herkes “Aferin!” diyor. Kızımızdan sonra eşime duyduğum aşk arttı.

Eşiniz Selma Ergeç çok tanınan bir oyuncu…

-Evet, biraz sinir bozucu!

selma-ergec-can-oz

İlgi gören bir kadın olması mı?

-Yok, olur mu? Selma’nın ilgi görmesine bayılıyorum. İşin paparazzi tarafından hoşlanmıyorum. Kaçıyorum o yüzden.

Nasıl tanıştınız?

-Harun Tekin’in doğum gününde. Aylar sonra yine buluştuk, balıkçıya gittik. Sabaha kadar sohbet ettik, o günden beri hiç ayrılmadık.

Yorum Bırak