Şahane dizi mutlaka izleyin… Kaçmaz!!

Var ya…
Netflix’in bugün başlayan Türk dizisi “Bir Başkadır” beni çarptı.
Resmen tokat attı.
Nefes almadan izledim.
8 bölüm. 45’er dakika.
Zor bir meseleyi çok derin anlatıyor.
Bize, bizi anlatıyor.
Hepimize toplumun aynasını tutuyor.
Tebrik ederim.

*

Biz, epeydir, bir hastalığa kapıldık, Corona’dan bile kötü, hepimiz, birbirimizi ötekileştiriyoruz, yargılıyoruz, küçümsüyoruz.
Herkes, kendisinin ve ait olduğunu düşündüğü kesimin haklı olduğuna inanıyor.
Oysa kesim-mesim yok.
Hepimiz biriz ve kardeşiz.
Kimse, kimseden üstün değil.
İşte bu dizi, her kesimin kibrini eleştiriyor. Diğerini yok saymasına karşı çıkıyor.

*

Ama tabii ki Türkiye, bu 8 karakterden ibaret değil. Fakat içinde bulunduğumuz “ötekileştirme” hakkında bayağı fikir veriyor.
Duygulandığım, gözlerimin dolduğu, şaşırdığım ve hatta karakterlerde kendimi bulduğum bile oldu.
Cesur iş.
Derin iş.
Yazarı ve yönetmeni Berkun Oya’yı bütün kalbimle kutluyorum. Böyle şahane bir ekip toparladığı için de.

*

Muhafazakar, örtülü Meryem (ki Öykü Karayel oynuyor ve gerçekten döktürüyoooo), haftada üç gün Sinan’ın evine temizliğe gidiyor.
Sinan, sürekli birtakım kadınlarla yatıp kalkan, bağlanma sorunu yaşayan, sevimsiz bir arkadaş.
Ama işte, farklı geldiğinden midir nedir, Meryem, sevimsiz Sinan’a romantik duygular besliyor. Aşık oluyor basbayağı. Ama kendi bile farkında değil. Bastırdığı duygularını yüzünden iki de bir bayılıyor, bu yüzden de Dr. Peri’yle terapiye başlıyor.
İşte, dananın kuyruğu orada kopuyor.
Peri, Robert Kolejli, üniversiteyi Amerika’da okumuş psikolog olmuş bir kadın. Eğitimli ama ön yargıları var. Örtülüler onu sinir ediyor mesela. Aslında annesini de ediyor. Kafadan karşılar yani. Cahil cüheyla olduklarını düşünüyorlar. Böyle giriyoruz diziye…

*

Bayılarak devamı anlatırım da “Spoiler verdin!” dersiniz diye yapmıyorum.
Sadece muhafazakar-laik çatışması değil ama… Öyle düşünürseniz, güzelim diziyi, daracık bir yere hapsederseniz ve haksızlık olur.
Bu topraklarda nasıl farklı renklerde çeşit çeşit insanın bir arada yaşadığını, şu anda ayrışmış gibi göründüğümüzü oysa hepimizin insan ve aynı olduğumuzu ve hep birlikte Türkiye mozaiğini oluşturduğumuzu anlatıyor.

*

Dizinin üç kadın karakteriyle (Öykü Karayel, Defne Kayalar, Funda Eryiğit) Zoom röportaj yaptım. Şahane bir oyunculuk sergilemişler. On numara. Hadi seyredin. Umarım benim kadar seversiniz. Yorumlarınızı merak ediyorum.

Bu dizi, Türkiye toplumunun bir aynası mı?
Funda Eryiğit: Niyet biraz da o. Birlikte yaşayabilecek bir toplumken, nasıl ayrıştığımızı anlatıyor.  Ne yazık ki uzun zamandır böyle bir durumdayız. Bu dizi, bu ayrışmanın biraz da manasızlığı üzerine. Çünkü biz farklılıklarımızla iyiyiz, güzeliz.

Öykü Karayel: Bence da “Bir Başkadır” Türk toplumunun aynası. Hem de çok objektif bir yansıması. Ama bir kesimin. Çünkü Türkiye, sadece bunu izlediğimiz manzaradan ve karakterlerden ibaret değil.

Defne Kayalar: Bence de aynası. Ama anlatılan hikaye sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünya üzerindeki her toplumda, şu an karşılığını bulacak karakterler var dizide. “Bir Başkadır” aynı zamanda dünya toplumlarının yansıması.

ÖN YARGILARIN BİZİ NE KADAR KÜÇÜK BİR YERE HAPSETTİĞİNİ TOKAT GİBİ YÜZÜMÜZE VURUYOR

Birbirinden farklı 8 karakter anlatılıyor. İslam’ın öğretilerine, ahlakına ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı yetiştirilmiş başörtülü Meryem de var, muhafazakar kesime karşı ön yargılı yetiştirilmiş, Robert Kolejli, yurt dışı eğitimli Peri de… Bu toplumsal karşıtlık, şu anda Türkiye’nin temel gerçeklerinden biri mi?
Funda: “Bir Başkadır”ı sadece laik-muhafazakar tartışmasına indirgemek, diziye ve emek veren herkese haksızlık olur. Kaldı ki, aynı sosyo-ekonomik kültürden gelen karakterlerin bile, farklı travmaları, farklı bastırılmış duyguları var. Dolayısıyla, kabaca iki tipoloji değil. “Bir Başkadır” da farklı yaşayış biçimlerini benimsemeyen 8 farklı karakterle tanışıyoruz. İç dünyalarına giriyoruz.

Öykü: Bence “farklı” yaftasının, bize “öğretilmiş” bir şey olduğunu anlatıyor bu dizi. Ve bu ön yargıların bizi ne kadar küçük bir yere hapsettiğini yüzümüze tokat gibi vuruyor.

Size göre bu dizi esas olarak ne anlatıyor?
Defne: Hoşgörüyü… İnsanı… Özümüz aynı… Herkesin kanı, kırmızı akıyor. Bunun dışındaki her şey, üzerine sonradan koyduğumuz şeyler. Benim 4,5 yaşındaki oğlum, hiç kimsenin farkının, farkında bile değil. Çünkü sonrası, hep öğrenilen şeyler…

Dizinin adı olan “Bir Başkadır”, bende “Bir başkadır benim memleketim” çağrışımı yapıyor… Yanılıyor muyum?
Öykü: Tabii ki insanın aklına, “Bir başkadır benim memleketim” kavramı geliyor çünkü dizi, yöresel hikayelerden oluşuyor. Ama insana dair her şey, biçimler farklı da olsa, özünde aynı aslında. Biz bu topraklarda, farklılıklarımızla varız. Bu kadar farklıyken bir arada yaşayabiliyoruz. Bunu tekrar hatırlatmak için şahane bir fırsat sunuyor bu dizi bize.

Defne: Aynı zamanda, “Bütünü anlamak için önce birbirimizi anlayalım, sonra bütünü de anlayacağız!” diyor. Ama önce kendi mahallemizi anlamaya bir başlamamız gerekiyor tabii ki…Funda: Bizimki aslında “Evrensel bir derdi, biz lokal olarak nasıl yaşıyoruz?”u anlatan bir hikaye. Dolayısıyla bütün ayrışmış, kutuplaşmış, birbirinden uzaklaşmış, birbirini anlamaktan, empati kurmaktan yoksunlaşmış insanların aslında ne kadar büyük bir ortak noktası olduğuna da odaklanıyor.

ZATEN BİZİ AYRIŞTIRAN, ASLINDA BİZİM DIŞIMIZDA GELİŞEN EVRENSEL YÖNETİLME BİÇİMLERİ

Peki bütün bu karşıtlıkların, bir arada barış içinde yaşaması sizce mümkün mü?
Funda: Şu an yaşıyoruz aslında. Zaten bizi ayrıştıran, aslında bizim dışımızda gelişen evrensel yönetilme biçimleri.

Öykü: “Aa ne kadar birbirimizden farklıyız!”ın altını çizmiyor aslında bu dizi. Tam tersine, “Tüm farklılıklarımıza rağmen ne kadar çok benziyoruz!”un altını çiziyor. An geliyor, “O da yalnız… O da yalnız!” diye izliyorsunuz.

Defne: Aslında dizinin yaptığı şey şu: “Hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etme, sorgula!” diyor.

YENİ JENERASYONUN BİZDEN ÇOK DAHA ÖN YARGISIZ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM

Siz, “farklı” olanı küçümseyenlerin, ön yargıyla yaklaşanların giderek azaldığına tanık oluyor musunuz?
Öykü: Valla, yeni jenerasyonun bizden çok daha ön yargısız olduğunu düşünüyorum. Benim umudum var yani! Giderek “farklı olan”ı küçümseyenler azalacak.

Funda: Ben de bunu umut etmek istiyorum. Çünkü gerçekten bıktım. Yargılanmaktan, yargılamaktan ya da etrafımda yargılayan insanlar görmekten. “Ben kimseyi yargılamadım!” demiyorum, diyemiyorum, mutlaka farkında olmadan yapmışımdır. Ama çok dikkat ediyorum. Etrafımda böyle şeyler görmekten çok sıkıldım. Tamam ekonomik kriz de etkendir ama uzun süredir, mutsuz insanlar görüyorum ben sokakta. Bu beni de etkiliyor. Daha çabuk öfkelenirken yakalıyorum kendimi. Bırakalım artık ötekileştirmeyi, birbirimizi yargılamayı. Umuyorum, benim gibi başka insanlar da bu bıkkınlığı yaşıyordur. Artık “Ne gerek var arkadaşlar?” diyelim istiyorum.

ATALARIMIZDAN, ANNEMİZDEN, BABAMIZDAN BEYNİMİZE İŞLENMİŞ ÖYLE ÇOK ŞEY VAR Kİ, KENDİMİZİ GELİŞTİRMEYE, DÖNÜŞTÜRMEYE ÇALIŞSAK DA BİR YERİMİZDEN TUTUYOR ONLAR BİZİ

Kişisel yaşamınızda hiç Peri gibi davrandınız mı?
Defne: Peri kadar sert ön yargılara sahip olduğumu sanmıyorum ama mutlaka çeşitli konularda ön yargılı davranmışımdır.

Öykü: Ben de mutlaka davranmışımdır. Bu dizide, karakterlerin “içsel savaşları”na da tanık oluyoruz. Bunları aslında hepimiz yaşıyoruz. Bazen, ön yargılı laflar istemeden ağzımızdan çıkıveriyor. Ya da ayrımcı, küçükseyici bir anımıza şahit oluyoruz. Şu an olduğumuz bilinç düzeyinde, içimizde, bunlarla da savaşıyoruz. “Niye ben böyleyim?” diyoruz. Peri de bu sancıları çekiyor dizide. Atalarımızdan, annemizden, babamızdan beynimize işlenmiş öyle çok şey var ki, kendimizi geliştirmeye, dönüştürmeye çalışsak da bir yerimizden tutuyor onlar bizi. Çektiğimiz sancılar, işte bu “öğretilmiş şeyler” yüzünden. Ben inanıyorum ki, bilinç düzeyimiz geliştikçe, bunlar hafifleyecek ve sonunda ortadan kalkacak. Şu an o acıları çekiyoruz ve kendimizle savaşıyoruz.

HEPSİ DONANIMLI, BİRİKİMLİ VE ÖDÜLLÜ OYUNCULAR

Hepiniz o kadar iyi oyuncularsınız ki! Herkes donanımlı, ödüllü, birikimli… Bu, sinir bozucu olmadı mı? Ya da şöyle sorayım: Zorlayıcı olmadı mı?
Defne: Tam tersine hızlandırıcı oldu. Berkun muhtemelen, “Bir dil kuruyorum. Bu dili konuşabilen insanlarla çalışırsam, sonuca daha çabuk ulaşırım. Tercüme gerekmez!” diye düşünüyor. Ve o dili konuşabilecek insanları bir araya getiriyor. Genellikle de daha önce beraber çalıştığı, bu tecrübeyi yaşadığı ya da yaşayabileceğine inandığı insanlardan kuruyor ekibini. Burada bir pratiklik söz konusu.

HERKES ROLÜNÜ O KADAR BULMUŞ Kİ, ONDAN BAŞKA KİMSE OYNAYAMAZMIŞ GİBİ GELİYOR

Bir başkası da sizin rolünüzü oynayabilir miydi bu kadar başarılı? Bunlara Berkun karar veriyor değil mi?
Defne: Her şeye Berkun karar veriyor.

3 kadın birbirinizin rolünü oynayabilir miydiniz? “Benden iyi Meryem de olurdu… Peri olurdu… Ya da Ruhiye olurdu” diyor musunuz?
Öykü: “Çok iyi oynardık” diye bir şey diyemem ama hepimiz, her role iştahlandık açıkçası. Her rol cezbetti bizi. Ama ben Defne’nin rolünü Defne’den çok iyi oynardım diyemem asla.

Defne: Ben de Meryem’i çok iyi oynardım diyemem. Bence herkes rolünü bulmuş ve ondan başka kimse oynayamazmış gibi geliyor.

BEN KİMİM Kİ ONU KÜÇÜMSÜYORUM, YARGILIYORUM?

Peki bilimsel düşünce yerine, hocadan, hacıdan tavsiye alanları küçümsemek yanlış mı?
Defne: Herhangi bir konuda, herhangi birisini küçümsemek yanlış! Herkesi anlayabiliyor olmamız gerekiyor. Bu, insan olmakla ilişkili bir şey. Dizinin anlattığı da bu. Sen bir insanın fikrine, düşüncesine katılırsın ya da katılmazsın ama onu anlayabiliyor olman lazım. “Bu insan niye böyle, onu anlayabiliyorum. Doğru ya da yanlış davrandığını yargılayacak olan ben değilim!” gibi bakmaya başladığınızda, yani yargılar bittiğinde, zaten küçümseme de biter. Hem ben kimim ki küçümsüyorum, yargılıyorum? Herkes kendi gerçeğini yaşıyor. Ben bilimle tanışan birinin oradan dışarı çıkacağını düşünmüyorum ama bilimle tanışmamış birinin de kendine çıkış yolu bulmak için çeşitli inançlara başvurmasını anlayabiliyorum.

HEP BAŞKALARININ FİKİRLERİYLE, İNANÇLARIYLA UĞRAŞIYORUZ! O DAHA KOLAY GELİYOR HERHALDE…

Öykü: Katılıyorum. Mesele şuraya geliyor aslında: Kendi fikirlerimize ve doğru bildiğimiz şeylere tutuluyor, başkasının düşüncesini o kadar hiçe sayıyoruz ki; o kişinin, oradan bir fayda sağlayabileceğini de unutuyoruz. Belki de o kişiye, oradan da bir fayda geliyordur, kim bilir. Bu, kişisel tercihlere kalmış bir şey. Ben “doğru” ya da “yanlış” diyemem, o yargıyı ben yapamam. Bizler kendimizi dönüştürmekten kaçıyoruz. Çünkü zor değişmek, dönüşmek. O yüzden hep başkalarının fikirleriyle, inançlarıyla uğraşıyoruz. O daha kolay geliyor herhalde…

Funda: Ben bilimsel tavsiye yerine, hacıdan hocadan fikir almayı yanlış buluyorum. Bir işe yarayacağına düşünmüyorum. Ama bu, benim şahsi fikrim. İnsanları kullanan sözde hacıların, hocaların da cezalandırılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bir başkasına kötülük yapıyorlar. Ama Twitter’da bu olaylarla ilgili, “Oraya da niye gitmiş!” türünden yargılayan, küçümseyen, üstten bakan o dilden de hoşlanmıyorum. Belki doktora da gidiyorlar ama inançla ilgili bir destek alma ihtiyacı da hissediyorlar. Bunun bu kadar kolay yargılanmaması gerekiyor.

“ÖRTÜLÜ KADINI ELEŞTİRİYOR. AMA ASIL KENDİ KAFASI ÇUVALDA!”

Eğitim almak, cehaleti alıyor mu?
Defne: Hayır. Öyle olsa, koca koca profesörler eşlerine fiziksel ve psikolojik şiddet uygulamazdı. Her gün böyle haberler okuyoruz. Bağnazlık ve eğitim bambaşka şeyler. Gülbin, Peri için, “Örtülü kadını eleştiriyor. Ama asıl kendi kafası çuvalda!” diyor. Doğru. Sadece kendi inandığınız şeyin tek “doğru” olduğunu varsaymak ve o şey ne olursa olsun körü körüne inanmak, neresinden bakarsanız bakın tutuculuk. İnsanların, bilim dışında şeylere de inanmaya ihtiyacı olduğuna -biz inanalım inanmayalım- yadsıyamayız! Ruhunu hafifletmek için herkesin bir şeylere inanmaya ihtiyacı var demek ki.

İNSANIN KENDİ DÜŞÜNDÜĞÜNDEN YÜZDE 100 EMİN OLMAMASI GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM

Öykü: Bildiğimiz anlamda bir eğitim-öğretimden bahsediyorsak, onun fayda sağlamadığı çok durumla karşılaştık. Fayda sağladığı durumları da gördük. Ama farkındalık düzeyini arttıran bir eğitimden bahsediyorsak, evet tabii bir fayda sağlıyor. Bunu da insan, hangi yolla elde ederse etsin -isterse inançla, ister bilimsel verilerle- önemli değil. Yeter ki bu yolculuğa çıksın.
Funda: İnsanın kendi düşündüğünden yüzde yüz emin olmaması gerektiğini düşünüyorum. Hem bu, bilimsel gerçekliğe de aykırı. Bilim insanları da düşündüklerinin yüzde 100 doğru olduğunu düşünse, bilim bu kadar ilerlemezdi ki! Dolayısıyla toplumların da ilerlemesi için, o toplumu oluşturan bireylerin “Benim düşüncem yüzde 100 doğru!” saplantısından kurtulması gerekiyor. Ki farklı görüşlerden de beslenip, bakış açımızı değiştirebilelim.

TWITTER’A BAKTIĞIMDA İÇ KARARTICI BİR TOPLUM GÖRÜYORUM… AMA SOKAĞA ÇIKTIĞIMDA DİYORUM Kİ, BÖYLE DEĞİLİZ ASLINDA!

Funda: Twitter’a baktığımız zaman iç karartıcı bir toplum görüyorum. Dünyayı da… Sadece ülkemi değil. Ama sokağa çıktığım zaman da diyorum ki, böyle değiliz aslında…

İKİ TARAFLI OLUR BU İŞLER. KENDİMİZİ NE KADAR YARGILIYORSAK, KARŞIMIZDAKİNİ DE O KADAR YARGILARIZ

Peri’nin “uyanış”ı bize neyi kanıtlıyor?
Öykü: Bir şeyin içine sıkışmış kalmış bir kadın görüyoruz. Başkalarını yargılarken aslında en çok da kendini yargılayan bir kadın. Zaten hep iki taraflı olur bu işler. Kendimizi ne kadar yargılıyorsak, karşımızdakini de o kadar yargılarız. Peri’nin uyanışı bize, kişisel huzura ermenin ve toplumla iyi iletişim kurabilir hale gelmenin insanın kendisiyle ilgili bir şey olduğunu gösteriyor.

Defne: Peri şanslı bence. Meryem kapıdan içeri girmemiş olsa, Peri çok büyük olasılıkla bu uyanmayı çok geç yaşayacaktı. Belki de yaşayamayacaktı çünkü kaçtığı yer orası. Üzerinden kamyon geçmesi gerekiyordu Peri’nin bunu anlaması için. Olabilecek en eğlenceli, en zevkli kamyon girdi kapıdan içeri! Elinde börekle çok açıklıkla geldi. Hepimiz Peri kadar şanslı oluruz umarım.

“YENİ MODA ŞU: HER DİZİDE BAŞÖRTÜLÜ BİR KARAKTER VAR!” OLACAK TABİİ! SOKAĞA ÇIKTIĞIMIZDA, HAYATIN İÇERİSİNDE GÖRDÜĞÜMÜZ HER KARAKTER, TELEVİZYON DEDİĞİMİZ, EDEBİYAT DEDİĞİMİZ ŞEYDE TEMSİL EDİLMELİ

Şöyle bir cümle var dizide, “Şimdi de yeni moda şu: Her dizide başörtülü bir karakter var!” Türkiye’nin geldiği durumla mı alakalı…
Defne: Hayır, televizyonculuğun gelişmesiyle alakalı! Niye televizyonculuk, tek bir anlatımın tekelinde olsun ki? Sokağa çıktığımızda, hayatın içerisinde gördüğümüz her karakter, televizyon dediğimiz, edebiyat dediğimiz şeyde temsil edilmeyecekse, demek ki bir şeylerin tekelinde bu anlatım ya da sanat. Dışarıda var olan, niye televizyonda olmasın ki?

ŞU AN BENDEN ŞİVE İSTESENİZ YAPAMAM. AMA İŞ MERYEM’İ OYNAMAYA GELİNCE, “KAYIT” DENİNCE, O ŞİVEYLE KONUŞMAYA BAŞLIYORUM…

Role nasıl çalıştınız? Öykü sen mesela, daha önce başörtülü birini canlandırmış mıydın?
Öykü: Evet. Berkun’un yazdığı bir oyundu. Role nasıl çalıştığımıza gelirsek, Berkun zaten o kadar ayrıntılı ve derin yazıyor ki, kafanıza her çevirdiğiniz yerde, oluşturduğu bir yapıyı görüyorsunuz. Oyuncu olarak sizi rolünüze çok yaklaştırıyor, soru soracak bir şey bırakmıyor. Bir tabii birlikte çok prova yaptık.

Peki, şiveyi nasıl çalıştın? Profesyonel bir koçla falan mı?
Öykü: Yok hayır, kimseyle çalışmadım. Nasıl yaptığımı bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok. Şu an benden şive isteseniz yapamam. Ama iş Meryem’i oynamaya gelince, “Kayıt” denince, o şiveyle konuşmaya başlıyorum. İçimden bir yerlerden, bu topraklardan çıkıyor.

BERKUN ÇOK İYİ BİR YAZAR, YÖNETMEN AMA AYNI ZAMANDA OYUNCU. BİR OYUNCUNUN NEYE İHTİYACI OLDUĞUNU ÇOK İYİ BİLİYOR

Defne sen nasıl çalıştın?
Defne: Peri, karakter olarak, benim tanıdığım bazı insanlara benziyordu. Tabii bunun dışında, Berkun’la psikoterapi ve Jung konuştuk. Benim üçüncü projem bu Berkun’la. Uzun uzun sohbet etmeyi, o da seviyor ben de. Gülbin’i, Meryem’i, Peri’nin duruşunu da çok konuştuk. Orada bir terapist duruşu da vardı, beraber de ayrı ayrı da psikoterapistlerle de konuştuk. Berkun’la çalışmanın şöyle bir avantajı var; Berkun çok iyi bir yazar, yönetmen ama aynı zamanda oyuncu. Bir oyuncunun neye ihtiyacı olduğunu çok iyi biliyor. Ve Öykü’nün söylediği gibi bize text’i verip, provaya almadan önce sorabileceğimiz bütün soruları kendi cevaplamış oluyor.

Ekşi Sözlük’te onun için Türkiye’nin Tarantino’su yazmışlar…
Defne: Çok özgün biri Berkun. Tarantino deyince bir şeye benzetilmiş oluyor. Böyle bir tanımlamanın hoşuna gideceğini sanmam.

HERKESİN KENDİ YAŞANTISINDAN BİR ŞEY BULMASINI TEMENNİ EDİYORUM

Dizinin etkisi ne olacak? Nasıl tepkiler bekliyorsunuz?
Defne: Heyecanlıyız çok. Herkes merak ediyor. Ve beklenti yüksek. Bekleyip göreceğiz, tepkileri ne olacak…
Öykü: Ben ortaya samimi ve objektif bir iş çıktığını düşünüyorum. Bu toprakların tüm renklerinin bir arada ne kadar güzel durduğunu ve bunun tadını çıkarmamız gerektiğini anlatıyor bu dizi. İnsanların seveceğini düşünüyorum.

Funda: Beğenmeleri, tabii ki insanın gururunu, egosunu okşar ama benim asıl temennim, “Bir Başkadır” birilerine dokunsun istiyorum. O yüzden de olabildiğince çok insan izlesin. Geri dönüşleri ben de çok merak ediyorum. Herkesin kendi yaşantısından bir şey bulmasını temenni ediyorum.

FERDİ ÖZBEĞEN ŞARKILARI VE O ESKİ İSTANBUL GÖRÜNTÜLERİ BİZİ ORTAK PAYDADA BİRLEŞTİREN ŞEYLER

Sizce Ferdi Özbeğen şarkıları ya da o eski İstanbul görüntülerinin amacı ne?
Funda: Bu tip nostaljik görüntüler ya da müzikler bizi ortak paydada birleştiren şeyler. Bence dizide de ayrışmış bir kitlenin, ortak nostaljik bir yerde buluşabilmesini temsil ediyor.

Defne: Birkaç şekilde yorumlanabilir, Berkun’a sormak lazım. Ama mesela, birinci bölümün sonunda, “Aşkımı Bir Sır Gibi Senelerdir Sakladım” şarkısı boşuna değil, o Meryem’in cümlesi, içinde bulunduğu duygu. İlerleyen bölümlerden birinin sonunda, “Yalnız kaldım!” diyor. Aslında o bölüm de her karakterin yalnız kaldığı bölüm. Ferdi Özbeğen üzerinden gitmek, 12 Eylül sonrası Türkiye’sinin bizi bugünlere hazırlayan her şeyini de çağrıştırıyor olabilir. Olmaya da bilir. Dediğimi gibi Berkun’a sormak lazım.

Bir taraftan da bir İngilizce şarkı da var. Sözleri de çok çarpıcı…
Funda: Cem Yılmazer’in yaptığı orijinal bir müzik. Sözler de Nietzsche’den alıntı.

Yorum Bırak

10 − 10 =