Bergen benim için hiçbir zaman bir kurban hikayesi olmadı. Belgin Sarılmışer’in varoluş yolculuğu olarak baktım

Söz verdiğim gibi, Farah Zeynep Abdullah röportajı başlıyoooo… Kemerleriniz bağlayın… Sizi Farah‘la ile bi yolculuğa çıkarıyorummm. Çok çok postlu bi röportaj geliyor, sabaha kadar sürer artık:))) Bergen filmini konuştukkkk. Mutlaka ama mutlaka izleyin filmi…
.
Çok tatlı ve anarşist bi kadın Farah. Biraz deli bence… Bayılırım böyle delilere. Kafasının dikine gidiyor hep. Her şeyi sorguluyor. Kafasına yatmayan bi şeyi, öldürsen yapmıyor. Şahane oyuncu, çok iyi bi şarkıcı. Piyasaya şarkıcı diye girse de, star olurdu. Fakar starlık gibi bi niyeti yok. Hayatı dibine kadar yaşamak ve deneyimlemek isteyen bir ruh o. Yaptığı işi, iyi yapmaya çalışıyor. Sürekli kendini aşmaya uğraşıyor. Derdi kendiyle yani. 10 numara iş çıkarmış Bergen’de!!!  Yine güneş gibi parlamış, gülüşünü sevdiğim Farah… Bravo!!!!


Bergen vizyona girdi. Nasıl hissediyorsun kendini?
-Yapım süreci biteli bir hafta bile olmadı. Biraz yorgun hissediyorum. Bu filmle alakalı değil sadece, son bir yıl benim için çok yorucu geçti. Ama tabii müthiş bir heyecan da var. Önceleri yorgunluktan uyuyamıyordum, şimdi heyecandan!!!! Enerjim geri geliyor. Artık bizim yaptığımız film olmaktan çıkmasının vakti geldi. Bergen, seyirciyle buluşup kendi yolculuğuna başladı.

Peki sen performansından memnun musun? İçine sindi mi? ‘Bugüne kadar yaptığım en iyi işlerden biri’ diyor musun?
-Hayır, demiyorum, diyemiyorum. Sanatta hiçbir zaman, yaptığından yüzde yüz tatmin olamıyor insan. Çünkü her zaman daha iyisi yapılabilir veya vardır. Ben de hep en iyisi için uğraşıyorum. Bergen’de de elimden gelenin fazlasını yapmaya çalıştığımı emin bir şekilde söyleyebilirim.

Sen, canlandırdığın karakterin ruhuna giren bir insansın… Oynamıyorsun, o oluyorsun… Bergen olmak zor muydu?
-Bu film ve karakter çeşitli nedenlerle zor görünebilir. Bergen’in çok tanınıyor olması… Müzik tarzı ve filmin yıllardır konuşulan, beklenen bir hikâye olması… Tüm bunları düşünseydim, işte o zaman çok zor olabilirdi! Ama ben kendimi bu “baskı”dan korudum. Bu filme “Acıların kadını” veya “Arabeskin Kraliçesi” gibi kalıplara sığdırılmış Bergen olarak bakmadım. Belgin Sarılmışer’in hayat yolculuğu olarak değerlendirdim. Olması gerektiği kadar zorlandım diyelim.

Bergen’i ne kadar tanıyordun? Hikayesini biliyor muydun? Biraz da şaşırıyorum, İngiltere’den gelip, “Arabeskin Kraliçesi”ni bu kadar iyi oynayabilmiş olmana:))) Hiç tereddüdün olmadı mı?
-Çok teşekkür ederim öncelikle. Bergen’in hayat hikayesini tam olarak bilmiyordum. Benim için filme dahil olma noktasında, senaryoda kurulan dünya önemliydi. Senaryoyu okuduğumda, tabii ki çok heyecanlandım. Beni en çok büyüleyen şu oldu: Bizim filmde ajitasyon sıfır! Ben zaten şahsi zevkim olarak, ajitasyon filmleri çok sevmiyorum. Yapımcımız Mine Şengöz de, bu konuda çok hassastı. Senaristlerimiz Yıldız Bayazıt ve Sema Kaygusuz’la yaptığımız toplantılarda, onların da bu konuda aynı şeyleri hissettiğini fark ettim. “Arabeskin Kraliçesi Bergen”den ziyade, müziğe aşık Belgin Sarılmışer’in yolculuğunda yanında olmak istiyorlardı. Hepimizin ortak amacı, Bergen’in hayatını, sıfatlarından sıyırıp, tüm yaşadığı zorluklarla birlikte güçlenen bir insan olarak anlatmaktı. Yönetmenlerimiz Caner Alper ve Mehmet Binay da projeye dahil olduğunda ben kesin kararımı vermiştim. Tereddüt filan olmadı.

Caner’le Mehmet’in daha önceki filmleri Zenne ve Çekmeceler’i izlemiş miydi?
-Elbette! Ve çok sevdim. O iki filmin de kendine has bir hissi, dokusu var. Tam da bu yüzden, Bergen’in hayat hikayesini nasıl ele alacaklarını çok merak ettim. Bu yolculuğa, onlarla çıkma fikri de beni çok motive etti.

Korkmadın mı bu rolden? Çünkü çok katmanlı bir iş…
-Tam tersine, tam olarak böyle çok katmanlı hikâyelerin içindeki derin karakterler cezbediyor beni. Ama korktum tabii. Mesleğimle ilgili sürekli yaşıyorum bu endişeleri: “Acaba güzel olacak mı?” “Yapabilecek miyim?” “Altından kalkabilecek miyim?” Bu duygu ve kafamdaki sorular, beni işi her açıdan düşünmeye itiyor. Bütün ihtimalleri gözden geçiriyorum, ince eleyip sık dokuyorum ve projenin içinde olmak isteyip istemediğime karar veriyorum. Amacım, elimden gelenin en iyisini yapmak. Ama asla korkmaktan korkmuyorum! En kötü ihtimalle, elimden gelenin en iyisini yaparak rezil olmuş olurum diyorum.

Bergen’i çalışırken özellikle neye dikkat ettin?
-Senaryoda yaratılan dünyadan çıkmamaya! Buna çok özen gösterdim. Bergen’le ilgili sosyal medyada vesaire konuşulan şeylerden, yayılmış genel geçer bilgilerden korudum kendimi. Bu film, benim için hiçbir zaman bir “kurban” hikâyesi olmadı. Ben bu filme, Belgin’in varoluş yolculuğu olarak baktım.

Müzisyenliğiyle de öne çıkıyor sizin filminizde Bergen. Bu bile, üç buçuk attırır insana. “Tamam, şarkı söylüyorum da… Bu, efsane bir ses! Kendi sesimle nasıl onun gibi şarkı söyleyeceğim ki?” demedin mi?
– Yok, demedim! Çünkü sinema bu… Filmdeki şarkıları, kesinlikle söyleyemeyecek olsaydım, başka bir çözüm mutlaka bulunurdu. Ama başka çözüm aramaya gerek kalmadı. Hepsini ben söyledim. Hem çok çalıştım hem de ses rengimin arabeske uyduğunu gördük. Ben de kendimi daha önce hiç arabeskte duymamıştım.

Şarkılar için kimle çalıştın?
-Alper Aytekin’le. Alper, Bergen’in bütün müzik yolculuğunda, can yoldaşım oldu. Ona ne kadar teşekkür etsem az.

Yaşadığı duyguların şiddeti arttıkça, Bergen’in yaşadığı acılar arttıkça şarkıları yorumlama şekli değişiyor. Bunu da müthiş vermişsin… Nasıl başardın?
-Ah bunun fark edilmesine çok sevindim! Çünkü bu varoluş yolculuğunun, aynı zamanda bir müzik yolculuğu olduğunun da farkındaydık. Bu yüzden Alper’le çalışmaya, filmdeki şarkıları, beyaz tahtamıza kronolojik bir sırayla yazarak başladık. Filmde duyduğumuz ilk şarkıyla son şarkı arasında çok büyük bir fark olması gerektiğini biliyorduk. Dolayısıyla kademe kademe sesi ve söyleyiş tarzını değiştirdik. Ankara’da bir caz kulüpte, o dönemin popüler şarkılarını söyleyen tecrübesiz bir şarkıcıyken, Adana’daki gazino kültürüyle, sesi de, sahnesi de bulunduğu atmosfere göre biçimlenmeye başladı. Ama sesini final versiyonuna getiren en önemli şey, hayatı boyunca yaşadığı acılar ve hayal kırıklıkları. Filmin sonuna doğru, artık yaşadıklarının etkisiyle sesini ve müziğini bir haykırış, hatta zaman zaman bir yakarış olarak duyuyoruz!

SENARYOYU OKUDUKTAN SONRA KENDİMİ KORUMAYA ALDIM BERGEN’LE İLGİLİ YANLIŞ BİLGİ EDİNMEMEYE GAYRET GÖSTERDİM

Duygusal olarak nasıl bir hazırlandın rolüne peki?
-Buna cevap vermekte her zaman zorlanıyorum. Çünkü özel ve kendime sakladığım bir alan olmasını gerektiğini hissediyorum. Teknik olarak hazırlık sürecini soruyorsan, senaryoyu okuduktan sonra kendimi koruma altına aldım! Bergen’le ilgili araştırma yapmamaya ve yanlış bilgi edinmemeye gayret gösterdim. Birkaç gün, film için kurulan platoda, yönetmenlerle ve oyuncularla buluşup, bazı sahnelerin üstünden geçtik, okumalar yaptık. Çok fazla kostüm olacağı için bol bol provası yapıldı. Ve sette zorlanmamak adına filmdeki şarkıların demo versiyonlarını kaydettik. Ekim’in ortasında da çekimlere başladık.

ERDAL BEŞİKÇİOĞLU BU ROLÜ KABUL ETSİN DİYE DUA ETTİM

İLK OKUMA PROVASINDA DA BOYNUNA ATLADIM SEVİNÇTEN

Erdal Beşikçioğlu da harika! Onunla oynamak nasıl bir tecrübeydi?
-Bu rolü kabul etsin diye dua ettim! Hayranıyım. Onun gibi müthiş bir oyuncuyla aynı filmde yer alma fikri beni çok heyecanlandırdı. O kadar bıçak sırtı bir rol ki canlandırdığı… Kabul ettiğinde havalara uçtum. İlk okuma provasında da boynuna atladım sevinçten. Erdal’ın sette olması, bana her zaman çok güven verdi. Kendi rolüne verdiği özverinin yanı sıra, bana da o kadar çok destek oldu ki… Pek çok sahnede, bir şeyin olup olmadığını onun yüzüne bakınca anlıyordum. Gurur duydum açıkçası onunla yan yana olmaktan. Binlerce teşekkür.

BU KADAR GÜÇLÜ OYUNCULARLA AYNI SAHNEYİ PAYLAŞMANIN KEYFİNİ ANLATAMAM KENDİMİ ÇOK ŞANSLI HİSSEDİYORUM

Oyuncu kadrosu gerçekten nokta atışı…. Herkes birbirinden başarılıydı!
-Evet. Tilbe Saran’la oynamak da şahaneydi. Çok uyumlu, çok anaç, çok destekleyiciydi. İkisine de hep “Başka ne olabilir?” “N’apabiliriz zenginleştirmek için acaba?” diye fikirlerini sordum. Bence bu filmin bu kadar samimi olmasının en önemli sebebi, bütün ekibin filme katkı sağlamak için canla başla çalışmasıydı. Çok şey deneyip, çok şey konuştuk ve hep ortak bir kararla hareket ettik. Bu çok kıymetli. Hayal gibi harika bir oyuncu kadrosu kuruldu. Nergis Öztürk’le oynamak da çok güzeldi, Ali Seçkiner’le de. Bu kadar güçlü oyuncularla sahne paylaşmanın keyfini anlatamam, kendimi çok şanslı hissediyorum.

DAHA ÖNCE KİME TEKLİF EDİLDİĞİ ÖNEMLİ DEĞİL, HER ROLÜN SAHİBİNİ BEKLEDİĞİNE İNANIRIM… BU ROL DE BENİM KISMETİMMİŞ!

Bir ara Serenay Sarıkaya oynayacak deniyordu. Ne değişti de senin oynamanda karar kılındı?
-Artık ortaya çıkmış bir filmde, film ortada yokken çıkmış haberlerin konuşulmasını etik olarak doğru bulmuyorum. Daha önce pek çok isim geçmiş olabilir. Ama bu beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren tek şey, böyle meseleleri dert edinen filmlerin çekiliyor olması. Bunu müthiş buluyorum. Ben oynadığım için söylemiyorum, başkası oynasaydı da böyle düşünürdüm. Her rolün sahibini beklediğine inanırım. Bu karakter de benim kısmetimmiş!

MASUMLAR’ DAN SONRA TAM GAZ DEVAM ETTİM!

Masumlar’dan ayrılmana tepki gösterenler oldu. Sen kendi açını gayet iyi anlattın ve bir süre sonra bu işe gömüldün. “Dönüşüm muhteşem oldu!” diyor musun?
-Haziran’da Masumlar benim için sona erdi. Mart’ta ise yeni film projem, vizyona girdi. Çok fazla zaman geçmedi yani. Uzun metraj bir film için kısa bir süre aslında. Dolayısıyla bir dönüşten ziyade, tam gaz devam ettim!

Sen, bu filmle kendine de meydan okudun mu?
-Yok hayır. Bir meydan okuma söz konusuysa, en başında bu mesleği seçerek gerçekleşmiş olmalı. Ben içinde bulunmaktan gurur duyacağım bir senaryoda, oynamak istediğim bir karakter gördüm ve oynadım, o kadar.

FİZİKSEL ŞİDDETİ BU KADAR AZ GÖSTERİP, BU KADAR ÇOK HİSSETTİRMEK KOLAY DEĞİL! BAŞARDIĞIMIZA İNANIYORUM

Benim anladığım, seni Bergen projesinde en çok etkileyen, bir kadının mağdur olarak değil de her şeye rağmen dimdik ayakta durmaya çalışan bir insan olarak işlenmesiydi… Öyle mi?
-Aynen öyle! Bir de ilk kez şiddet biçimlerinin bu kadar yoğun anlatıldığı bir filmde yer aldım. Şiddeti, ajitasyon yapmadan izleyiciye aktarmak zorlu ama çok doğru bir tercih. Fiziksel şiddeti bu kadar az gösterip, bu kadar çok hissettirmek kolay bir şey değil. Bunu başardığımıza inanıyorum.

Bir de psikolojik şiddet var…
-Evet. Onun farkına varmak ve tarif etmek daha da zor. Bu film, bu konuda da bilgi sahibi olmamı sağladı. İnsanların bu filmden belli beklentileri olduğunu biliyordum. Çünkü herkesin kafasında, yanlış da olsa, Bergen’e dair az çok fikir ve bilgi var. Ama aslında kimse Belgin’i tam olarak tanımıyor. O yüzden bir oyuncu için böyle bir karakteri canlandırmak müthiş heyecan verici.

ORTAK YAPIMCIYIM… İLK KEZ BİR FİLMİN BÜTÜN YAPIM SÜRECİNE DAHİL OLDUM

Bu filmin yapımcılarından birisin…
-Evet. İlk defa bir filmde ortak yapımcıyım. Bu da çok kıymetli. İlk kez, bir filmin bütün yapım sürecine dahil oldum.

Ne kadar zamanda çektiniz? Nerelerde?
-Hep İstanbul’daydık. Çok güzel platolar kuruldu. Çekimlere Ekim ortası başladık, Ocak ortasında sona erdi. Tabii araya Corona ve yılbaşı arası gibi 2-3 haftalık duraksamalar girdi. Sonra da benim 1,5 aylık stüdyo sürecim başladı.

BERGEN’İN KIYAFETLERİ BİREBİR DİKİLDİ

Çok iyi bi dönem filmi de olmuş. Atmosfer, kıyafetler çok çarpıcı. Ne kadar uğraşıldı?
-Çook tabii. Çok büyük bir emek sarf edildi. Çoğu sahnede Bergen’in birebir kıyafetleri dikildi ve hatta bazılarında orijinal kendi kıyafetlerini giydiğimiz de oldu.

Epey zayıflamışsın bu arada. Bu film için özel mi? Yoksa senin kilo derdin olmadığını biliyorum…
-Ekstra bir çaba sarf etmedim. Zaten 10 yıllık süreçteki değişimi görebilmek için ortalama bir kiloda olmam gerekiyordu. Kostüm desteğiyle de biraz farklılık yaratmaya çalıştık.

FİLMİN KADROSUNDA ÇOK DEĞERLİ SOSYOLOGLAR, GAZETECİLER, PSİKİYATRLAR VE EDEBİYATÇILAR YER ALDI

Filmin kadrosunda, sosyolog Meral Özbek, gazeteci Tuğrul Eryılmaz, psikiyatr Cemal Dindar, edebiyatçı Murat Özyaşar ve edebiyatçı Yavuz Ekinci yer aldı. Bu nasıl bir zenginlik kattı filme?
-Evet, çok değerli isimler büyük bir emekle çalıştı. Sağ olsunlar bize destek verdiler. Filme yönetmenler de dahil olduktan sonra, onların da revizyonlarıyla beraber, kılavuzum senaryonun son hali oldu.

ACIMAK YOK, ŞEFKAT DUYMAK YOK! YAPMAYA ÇALIŞTIĞIM, KENDİ DUYGULARIMI BİR KENARA KOYUP SAHNELERİ KARAKTERİMİN GÖZÜNDEN OKUMAK

Sette nasıl bir ruh halinde oluyorsun?
-Birlikte çalıştığım insanlar daha net cevaplar bunu bence. Yönetmenlerimiz Mehmet ve Caner, “Ne güzel! Hep emin ve ne oynayacağına karar vermiş bir şekilde geliyorsun sete” dediklerinde çok şaşırmıştım mesela. “Gerçekten öyle mi görünüyorum?” dedim. Oysa ben içimde binlerce soru, endişe ve korkuyla geliyorum! Genel olarak, her an, her şeye hazır bir şekilde gitmeye çalışıyorum.

Bergen’i oynarken ana duygun neydi? Ona acıdın mı? Şefkat mi duydun?
-Hayır, acımak veya şefkat duymak gibi şeyler söz konusu değil! Hikâyenin geneli ve bir sahnenin amacı neyse, ona hizmet etmeye çalışıyorum. Çünkü karaktere karşı bir duygu beslediğinde -yani fazla dışarıdan bakmaya başladığında- o karakter, gözünde çok çok başka bir insan hâline gelebiliyor. Yargılamaya da başlayabileceğin bir nokta orası. Tehlikeli! Benim yapmaya çalıştığım, en azından çekim süresince, kendi duygularımı bir kenara koyup, sahneleri karakterimin gözünden okumak.

HAYAT, BÜTÜN KADINLARA ZOR FAKAT BAZILARINA DAHA DA ZOR!

Bergen’le kendini yakın bulduğun yerler var mı?
-Hevesimiz ve yaptığımız işe duyduğumuz tutku ortak.

Sen, sana bir fiske bile atan adamın yanında durur musun peki? Ya da duran kadınları anlayabiliyor musun?
-Bir kadının, kendisine bir fiske atan birinin yanında neden durduğunu sorgulamak bana yetersiz ve hadsiz geliyor. Hayat, bütün kadınlara zor. Fakat bazılarına daha da zor. Burada benim anlayışıma ihtiyaç yok. Belki bana bunu daha önce sorsaydınız, “Asla durmam, çeker giderim!” derdim. Ya da “Hiç anlayamıyorum!” gibi katı ve ön yargılı cevaplar verebilirdim. Ama bu konuda bilinçlendikçe, farkındalığım arttıkça bunları yapmanın, herkes için eşit kolaylıkta olmadığını anlıyorum.

BEN KENDİ ADIMA, ÜLKEDEKİ ADALET SİSTEMİNDEN UTANIYORUM!!!

“Burada konuşulması gereken şiddet gören kadınları anlayıp anlamamak, onların ne yapıp ne yapmadığı değil” diyorsun…
-Aynen öyle! Asıl mesele, şiddetin ve kadın cinayetlerinin tamamen politik olduğunu kabul edip, şiddet gören her kadının, kanunlar ve sözleşmelerle korunmasını sağlamak! Katillerin, tecavüzcülerin, tacizcilerin, kravat taktı diye iyi hâl indirimi alması, kadınların hayatını çaldıktan sonra, 3-5 ay yatıp ellerini kollarını sallayarak sokaklarda dolaşmaları olacak şey değil! Ama oluyor. Üstelik sürekli oluyor. Her gün okuyoruz. Gözümüzün önünde toprağın altında giriyor kadınlar. Ben kendi adıma, ülkedeki adalet sisteminden utanıyorum. Demek istiyorum ki, kadınlar kendini güvende hissetmediği sürece, bizim onları anlayıp anlamamamız ne ifade edecek? Sadece dışarıdan öylece onları yargılamış oluyoruz. Oysa yargılamak yerine, yanlarında olmamız gerekiyor. Dayanışmamız gerekiyor, güçlerimizi birleştirmemiz gerekiyor.

TAMAMEN BÖYLE BİR MİSYONU OLMASA DA EVET, BAZI MESAJ KAYGILARI VAR FİLMİN

Filmin, ülkede yaşanan kadın cinayetleri gerçeğini gözler önüne serme açısından da çok çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hepiniz müthiş bir amaca hizmet etmişsiniz…
-Teşekkürler. Tamamen böyle bir misyonu olmasa da evet bazı mesaj kaygıları var bu filmin. Kadın cinayetleri gerçeği zaten her zaman gözümüzün önünde değil mi? Her gün, bir cinayet haberine uyanıp, her gün birbirimiz için endişelenmiyor muyuz? Ortak yaramız, adaletin sağlanmaması ve bu cinayetlere gözünü kapatanlar. Bunu da vurguluyoruz bu filmde.

Sence ülkede yaşanan kadın katliamına nasıl bir faydası olacak filmin?
-Bir kişi bile bu filmi izledikten sonra, belli farkındalıklar geliştirirse, sesini duyurmaya karar verirse… Kafasını kuma gömenler, kafalarını kumdan çıkarırsa… Bu meselenin politik olduğu kabul edilip, ciddi adımlar atılırsa… İşte o zaman iyi bi amaca hizmet etmiş oluruz! Bir yandan televizyonlarda, medyada ve sosyal medyada, kadın cinayetlerini normalleştiren dilden inatla ve ısrarla uzak durulması gerektiğini düşünüyorum. Artık neye, ne zaman ve ne için müdahale edeceğini anlayamadığımız RTÜK’ün, magazin programlarında gerçekleşen dehşet verici ve provoke edici söylemlere neden ses çıkarmadığını asla anlayamıyorum mesela!

Halis Serbest, sadece 7 ay yattı, çıktı… Bu nasıl bir şeydir?! Sence, cezaları ağırlaştırmayanlar ya da kanunları gereği gibi uygulamayanlar, bu filmi izler ve utanır mı?
-Onların utanıp utanmaması hiçbir şeyi değiştirmiyor! Mesele yalnızca kanunların uygulanması! Ne var ki, kadına yönelik erkek şiddetinin önlenmesi konusunda kadınlar için hayati bir öneme sahip olan, eşitlikçi bir toplumu savunan, tehdit, vb. durumlarda kadınları koruyan, etkin bir ceza sistemi ve adaleti sağlamayı savunan İstanbul Sözleşmesi gibi bir sözleşmeyi feshederek bu çok mümkün değil!!! 2002-2010 yılları arasında Türkiye’de 4.289 kadın, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı 2011-2020 yılları arasında ise 2.490 kadın öldürüldü. Umarım Bergen filmi, en azından İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kararının ne kadar yanlış olduğunun altını bir kez daha çizer. Çünkü filmimizin hikâyesi, bu sözleşmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu da vurguluyor.

Halis Serbest’le gerçek hayatta karşılaşsan ne derdin?
-Kendisinin filmde adı bile geçmiyor! En takdir ettiğim şeylerden biri buydu. Karaktere herhangi bir isim de verilebilirdi. Verilmemesinin sebebi, bunun bir kişiden ziyade, herhangi bir erkek olabileceği gerçeği… İzlediğimiz bu karakter, aslında hepimizin tanıdığı veya tanıyor olabileceği genel bir profili temsil ediyor. Bu yüzden benim şahsen söyleyecek bir şeyim olmaz.

“DAYAK YEDİM UTANDIM, GÖZÜMÜ KAYBETTİM UTANDIM… BEN BİR TEK ŞARKI SÖYLERKEN UTANMADIM!!!”

“Dayak yedim utandım, gözümü kaybettim utandım… Ben bir tek şarkı söylerken utanmadım” diyor ya filmin bir yerinde Bergen…
-Evet. Çünkü onun sığınağı müzik. Kendini en iyi ifade ettiği yöntem bu. Maalesef biz, asıl utanması gerekenler yerine, masumları utandıran bir sistemin içinde yaşıyoruz!

Sence konservatuara devam etseydi, kaderi değişebilir miydi?
-Olabilir. Annesini dinleseydi ya da ikinci kere dönmeseydi de değişebilirdi… Aldığı kararlar içinde bulunduğu şartlara ve psikolojisine bağlı… Ama daha iyi ya da daha kötü olurdu diyemem. Çünkü hiçbiri, şiddete uğramayacağının veya şiddetle karşılaşmayacağının garantisini veremezdi!

KADINLARA DAYATILAN GÜZELLİK ALGISINDAKİ, “BALOYA KATILAN PRENSES” DURUMUNU ŞAHSEN BEN SEVMİYORUM, CANIM NE İSTERSE ONU GİYERİM!

Şimdi n’olacak… Sırada ne var?
-Bir süre daha filmin gala gösterimleriyle geçecek gibi gözüküyor. Sonra birkaç seyahat yaparım belki. Barselona’ya gitmek istiyorum mesela. Bol bol uyuyacağım. Bir de artık uzun zamandır beklettiğim kendi şarkılarımı çıkartmaya başlayacağım. Ona çalışacağız Alper’le. Ve tabii ki İngiltere. Corona yüzünden ara vermek zorunda kaldığım oradaki hayatıma da bir şekil vermeye başlıyorum.

ANNEMLE BABAM BENİMLE GURUR DUYDUKLARINI SÖYLEDİLER BU, BENİM İÇİN HAYATTAKİ EN BÜYÜK ÖDÜLDEN DAHA DEĞERLİ

Annen, baban, kardeşlerin izledi mi? Büyükannenin yorumları ne oldu? Ne dediler?
-Evet, izlediler. Ne düşündükleri benim çok önemliydi. Çünkü bana karşı her zaman çok dürüst ve objektif oldular. Beğenmediklerinde bunu net ve mantıklı bir biçimde açıklarlar. Anneannem, annem, babam ve kardeşim Harun galada önümde izlediler filmi. Ben de ara ara onlara baktım filmi izlerken ne yapıyorlar diye. Anneannem filmin sonunda gözyaşları içinde, elimi tuttu. Filmin son sahnesinde Harun’un şoke olduğunu gördüm. Annem ve babam benimle gurur duyduklarını söylediler. Bu da, benim için hayattaki en büyük ödülden daha değerli.

Gala’da giydiğin kıyafete ve saçının örgülü hâline takıp, “Galaya böyle gelinir mi, saygısızlık!” diyenler oldu. Üzüldün mü?
-Yooo üzülmedim, niye üzüleyim? Değişik geliyor böyle yorumlar bana. Herkes fikrini tabii ki söylesin, hiç itirazım yok. Ama bir mesele hâline getirilmesine anlam veremiyorum. Komik geliyor. Saçma geliyor. Öyle olmak istedim, öyle oldum. Saçlarımı örgü yapıp, Salih Balta’nın benim için özel tasarladığı o şahane kalıplı takımını giymek istedim. Bu kadar basit. Hem özgürlük isteyip hem de göz önündeki insanların, sadece onların kafalarında olduğu gibi görünmesini isteyen bir kitle var. Halbuki en azından böyle hayati önem taşımayan konularda bir rahatlasak ya… Gerçekten ne kadar önemli olabilir ki bu? “Galaya böyle gelinir mi?” demenin “sokakta böyle gezilir mi” zihniyetinden ne farkı var? İki zihniyet de yargı ve baskı dolu.

Bu tür yorumlar çileden çıkarmıyor mu seni?
-Hayır. İki gün konuşulur, geçer. Ben de o gün kendi istediğimi yapmış, dilediğim gibi görünmüş olurum! İnsanların yorumları beni çileden çıkartmıyor ama en katlanamadığım nokta, sanırım bu boş gündemler! Giydiğim kıyafet zevksiz bulunsa ne olur, sevilse ne olur? Benim hayatımı etkileyebilecek kadar önemli fikirler değil bunlar. Fakat bunca gündemin arasında suç işlemişim gibi telaşlı bir curcuna başlatılmasına çok şaşırıyorum. Velev ki zevksizim, eee? Size ne?

O KADAR ÇOK BASKI VAR Kİ YAŞADIĞIMIZ TOPLUMDA NEREDEYSE BİR ALIŞKANLIK HÂLİNE GELMİŞ GİBİ!

Sen orada Farah’sın, Bergen değilsin ki! Dilediğin gibi gidersin… Ben de aslında çözemiyorum neye taktıklarını… Mesele, sana düşmanlık mı? Uyduruk kaydırık gündemimsi şeyler yaratmak mı?
-Bilmiyorum valla. Fakat o kadar çok baskı var ki yaşadığımız toplumda… Neredeyse bir alışkanlık hâline gelmiş gibi… Oysa, baskı bulaşıcıdır, toplumları sinsice ele geçirir! “Galaya Bergen gibi gitseydin!”, “Biraz saygı” falan gibi garip yorumlar okudum. Bazı insanların saygıyı aradığı yere bakın! Üzücü aslında, sinirlenemiyorum bile… Benim galaya nasıl gittiğim mi saygı göstergesi? İnsanlar “saygı” adı altında, sadece kendilerinin normalleştirdiği şeyi kabul ediyorlar. Yani onların görmek istemedikleri şey, “saygısızlık” oluyor. Kocaman bir ikiyüzlülük bu! Aynı zamanda hâlâ oyunculuk mesleğini hiç anlamamış olan insanlar olduğunu görüyorum. Bu da artık bu çağda “ilkel” geliyor bana. Bir oyuncu olarak, bir filmde yer aldım ve onun kutlamasına kendim olarak gidiyorum. Ha bir de Erik Dalı meselesi var. Aylarca çalıştık, yorulduk ve kutlama partimizde sahnede dans ettik; bu bile “saygı” tartışması yarattı. Bunları konuştuğumuza bile inanamıyorum 🙂


KOZAN BELEDİYE BAŞKANI BİZİM FİLMİ, “ŞİDDET İÇERİYOR” DİYE YASAKLAMIŞ…
HADİ YA?!!!! TÜRKİYE’DE 1200 SALONDA GÖSTERİMDE OLAN BİR FİLMİ, HANGİ YETKİYLE, NASIL GÖSTERİMDEN KALDIRABİLİYOR?

Pantolonunun ütüsü tartışılırken, aynı gün Kozan Belediye Başkanı, ilçede filminizi yayınlamama kararı aldı…
-Ya bir de o vahim olay var! Belediye Başkanı’na “Neden?” diye sorulunca, “Öyle uygun görüldü” dedi! Sonra da akılalmaz açıklamalar yaptı, durdu. Türkiye’de 1200 salonda gösterimde olan ve salon sayısı her gün artırılan bir filmi, hangi yetkiyle, nasıl gösterimden kaldırabiliyor? Akla ziyan bir durum. “Film şiddet içeriyor” diye yasaklamış… Hadi ya?!!!!

BEN ANNEANNEMİN PRENSESİ OLABİLİRİM AMA BAŞKA KİMSENİN PRENSESİ OLMAK ZORUNDA HİSSETMİYORUM KENDİMİ!

Peki hiç aklından, “Siyah ya da kıpkırmızı şahane bir gece elbisesi giyeyim, hiç riske girmeyeyim!” gibi şeyler geçmedi mi?
-Hiç geçmedi! Çok sıkıldım hep aynı şeylerden. Aylardır saçımı örgü yapmak istiyordum, yaptım. Elbise giymek istemedim, takım giydim. Kadınlara dayatılan güzellik algısındaki, “baloya katılan prenses” durumunu şahsen ben sevmiyorum. Tercih etmiyorum. Edenler de etsin, beni ilgilendirmiyor. Ben anneannemin prensesi olabilirim ama başka kimsenin prensesi olmak zorunda hissetmiyorum kendimi! Bütün o isimlerden, sıfatlardan gına geldi. “Abla” lafını duyunca, “Ben sadece kardeşimin ablasıyım” diye düşünüyorum. “Kardeşim” duyunca “Sadece abimin kardeşiyim.” Ben sadece kendi vizyonunda kendi inandıklarıyla yol almaya çalışan bir insanım, ben Farah’ım ya!!!!

Yorum Bırak