Çağın hastalığı: Endişe


OH la la laaa! Doç Dr. Şafak Nakajima, çağın en önemli sorunlarından birine parmak basıyor: Endişe. O, yaşadığımız zamanların en büyük sorunun tutkunun yitirilmesi ve beraberinde gelen endişe olduğunu söylüyor. Buna itiraz edebilecek bir tek Allah’ın kulu var mı? Ama tasasız, endişesiz yaşayabilmek ona göre mümkün. Nakajima’nın kitabının adı “Endişesiz İlaçsız”. Ama o, antidepresanlara karşı değil! Sadece insanın güçlenerek stresle başa çıkmasına yardımcı olacak bütüncül bir…

Yaşadığımız zamanların en büyük sorunu sizce ne?

– Tutkunun yitirilmesi ve beraberinde gelen endişe!

Of acayip bir tespit…

– Valla acayip mi değil mi bilemem ama gerçek bu. Tüm dünyada insanların yaşam heyecanlarını, merak duygularını ve yaratıcılıklarını giderek yitirdiklerini görüyoruz. En deli aşkların, en cesur başkaldırıların yaşanması gereken yaşlardaki gençlere bir bakın!

Ne varmış hallerinde?…

– Neredeyse hepsi sönük, coşkusuz ve mutsuz… Herkes endişeli. Çağın hastalığı bu: Endişe!

Peki nasıl oldu da tutkumuzu kaybettik? Ve neden endişeliyiz?

– Geçmişte bir şeyleri değiştirebilmek için, insanın yer değiştirmesi yeterliydi. Çünkü baktıklarında gördükleri aynı ev, aynı ağaçlar, aynı ırmak ve aynı insanlardı… Ama bu durum, başka yerleri görme, yeni şeyleri tanıma ve keşfetme merakı yaratıyordu insanlarda. Öğrenme isteği güçlüydü. Bugünse baktığımız her şeyin saniyelerin içinde değişebildiği dijital bir çağdayız. Merak ettiğimiz şeyler için yerimizden kıpırdamamıza gerek yok, bir tuşa basmamız yeterli. Oysa meraktır tutkuyu canlı tutan. Merak edilenin peşine düşmek, heyecan ve ilham verir, yaşamı anlamlı kılar. Anlamlı yaşamlar sürenler daha az endişelidir…

Güzelmiş bu anlattıklarınız. Acıklı ve güzel! Hızlanan yaşam akışının dışında, başka nedenler de var mı bizi endişeli yapan?

– Var. Kültürel melezleşme. Geçmişin anlam kalıplarının ve süreklilik duygusunun yitimi, ekolojik değişimler, ekonominin küreselleşmesiyle iş güvencesinin pek olmayışı, aşırı nüfus artışı… Bunların hepsi çağımızda yaşamayı zorlaştırıyor, stresi ve endişeyi artırıyor.

Haklısınız, pek çok kişi de tam da bu yüzden, özellikle de şehir hayatında antidepresan kullanıyor. Bir bulutun içinde yaşıyor, ama o zaman korkuları azalıyor, daha tasasız, endişesiz oluyorlar…

– Doğru. Şimdi burada, “İlaca karşıyım!” gibi bir tanım çok yüzeysel olur. Benim, tıbbın bugünkü organizasyon biçimine yönelik ciddi eleştirilerim var…
Nasıl yani?

– İnsan biyolojik bir bedene ve psikolojik bir dünyaya sahip olan bir varlık. Ve “sağlık” dediğimiz şey de birbirini doğrudan etkileyen bu iki alanın da dikkate alınmasını gerektiriyor. Oysa günümüzdeki tıp modeli, bozulan organların tamiriyle sınırlı bir teknisyenlik hizmetine dönüşmüş durumda! Hekimler hastalarının nasıl bir yaşamları olduğunu, nelerden etkilendiklerini bilmiyor. Sadece şikâyetlerini sorup, onları gidermeye çalışıyorlar. Hastanelere fiziksel rahatsızlıklarla başvuran hastaların, en iyimser tahminle yüzde 80’inin sorunlarının arkasında, psikolojik ve sosyal nedenler olduğu gerçeğini dikkate aldığınızda, bu yaklaşımın doğru ve bilimsel olduğunu söylemek mümkün mü?

Peki n’apacağız?

– Yapmamız gereken, tıbbın insanı bütün olarak ele aldığı bir model geliştirmek ve hekimleri, sadece ağaçları değil, ormanı da görebilecek şekilde yetiştirmek…

Antidepresan kullanımının bu denli yaygınlaşmasının altında da aynı mantık var, öyle mi?

– Aynen öyle! Kişinin canı sıkılıyorsa, keyifsiz ve mutsuzsa, kaygılanıyorsa, nedenlerine bakmaksızın ilaçlarla bu duyguları hissedemez hale gelmesini sağlamak yani tırnak içinde “tedavi etmek” bence doğru değil. Tabii burada, ilaç tedavisinin zorunlu olduğu bazı ruhsal hastalıkların varlığının da altını çizmemiz lazım…

Bir sürü insan, “Bitkisel bir şey. Doktorum önerdi” diyor. E doktorlar da gerçekten kolayca antidepresan dayıyor… Peki bu, içenin kusuru mu, verenin mi?

– Sorunuza, “Hem doktor hem de hasta sorumlu!” diye yanıt vereceğim… Doktorun hastasını eğitme gibi bir sorumluluğu var. Hastasını yaşadığı sorunların kaynaklarını bulma konusunda eğitmeli, ona stresle başa çıkmasına yardımcı olacak metotları öğretmeli, motive etmeli. Hastalarınsa, karmaşık sorunların kolay çözümleri olmayacağını anlamaları gerekiyor. Bir ilaç aldım bitti, gitti, yok. Kendilerini tanıyıp geliştirmeden, sorunların çözümünde sorumluluk almadan, haplarla iyi ve mutlu olacaklarını sanmaları büyük bir yanılsama. Nasıl çürük bir diş, ağrı kesici ilaçlarla gerçek anlamda tedavi edilemez, sadece ağrı bastırılır ve çürüme devam ederse, stresin yol açtığı ruhsal ve fiziksel sıkıntılarda da insanlar, yalnızca ilaçla iyileşmeye çalıştıklarında, içinde bulundukları durumu kavrama ve sorunlarını çözme becerilerini zayıflatmış olurlar…

YARIN: Endişeyi ilaçsız nasıl tedavi edebilirsiniz?

Yorum Bırak