Bir gün hikayemin bittiğini hissedersem ya da kimseye dokunmadığına inanırsam susarım ve gözüm arkada kalmaz!

İsmail Güzelsoy romanları okumuş olanlar bilir… O, başkadır… Sözcüklerin, hikayelerin efendisidir… Kurduğu hikayelerle insanı teslim alır, başka bir dünyaya götürür. “Her yazı, büyüdür aslında. Yazarlar da büyücü!” diyen bir adam. Bence doğru… Güzelsoy bir büyücü… Benden söylemesi onun dünyasına dalın, kitaplarını okuyun. Pişman olmayacaksınız. Daha önce de söyleşiler yaptım kendisiyle, bu sefer yeni romanı “Kıpırdamıyoruz”u, Iğdırİstanbul ve İsveç hattında geçen hayatını konuştuk, teşekkür ediyorum…

İyisiyle kötüsüyle bu edebiyat enflasyonunda, herkesin kitap yazmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Yazar sayısı okur sayısını geçmediği sürece sorun yok bence! Ciddi olmak gerekirse, “Gerçekten bu kadar sözümüz, yaramız, öykümüz var mı?” diye merak etmiyor değilim. İzlemeye çalışıyorum, çok tatlı sürprizler çıkıyor karşıma ama son sayfayı çevirdiğim zaman, “E?” diye kaldığım fazla sayıda kitapla karşılaştım son yıllarda.

Siz kendi konumuzu nerede belirliyorsunuz?
-Dışarıda! Ben her zaman deplasmanda oynadım. Ama oyuna odaklandım, tribüne değil. Hikayemi en güzel nasıl anlatabileceğimi sorguladım hep. Hikayeler başkasına dokunduğu oranda yaşar, derinleşir, boyutlanır, güzelleşir. Yoksa sönüp giderler. Bir gün hikayemin bittiğini hissedersem ya da kimseye dokunmadığına inanırsam, susarım ve gözüm arkada kalmaz. Bir kişiyi küstürürüm belki, o da zaten hiç barışamadığım biri. Elbette kendimden söz ediyorum…

YAZMAK BENİM İÇİN HAYATTAN KAYTARMA ŞEKLİ

Fotoğraflar: Fethi Karaduman

Fotoğraflar: Fethi Karaduman

Acayip üretkensiniz. Sürekli yazıyorsunuz. Başka işiniz yok mu?
-Yazmayı iş olarak mı görüyorsun?” diye soruyorsun. “Yazmak” benim için bir kaytarma şekli. Hayattan kaytarmak… Ama yoklamada yok yazılmamak için bir şeyler yapıyorum.

HAYATIMDA İSTİKRARLI GİDEN TEK ŞEY HİKAYELERE OLAN TUTKUM

En sevdiğiniz şey, hikaye kurmak mı?
-İnsanın “en” sevdiği şey ne kadar kaypak, değil mi? Çok eskiden, 5 yaşında bir kız çocuğuna sormuştum, en sevdiği şeyin leylak rengi olduğunu söylemişti. Şimdi o kız, 30’unu devirdi ve muhtemelen en sevdiği şey de bir renk değildir artık. Yani “en” çok değişken! Benim hayatımda istikrarlı giden tek şey hikayelere olan tutkum.

İNSAN DEDİĞİNİZ GAZOZ ŞİŞEŞİ GİBİ BİR ŞEY, ÇALKALANINCA TAŞIYOR! YARATICI ENERJİYLE YIKICI ENERJİNİN AYNI KAYNAKTAN GELDİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM

Hayatı da romanları kadar ilginç bir yazarsınız. Anlatacak bu kadar öyküyü nerede, ne zaman biriktirdiniz?
-Rehberlik yıllarında, yoğun tempoda çalışırken -abartısız- yüzlerce defter dolusu hikaye biriktirmişliğim var.

Sizi bu kadar çalışkan ve renkli kılan Iğdır- İsveç hattı mı?
-Galiba. O yollarda, birkaç savruluş hikayesi yaşadım. İnsan dediğiniz gazoz şişesi gibi bir şey, çalkalanınca taşıyor. Yaratıcı enerjiyle yıkıcı enerjinin aynı kaynaktan geldiğini düşünüyorum. Kendi hayatımda bunu çok gözlemledim. İçimdeki öfke, nasıl olduğunu anlamadan bir romanda yol bulup evcilleşiyor, munisleşiyor.

IĞDIR – İSTANBUL – İSVEÇ HATTI’NDA GEÇTİ HAYATIM… BAZI YARALAR İYİLEŞMEZ, BİZ ONLARLA GEÇİNMEYİ ÖĞRENİRİZ SADECE…

Iğdır’da doğuyorsunuz, İstanbul’a taşınıyorsunuz, 9 yaşında tek başına tekrar Iğdır’a dönerek ilkokulu orada bitiriyorsunuz… Neden?
-Bu da az önce dediğim çalkalanışlar serisinin ilkine götürüyor bizi. İlkokul öğretmenim beni çok aşağıladığı için okulu bıraktım, beni başlarından atmak için Iğdır’a sürgün etti ailem. Bir yıl süren yoksunluk ve yalnızlık dönemi yaşadım orada. Iğdır, ateşi sönmeden yarım kalan aşklar gibi bir duygu boşluğu yarattı bende. Düşünsenize, 9 yaşındasınız, pıt diye sizi alıp ülkenin öbür ucuna getiriyorlar. Daha yeni yeni oyun arkadaşı edinme çağındasınız. Sevimlilik olsun diye söylemiyorum, sahiden bir aşk ayrılığında olduğu gibi, hiç iyileşmeyen bir yaraya dönüştü bu kopuş hikayesi bende. Bazı yaralar iyileşmez, biz onlarla geçinmeyi öğreniriz sadece. Iğdır benim için bir coğrafya değil, bir rüya enkazıdır.

12 EYLÜL DÖNEMLERİYDİ… BOĞULUYORDUM, ABİM “GEL BURADA DEVAM ET!” DEDİ… VER ELİNİ İSVEÇ

Ortaokul, lise, üniversite İstanbul… Sonra ver elini İsveç… O ne alaka?
-12 Eylül diyeyim, anlayın işte. Boğuluyordum artık. Abim “Gel burada devam et” diye yanına çağırdı beni. Biraz dil, biraz İsveç edebiyatı çalıştım, döndüm sonra…

Kaç yıl İsveç’te yaşadınız?
-Üç yılı biraz aşkın bir süre.

Peki, İsveç ne öğretti?
-Yalnızlığın zevkini… Oraya gitmeden önce yalnızlığı, bir terk edilme hali olarak tanımıştım. Yalnızlığın, kendinle yeni bir tanışma şansı olduğunu anladım İsveç’te. Yalnız kalan insan tek değildir. İçinde susturduğu başka bir varlığın sesini dinlemeyi öğrenir ve çoğalır.

TÜRKİYE’YE DÖNDÜM… İSVEÇÇE-İNGİLİZCE REHBERLİK YAPTIM

Sonra yeniden İstanbul. İsveççe ve İngilizce rehberlik… Rehberlik size ne öğretti?
-Anlatmayı! Rehberlik çok iyi bildiğim bir şeyi, karşı tarafa anlatmak için, o bilgiye yabancılaşmayı öğretti bana. Bu ne kadar önemli, düşünsenize… Zihninizde müthiş renkli bir resim var ama dudaklarınızdan gri, kasvetli, cılız sözler dökülüyor. Bir şeyin güzel olması, onun güzel anlatılmasını garantilemez! Sizin, o güzelliği doğru bir müzikaliteyle yeniden tasarlamanız gerekir. Diyelim ki İstanbul’u anlatacaksınız… Bu İstanbul’un güzelliğini, ona yakışacak zenginlikte anlatabilmenizi garantilemiyor, çaba harcamalı, doğru bir dil oluşturmalısınız. Rehberlik, yazma konusunda da rehberlik etti bana, bir bakıma. Işıltısını yitirmeden hikayemi canlandırabilmenin yolları üzerine kafa yordum uzun zaman.

HİÇBİR KALABALIK, BENİM YALNIZLIĞIMA ZARAR VEREMEDİ… YALNIZLIĞIMIN BANA OLAN YAKINLIĞI BENİ HİÇ YALNIZ BIRAKMADI!

Peki rehberlik gibi sosyal bir işten sonra, yazarlık gibi yalnızlığa gereksinim duyulan bir iş sizi nasıl kesti?
-Hiçbir kalabalık benim yalnızlığıma zarar veremedi ki. Birbirimizi çok sevdik ve yalnızlığımın bana olan yakınlığı beni hiç yalnız bırakmadı.

12 kitabınız var… Edebiyat dünyasında kendinizi nereye koyuyorsunuz?
Edebiyat dünyası diye bir şey mi var? Edebiyat takımadaları, belki ama ortada “dünya” denebilecek bir şey göremiyorum ben. İyi yazarlar var, gerçekten çok sıkı çalışan, iyi hikayeler üreten sağlam kalemler var ama bunların büyük bölümü yalnız ve kendi çilehanesine kapanmış. Edebiyat asla bir takım oyunu olamaz. Benim tek muhatabım okurlar. Çok zarif, sıkı okuyan bir okur çevresiyle iletişim halindeyim ve bu beni besliyor. Okurdan başka bir merciye sırtını yaslayan bir yazar dımdızlak ortada kalır sonunda. Onun haricindeki her şey piyasa. Bugün bir tezgahta işe yararsın, yarın öbür tezgahta. Bir bakarsın posan çıkmış, hikayen pul pul dökülmüş. Okur bu çağda masum kalan tek mercidir. Eğlenceli, lezzetli hikayeler ister. Olup olmadığını da size anında bildirir. Onun referansı, bir deniz feneri ışığı gibidir. Okuru takip eden bir yazarın başka kılavuza ihtiyacı olmaz.

BU YENİ ROMANDA ANA KONUMUZ, İYİLİK VE KÖTÜLÜK

Gelelim sonuncu çocuğunuza: “Kıpırdamıyoruz” İnsanlara neyi anlatmak, göstermek istediniz?
-Bireysel mutluluk arayışlarına olan saygımı, göstermek istedim öncelikle. Bütün inanç sistemlerinin düşkünlük hali olarak görmeyi tercih ettiği o “bireysel mutluluk”, hülyalarının kıymetli olduğunu, bunların bencilce olmadığını, kendimizi ille de büyük amaçlara adamak zorunda olmadığımızı… Öncelikle bunu, romanın alt katmanlarında işledim. Daha görülür katmanda da iyilik ve kötülük…

KÖTÜLÜK AKTİF BİR EYLEMLİLİK HALİDİR, İYİLİK İSE PASİF BİR GERİ ÇEKİLME DURUMU… NE ZAMAN Kİ İYİLİK DE ATAK, PROAKTİF HALE GELİR, İŞTE O ZAMAN İŞLER DEĞİŞİR!

İyilik- kötülük meselelerine bulaşmak nereden aklınıza geldi?
Çünkü çalkalanış zamanlarında herkes birbirinin gözünün içine bakıyor, “Haydi bir şeyler yap, bizi buradan kurtar” diye. Yok öyle bir kurtarış oyunu! Kötülük, aktif bir eylemlilik halidir, iyilikse pasif bir geri çekilme durumu… Ne zaman ki iyilik de atak, proaktif hale gelir, o zaman hayatımız renklenir, birilerine “Haydi bir şeyler yap” demekten kurtuluruz.

HÜLYA’YA TÜRKÇE DERSİNDE KOPYA VERMEDİĞİM İÇİN KÖTÜLÜK YAPTIM GİBİ GÖZÜKÜYORDUR AMA KADIN ŞU ANDA ÇOK BAŞARILI BİR MİMAR OLDU VE BENİM KOPYA VERMEYİŞİMİN DE BUNDA BÜYÜK KATKISI VAR

Size göre nedir iyilik? Nedir kötülük?
-İyilik ve kötülük sabit değerler değil. Hülya’ya Türkçe dersinde kopya vermediğim için kötülük yaptım gibi gözüküyordur ama kadın şu anda çok başarılı bir mimar oldu ve benim kopya vermeyişimin de bunda büyük katkısı var. Lise 2’deyken ona yaptığım bir kötülük, şu anda iyilik haline dönüştü. Buna ne dersiniz? İyilik-kötülük dinamik kavramlar. Bir şey yaparken, “Bunu yapayım da iyi olayım” demeyiz, ya da tersi. Biz başka bir içeriklendirmeyle hareket ederiz. İyilik ve kötülük, dışarıdan bakan birinin zihnindeki tezahürden başka bir şey değil. Adam köşede uyuşturucu satıyor ama kötülük yaptığını kabul etmiyor, sorsan, “Ben satmasam ne olacak abla, bir yerlerden bulacaklar bu mereti!” diyecektir size. Bu kadar kabak gibi kötülüğün bile bir maskesi var. O adamın yaptığı rezil eylemi ancak dışarıdan bakanlar, yani biz adlandırabiliyoruz. Ona sorsan, biz kötüyüz, vatanımızı yeterince sevmiyoruzdur filan. Böyle sabit bir değer skalası yok yani.

“ÇIT YOK” ROMANINDA SORDUĞUM “KATİL KİM?” SORUSUNUN CEVABI, YAKLAŞIK 10 YIL SONRA BU ROMANDA VERİLİYOR

Hikayeyi kurarken, belli bir tarihsel olaya ya da döneme bir gönderme yaptınız mı?
İki dönem var romanda. Biri 40’lı yılların ortaları, biri 1966 yılının yaz sonu. İlk dönemde bir Eyüp Vampiri var, bu motif Çıt Yok romanında da işlenmişti. Orada sorulan “Katil kim?” sorusunun cevabı, yaklaşık 10 yıl sonra bu romanda veriliyor. Bir devam romanı olmamakla birlikte, bir biçimde orada anlatılanların gölgesi bu romana vuruyor. Böyle oyunları seviyorum, okurlarım için yaptığım kurgusal çeşniler bunlar.

YAŞANAN EN BÜYÜK FELAKET NE CORONA NE DOĞA TAHRİBATI… HAYALLERİMİZİ KAYBEDİYORUZ. YARINSIZ KALIYORUZ! VE BU, FİZİKSEL BİR ŞEY DEĞİL, İÇİMİZDEKİ YARINI KAYBEDİYORUZ. RUHUMUZ DAR ZAMANLARA SIKIŞIP KALIYOR…

Sizin romandaki kıyamet metaforunu karşılayacak bir biçimde, gerçek dünyada da kötülüğe, yok oluşa bir gidiş söz konusu… Doğanın, kentlerin tahribatı, iklim krizi, son olarak Corona… Bütün bunlar dünyada kötülük yaşandığı için mi başımıza geliyor?
-Bunlar basit birer yol kazası. Biz çok güncel varlıklara dönüştük. Sorun burada asıl. Öğrencilerime her zaman tekrarladığım bir şey var, “Bir gözümüz şu coğrafyada olacak, bir gözümüz Samanyolu galaksisinin ötelerinde, bir kulağımız bugün söylenenleri duyacak, bir kulağımız bin yıl sonrayı…” Yaşanan en büyük felaket ne Corona ne doğa tahribatı; hülyalarımızı, hayallerimizi kaybediyoruz. Yarınsız kalıyoruz ve bu fiziksel bir şey değil, içimizdeki yarını kaybediyoruz. Ruhumuz dar zamanlara sıkışıp kalıyor. Buradan çıkabilirsek, araba yanmış, yol çökmüş, önemli değil… Gideceğimiz yeri bilmemiz bizi yürütür.

MEDYA KENDİSİNİ SÜPÜRÜP ATTI!

Romandaki kötü kadın karakterini kötü yapan ne? Firdevs neyi temsil ediyor? Medyanın, fotoromanların biçimlendirdiği bir kadın mı? Yani kötü olan medya mı?
-Açıkçası medya kötü bile değil artık! Keşke olsaydı ve “Kötü” deseydik. Medya, kendisini süpürüp attı. Kötü kadın karakter, kötülüğe verilen bir tepkinin sergilenişidir bir bakıma. Yani kötülüğe verilen tepki, bazen sizin iyi niyetinize bakmaksızın, sizi ondan daha habis bir konuma hapseder. Firdevs’e olan bu.

HAKKININ YENDİĞİNE İNANMIŞ BİRİNDEN DAHA YIKICI KİMSE OLABİLİR Mİ?

Okuyucularımızın kolay anlaması açısından Firdevs’in gerçek hayattaki karşılığı kim? Nasıl bir örnekle anlatabiliriz?
-Şöyle düşünelim o zaman, birilerine haksızlık yapmak için bir “gerekçe” arayacağız. Bunun için en geçer akçe, haksızlığa uğradığınız inancı değil midir? Firdevs bunun cisimleşmiş hali bir bakıma. Bir insanı mağdur edildiğine inandırın ve arkanıza yaslanıp nasıl mağduriyetler yarattığını izleyin. Firdevs, hakkının yendiğine inanmış bir kere, ondan daha yıkıcı kimse olabilir mi? Sizce bu gerçek hayatta neye karşılık gelir?

Niye 60’lı yıllarda geçiyor hikayeniz…. 2020’lerin ilişkilerini yazamayacağınız için mi?
-Yo, yazarım elbette. Ben korkmam böyle şeylerden. Bir kaçış hikayesi değil benimki. Üç romanlık bir seri yazıyorum. Buradaki her roman diğerinin loş bıraktığı bölümü aydınlatacak. Dönem olarak 60’ları seçme nedenim, bu serinin son romanı, “Avucumda Rüzgar Var” çıktığı zaman daha iyi anlaşılacak. Bu romanların kahramanları arasında ince bağlar ve ilişkiler olacak, o yüzden günümüz pek uygun bir zaman aralığı değil.

ÖLDÜRMEYİ, ŞİDDETİ HAK OLARAK GÖRÜYOR ERKEK

Romanda Firdevs ve sevgilisinin işlediği cinayet, kadın cinayetlerine ilişkin ne anlatıyor bize?
-Kadın cinayetlerinin arka planında bir algı çarpıklığı var. Kendinde hak görme, diye özetleyebileceğimiz duygusal bir karmaşa. Erkek egemen algının bu yolla kışkırtıldığını düşünüyorum. Öldürmeyi, şiddeti vs. hak olarak görüyor erkek. Firdevs, erkek egemenliğine sığınmış bir kadın figürü. Onun kötülüğü asıl burada işte. Erkeğin değerlerini edinmiş bir kadın…

İYİLİK VE KÖTÜLÜK YALNIZCA HANGİ TAKIMIN OYUNCUSU OLDUĞUNUZLA ÖLÇÜLEBİLEN ŞEYLER

İyilik ve kötülük bir bakışta anlaşılmaz mı?
-Mesele nereye baktığınız. Bir eylemin arkasındaki niyete mi, yoksa onun ortaya çıkardığı sonuçlara mı bakacağız? Onun etki alanını mı ölçümleyeceğiz? Zor yani. İyilik ve kötülük yalnızca hangi takımın oyuncusu olduğunuzla ölçülebilen şeyler. Gol atıldığı zaman bir türbin coşkuyla ayağa kalkıp zıplarken, golü yiyen takımın taraftarları hüzünlü bir sessizliğe gömülür. Gol iyi mi, kötü mü şimdi? Evvelsi sene Distopya oturumumuz olmuştu TÜYAP’ta. “Distopya ama kim için, birilerinin distopik deneyimi başkaları için büyük bir dönüşüm çağı olarak kutsanabiliyor” demiştim. Aynı şeyi iyilik-kötülük için de söyleyebilirim.

Kötülüğü ancak kötülük mü durdurabilir?
-Tabii ki hayır, karakterlerimin görüşleri beni bağlamaz. Bekçi Harun öyle düşünüyor. Ben onun iç dünyasını samimiyetle sergilemek zorundaydım. Ama Harun kötülüğe karşı iyi kalınmakla onu beslediğimize inanıyor. Romanda iyilik ve kötülük üzerine çok farklı ve birbirini reddeden yaklaşımlar var. Ben bunların hepsine eşit uzaklıkta durmaya çaba harcadım. Bu da önermelerden biriydi işte.

İDAM CEZASININ SUÇLAR ÜZERİNDE HİÇBİR ETKİSİ OLMADIĞI İSPATLANMIŞ

Kadın katilleri asılsın diye mi düşünüyorsunuz?
-Ben ilke olarak hiçbir kurumun can alma yetkisinin olmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu işin etik boyutu, ayrıca pragmatik bir yerden baktığımızda da bunun pek hayırlı iş olmadığı görülüyor. 1960’larda BM bu konuda araştırma yaptırmış. İdam cezasının suçlar üzerinde hiçbir etkisi olmadığı ispatlanmış.

BU DÜNYADA BİR İNSANIN YAŞAYABİLECEĞİ EN ZENGİN DENEYİMİN AŞK OLDUĞU KESİN!

Bütün bu kaosun, karmaşanın çıkışı.. Aşk mı? Her şeyi yerli yerine oturtan bir güce mi sahip?
-Bence evet. Öyle ya da böyle, bu dünyada bir insanın yaşayabileceği en zengin deneyimin aşk olduğu kesin. Her şeye rağmen…

Siz en son ne zaman aşık oldunuz? Hala aşık mısınız?
-Ben aşık olduğum kadınlara sonradan ,“Allah belasını versin, beş yılımı, üç yılımı, neyse işte ömrümün şunca yılını yedi!” filan demedim hiçbir zaman. Bir dönem hayatıma giren ve bana güzel bir şeyler yaşatan kadınlar her zaman kıymetlim olmuştur benim. Aşık olmam şart değil bunun için. Bana emeği geçen kadınlara her zaman minnet ve şükran duydum. Bu birlikte yaşanan aşk hikayesi kadar değerlidir.

EVLİLİĞE, BİRLİKTELİĞE ERKEK TARAFI KARAR VEREBİLİR AMA AŞKI HER ZAMAN KADIN BAŞLATIR!

Neden romanlarınızda kadın hep aşkı başlatan, uçarı, çapkın oluyor? Benim okurken hoşuma gidiyor da neden öyle…
Bunun cevabını başka bir romanda vermiştim. Bir evliliğe, birlikteliğe vs. erkek tarafı karar verebilir ama bir aşkı her zaman kadın başlatır. En kapalı toplumlarda da bu durum değişmez. Aşkın gerçek kaynağı tanrıçası, kadındır. Neden bu topraklardaki ilk tanrıça Kibele’ydi sizce? Kadın aşkın fitilini ateşler ama bunu görünür kılmaz sadece. Çünkü aksayan her ilişkide kadın suçlanacaktır, bunu bildiği için de temkinli davranır yalnızca. Ben bunu daha görünür hale getirmeye gayret ediyorum romanlarımda.

ERKEK FITRATI GEREĞİ ZAYIF BİR VARLIKTIR! KENDİMDEN BİLİYORUM

Erkekleri alışılmışın dışında biraz daha edilgen çiziyorsunuz sanki? Niye?
Bu her roman için geçerli değil ama roman bağlamından çıkarak konuşacak olursak, erkek fıtratı gereği zayıf bir varlıktır. Samimi söylüyorum bunu. Kendimden biliyorum.

EDEBİYATIN EĞLENCEDEN BAŞKA BİR MİSYONU OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM. AMA BUNU YAPARKEN EZBERLERİMİZİ GÖZDEN GEÇİRMEYE ZORLUYORSA LOKUM!

Romanda her karakterin bir de “aslı” var neredeyse. Hiçbir şey aynı değil, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Ve sanki göründüğü gibi olmayan dünyayı bize anlatan da EDEBİYATIN kendisi. Siz edebiyata böyle bir misyon yüklüyor musunuz gerçekten?
-Edebiyatın eğlenceden başka bir misyonu olduğunu düşünmüyorum! Her şeyden önce eğlenceli olmak zorunda. Bunu yaparken ezberlerimizi gözden geçirmeye zorluyorsa, lokum! Çünkü az önce tarif ettiğiniz o yol kazasının nedeni, ezberlerimizin sayıklamaya dönüşmesinden başka bir şey değil. Dünyayı bu hale getiren şey, bizim kendi hikayemize olan inancımızı yitirişimiz. Bu da masumiyeti yitiriş kadar vahim bir durum. Kendi hikayemize sahip çıkmamız gerekiyor. Bunu söylemeye çabalıyorsanız, dış dünyanın gerçekliği bir çatlaktan romana sızıyor işte. Mesele bunu estetik kılabilmekte. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum…

Yorum Bırak