Bu kadar duygulandığım bir projede hiç çalışmadım. Bence hiçbirimiz çalışmadık!

Veeeee 1923 müzikalinin yapım ekibi röportaj serisine devam ediyoruz. Söz verdiğim gibi Beyhan Murphy röportajıyla huzurlarınızdayım.
.
Kurtuluş Savaşı’nı bize dansla anlatmak mümkün mü? Mümkün! Beyhan başarmış! 
.
Beyhan Murphy, modern dansı Türkiye’ye tanıtan kadın… koreografi denince akla ilk gelen isim. Bu alanda çok önemli çalışmalara imza atmış, hatta çığır açmış biri. İstanbul Devlet Opera ve Balesi bünyesindeki İstanbul Modern Dans Topluluğu’nun (MDTİst) kurucusu…
.
İçinde dans olan pek çok projede onun imzası var. Son zamanlarda Alice, Sertab’ın Müzikali ile Peter Pan ve Varolmayan Ülke gibi başarılı projeleriyle adını sık sık duyuyoruz. Güldestan, Seyahatname, Afife, Şehir Orman, Hüsn-ü Aşk gibi eşsiz eserleri de var. Bu çalışmalarına bir yenisini daha ekledi, 1923 müzikali.
.
Yine döktürmüş! Şiir gibi danslar, büyüleyici bir atmosfer… Türk tiyatro tarihinin en kapsamlı müzikalinde, tüm ekip gibi o da kalbini koymuş…

.
1923 müzikali için şunları söylüyor Beyhan Murphy, “Milli duyguları, istemsiz harekete geçiren bir etkisi var. Geçmişe doğru uzandığında, herkesin ailesinde, o dönemle uzaktan yakından temas etmiş biri vardır. Yani çok dolu ve yüklü bir eserle karşı karşıyayız!”

.

Lafı fazla uzatmadan sözü ona bırakıyorum.

Dans koreografilerini gerçekleştirdiğin 1923 müzikali, 23 Nisan’da seyircisiyle buluşacak. Heyecan durumu nasıl?
-Epey heyecanlıyım! Benim heyecanım daha çok işin başında oluyor, iş ilerledikçe sakinleşiyor… Fakat 1923, diğer işlerden çok farklı. O kadar kendine özgü ve benzersiz bir proje ki… Heyecan barometrem, bu sefer çok farklı. Böyle bir prodüksiyonu, izleyici önüne çıkarmak başka hiçbir şeye benzemiyor. Bugüne kadar böyle duygulandığım, gözümün yaşardığı bir projede hiç çalışmadım. Bence hiçbirimiz çalışmadık!

MİLLİ DUYGULARI, İSTEMSİZ HAREKETE GEÇİREN BİR ETKİSİ VAR. GEÇMİŞE DOĞRU UZANDIĞINDA, HERKESİN AİLESİNDE, O DÖNEMLE UZAKTAN YAKINDAN TEMAS ETMİŞ BİRİ VARDIR. YANİ ÇOK DOLU VE YÜKLÜ BİR KONUYLA KARŞI KARŞIYAYIZ!

Sen, bir Cumhuriyet çocuğu musun?
-Cumhuriyet çocuğunun çocuğuyum demek, teknik olarak daha doğru! Ama evet, TC kimliği taşıyan herkes, bir anlamda Cumhuriyet çocuğu. İlkokuldan itibaren 29 Ekim, 10 Kasım, 23 Nisan törenlerinde TED’de beni kürsüye çıkartıp şiir okuturlardı. Resimlerim var. Kanımıza işlemiş, içine doğduğumuz bir durum bu. Yani bu sefer, bir masal, bir hikâye, başka bir ülkede geçen bir macera ya da bir edebi eseri anlatmıyoruz. Bu ülkenin, bu toprakların geçmişinde olan çok önemli tarihi bir süreci anlatmaya çalışıyoruz. “Çalışıyoruz” diyorum çünkü böylesine tarihi bir konuyu sahneye taşırken, belli bir tevazu içinde olunmalı diye düşünüyorum. İçerik son derece duygusal. Milli duyguları, istemsiz harekete geçiren bir etkisi var. Geçmişe doğru uzandığında, herkesin ailesinde, o dönemle uzaktan yakından temas etmiş biri vardır. Yani çok dolu ve yüklü bir konuyla karşı karşıyayız. Yekta Kopan, bu oyunu tasarlarken genç nesillere bir hediye vermek istemiş. Bu bence önemli bir yaklaşım. Kadınların, Milli Mücadele’deki öneminin vurgulanmasıysa bu işin, bir başka önemli özelliği.

Milli Mücadele’yi ve Cumhuriyet’in kuruluşunu, dansla anlatmak kolay olmasa gerek! Müthiş bir iş çıkmış! Nasıl başardın? Üstelik dansçıların bir kısmı böylesine büyük bir prodüksiyonda deneyimi olan dansçılar değil…
-Ülkemizde, müzikal tiyatro alanı, henüz Batı’daki gibi bir endüstriye evrilmiş değil. Kan akışı, yavaş yavaş hız alıyor. Ve arz-talep üzerine yeşeriyor. 1923, bazı dansçıların ilk deneyimi, bazılarının üçüncü-dördüncü müzikal deneyimi. Aralarında 40 yaş üzeri dansçılar da var, ki bu özellikle istediğimiz bir şeydi. Çok memnun kaldığımız bir kast oluşturabildik. Bu konuda cidden çok şanslıyız. Hepsinin düşünsel-duygusal ve fiziksel beden algıları konuya açıktı. O yüzden çok keyifli ve verimli bir prova süreci geçirdik. Ayrıca çalıştırıcı dans ekibim de çok tecrübeli ve çok iyi olduğundan, bana sadece kreatif olarak çalışmak düştü. Dans-Drama zaten yıllardır yöneldiğim bir metodoloji. Yönetmenler, bana rahat çalışabileceğim bir alan bıraktı. Tuluğ Tırpan’la dans-müzik ilişkisi konusunda çok rahat ve keyifli çalışıyoruz. Bütün bunlar, bir koreografın verim alabilmesini sağlıyor.


Dans koreografileri, vahiy gibi mi geliyor sana? Zihninde mi beliriyor?

-Bu, değişken bir kreatif mekanik. Bazen müzikten ilham alıp, direk oradan giriyorum. Bazen işin dramasından yola çıkıyorum. Fakat çoğu zaman, baştan sona bitmiş halini önceden görüyorum. Ne kadar teknik ne kadar dinamik ne renk, nasıl bir duygu, durum içeriği ne, ışık nasıl olmalı? Bunlar bir “blueprint” gibi yani tüm bilgileri içeren bir taslak gibi zihnimde beliriyor. Ondan sonrası, işi kafamdan download edip, dansçılara geçirmek! Tabii bunun yanı sıra, yönetmenin direktifi, hedef kitle, genel konjektür gibi mevzularla da haşır neşir olmak gerek. Yoksa sadece kendi hayal gücünle yürüyüp, işin geri kalanıyla armoni dengesini tutturamama tehlikesi doğabilir. Müzikallerde, koreografların, neredeyse bir yönetmen kadar farkındalıklarının yüksek olması lazım. İş sadece, koreografi yapmakla bitmiyor çünkü. Müzik, sahne yerleşim, aksesuar kullanımı, kompozisyon gibi işi ortaya çıkaran birçok öge var.


Peki bu müzikalde hiç zorlamadın mı? “Seferberlik” diye bir bölüm var mesela… Senaryoda yanında hiçbir şey yazmıyor… Sadece “Beyhan” yazıyor. Seni tedirgin etmedi mi?

-Yok, pek etmedi. İlk başlarda senaryonun üzerinden geçerken, Mehmet, iki büyük dans bölümüne gelince, “Seferberlik” ve “Büyük Taarruz”, “Ha işte burası Beyhan’ın!” deyip devam ediyordu. Bir anlamda iyi bir yöntem bu. Koreografın, kreatif akışkanlığına bırakmak ve ona zaman tanımak… Aynı zamanda diğer sahneler oluşmaya başlıyor, provalar ilerliyor, benim odaklanmam artıyor, dans bölümleri cümleler halinde çıkmaya başlıyor gibi gibi… Ama tabii ki “Eyvahlar olsun! Neresinden gireceğim ben bunun!” diye düşündüğüm anlar olmadı desem yalan! “Seferberlik” gibi yıllar süren bir süreci, dansla 8 dakikada anlatabilmem gerekiyordu. Üzerine kitaplar yazılan, filmler çekilen müthiş bir dönemden söz ediyoruz… Biraz delilik, biraz kendine meydan okumak gibi bir şey! Ama reaksiyonlardan anladığım kadarıyla fena olmadı.

Yaratıcı ekip, Şampiyonlar Ligi gibi… Herkes alanının ustası… Böyle bir ekiple çalışmanın en keyifli yanı ne?
-Profesyonel hayata bakışlarımız birbirine çok yakın. Böyle bir ekiple çalışmanın en keyifli yanı, herkesin kendi çıtasını hep biraz daha yükseğe çekmek amacında olması… Vasat seviyelerle yetinmemek, biraz risk almak, kreatif dürtüleri engellememek, birbirine alan açmak… Bunlar, bu ekiple çalışmanın en şahane yanı. Bir kere herkes çok tecrübeli. Ben bazen fevri ve sabırsız olabiliyorum, Tuluğ da biraz öyle. Mehmet ve Lerzan buna karşın son derece sabırlı ve iletişim yetileri yüksek insanlar. Karşı tarafa, ne isteyip ne istemediklerini çok zarif ve tatlı bir şekilde geçirebiliyorlar ve bizi gayet güzel süspanse edebiliyorlar. Bu kadar kalabalık bir kadroyla çalışırken, bunun önemi kat kat artıyor. Ve tabii ki karşılıklı güven hissi. Küçük ya da büyük hiç fark etmez; bir oyunda, bir eserde, bir prodüksiyonda kreatif ekip arasında -en gereken yapı taşı olan- güven hissi oluşmuşsa, çok şanslısınız demektir. Bizde bu var. Veee tabii Yekta’nın o müthiş teşvik edici enerjisi… O enerji olmasa, bu kadar coşkulu bir sonuç alamayabilirdik.

8 ile 82 yaş arasında değişen oyuncular, dansçılar var… Ekibin uyumu, DNA’mızda var olan Cumhuriyet aşkı mı?
-Galiba öyle… Her ne kadar 8 ile 82 yaşındaki sanatçıların, Cumhuriyet ile ilgili kişisel algıları ve tecrübeleri, doğal olarak birbirlerinden farklılık gösterse de kesinlikle DNA’mızda olan bir ortak payda bu. Oyunculara çok fazla bir şey anlatmak zorunda kalmadık. Kimseye, “Büyük Taarruz’a girerken şöyle düşünün” ya da “Seferberlik’te birbirinizi taşırken böyle hissedin” demedik. Herkes, neyi nasıl yapması gerektiğini organik olarak biliyor gibiydi… Duyusal zihin birlikteliği! Cidden çok özel bir prova süreci geçirdik.

ANLIK DUYGULANMALAR SIK SIK OLUYORDU. BAZEN DE ALENİ AĞLIYORDUK! AMA ÇOK GÜZEL TECRÜBELER BUNLAR. HEM İNSANIN KALBİNİ YUMUŞATIYOR HEM DE ARAMIZDA BİR BAĞ OLUŞTURUYOR

Çok tebrik ederim. Bazı sahneler gerçekten şiirsel olmuş! Senin en çok hoşuna giden koreografiler hangileri?
-Ben, oyunun hemen başında olan müze sahnesindeki, günümüzde geçen dans bölümünü pek seviyorum. Çünkü izlemesi daha sakin. Giren, çıkan, koşan, düşen, savaşan, ölen yok. Kompakt, yormuyor. Diğer bölümlerde daha büyük dinamizm ve etkileyici bir ‘epik’ anlatım var. Ama izlerken, maddi-manevi yoruluyorum. Dansçı ve oyuncular da aynı şekilde yoruluyor galiba, seyirci de öyle. Yanlış anlaşılmasın, bu ‘iyi’ yorulmak. Ağlamaktan, yüzüm gözüm şişti diyen var!

Doğru, izleyen herkes çok duygulanıyor. Sizde durum neydi…
-Birisi başlatacaktı, o belliydi! Daha provalardan önce masa başı çalışırken, Tuluğ başlattı bu ağlama sürecini! Gerisi geldi tabi… ‘Herkesin ortasında gözümün yaşardığı görünmesin’ diye bir çoğumuzun gizlemeye çalıştığı, anlık duygulanmalar sık sık oluyordu. Bazen de aleni ağlıyorduk. Ama çok güzel tecrübeler bunlar. Hem insanın kalbini yumuşatıyor hem de aramızda bir bağ oluşturuyor. Müzikalde bunu tetikleyen bir replik, bir dans anı, müzikte bir tını… Pek çok şey var… İnsanın kalbine dokunuyor 1923.


1923 müzikali, Atatürk’e, Milli Mücadele kahramanlarına, seni yetiştiren ülkeye, Cumhuriyet nesline, annene babana borcun mu? Öyle mi hissediyorsun?

-Benim jenerasyonumda bu var genelde diye düşünüyorum. Benim babam, Cumhuriyet sonrası, yurt dışında okumak için ilk burs kazananlar arasındaydı. Biz çocukken, aile büyüklerinden Kurtuluş Savaşı hikayeleri dinledik. Atatürk ile büyüdük. Bunlar, genç bir insanın bilincinde ve gönlünde yer ediyor. Bu müzikalin ekibine katılırken ve böylesi coşkulu anlatımlarla yoğrulurken, bir anlamda görev bilinci hissettim mi? Elbette. Gençlerle bu tecrübeyi paylaşmaktan çok memnunum.

Yorum Bırak