Bana en heyecan veren duygu özgürlük!

Çok açık. Perdesi yok. Fitresi yok. Gözünü dikiyor anlatıyor. Gözünü dikiyor, soruyor. Ve çok güzel gülüyor. Gülünce gözleri kayboluyor. Ve çok iyi röportajcı. Meraklı bir kedi. Ve özgür, çok özgür. O kadar ki, “Ne seks ne para ne mevki ne de başka bir şey… Hayatta bana en heyecan veren duygu özgürlük” diyor.
Bence şahane bir şey yaptı, ters köşe bir hamleyle başarısızlık öykülerini kitaplaştırdı.
Fırsat bu fırsat, ona kendini, hayatını ve yeni çıkan kitabını sordum…

Özlem Gürses’in Bazen Olmaz kitabında; Cem Yılmaz, Ali Sabancı, Hanzade Doğan Boyner, Muhtar Kent, Hüsnü Özyeğin, Cem Boyner, Mustafa Denizli, Arda Turan, Zeynep Bodur Okyay, Abdülkadir Konukoğlu’nun anıları yer alıyor.

Oleeeey! Herkesin yaptığının tersini yaptın, başarısızlık öyküleri üzerine bir kitap yazdın. Nereden esti?
– Bana değil, Adnan Dalgakıran’a esti! Sanayici bir işadamı, benim de eski komşum. Komşum dediysem, merhaba-merhaba. Bu kadar tanıdığım biriyken, bir gün bana bir telefon açtı. 2016 sonbaharıydı, her gün ölüm haberleri aldığımız günler. Bir kanapeye gömülmüş sürekli televizyon ekranına bakıyor ve battaniyenin altında yok olmak istiyordum…

Tamam fikir Adnan Dalgakıran’dan çıktı da… Senin kafana niye yattı ?
– Bütün ters köşe fikirler beni bulur, sanırım ondan! Hiç kolay iş yok benim hayatımda, bu da öyleydi. Bir de tabii Adnan Bey’le kahve içerken anladım ki, çok benzer bakıyoruz dünyaya. İkimize de vasatlıktan daral gelmiş, ikimiz de hamasetten bıkmışız, ikimiz de kendisiyle dalga geçebilen insan seviyoruz. Ve çıktık yola…

Başarısızlığa methiye mi bu kitap ?
– Başarısızlığa değilse de, gerçek ve sahici olmaya methiye! Bu başarmış adamlar hep mi başarmışlar yani? Hiç mi yok zaafları, korkuları, yetersizlikleri, batışları… Bir de kazanma meselesi var. Dünya sürekli “Kazandık!” diye haykıranlarla doldu. Kazandın da, neyi kazandın? Aklımda hep “Organize İşler” filminden bir sahne var, hani aile, çalınmış arabalarını geri almıştır ama çalan çetenin de dayaktan ağzı burnu kırılmıştır. Baba sorar, “İyi mi oldu şimdi bu?” Bazı kazanmalar var ki, hiç iyi olmuyor. Kaybetmek daha iyi o anlarda. İşte kafamda bu sorularla bu kitabı yapmak istedim…

Başarının çıkış noktası, aslında başarısızlıklarımız mı?
– Başarının mı bilmiyorum ama kendinle tanışmanın çıkış noktası öyle. “Merhaba, ben Özlem, çok korkuyorum bu işe başlamaktan. Bana salak demelerinden. Herkese aslında onlarla aynı fikirde olmadığımı söylemekten…” İşte bu tanışma çok değerli. Bunu yaşamadan kendin olmak mümkün değil.

Kitaptaki isimleri neye göre seçtin?
– Herkesin kendinden bir iz bulacağı, okumaktan zevk alacağı veya merak ettiği isimleri seçtik. Ama tümünün çok önemli bir ortak özelliği var, 10 kişi de kendisiyle bir biçimde tanışmış ve bunu anlatmakta bir beis görmüyorlar. ‘Aşmışlar’ yani! Aşamadıklarını da açıklıkla anlatıyorlar!

EVDEN KAÇMIŞ BİR KIZIM BEN

Senin hayattaki başarısızlıkların neler?
– Ohoooo, hangi birini anlatayım! Uzun yıllar, en büyük başarısızlığım öfkeme engel olamamaktı. Yıllarca bununla uğraştım. Sonra hayallerimin peşine düşme cesareti bulamadım. Bazılarından vazgeçtim bu nedenle. Ve mesleğimde, yani gazetecilikte her işim yarım kaldı. Ana haber sunuculuğundan haber merkezi yöneticiliğine kadar her pozisyona geldim, ama hepsi en fazla bir yıl sürdü.

Peki kendini en başarılı bulduğun alanlar hangileri?
– Tüm bu yarım kalmalara rağmen, neye elime attıysam en iyisini yapmak için uğraştım. Bunun için kendimi tebrik ediyorum, hiç değilse denedim. Kendimi en iyi hissettirense şu: 20 yıllık meslek hayatımda inanmadığım hiçbir şeyi yapmadım. Yapmam söylendiği her durumda, bırakıp gittim. Onurlu bir zafer istedim hep, kimseye sığınmadım. Fikirlerim değişebilir ama mahallemi herhangi bir pozisyon için hiç değiştirmedim.

Çok güzel gülümseyen ve her daim mutlu görünen bir kadınsın… Öyle misin gerçekten ?
– Ruh dediğin, katman katman… Neresinde takılmak istersen! Ennnn en derinde, öyleyim evet, çok mutlu bir kız çocuğu var orada. Onun bir katman üstü, fena hüzünlü. Yıllarca orada takılı kaldım. Şimdilerdeyse yeni katmanlar peşindeyim, daha huzurlu, daha sakin kıyılarda…

Kendini nasıl tanımlarsın?
– Başına buyruk. Bu nedenle çok çalışkan, kimselerden bir şey beklemem. Naif. Salak bir tarafım vardır, çok kolay güvenirim. Duygusalım. Ne yazık ki kolay yükselip, kolay dibe vuruyorum. Haa, bir de evden kaçmış bir kızım ben!

Nasıl yani?
– Bir daire başkanı ile bir profesörün tek kızıyım. Ankaralı. Bütün yatırımlarını bana yapmış bir orta sınıf çekirdek aile. Önce TED, sonra ODTÜ Mimarlık. Sonra da Yüksek Lisans sırasında yedi taklalı bir trafik kazası. Hayatımı değiştiren o vahim kazadır. Tekrar yürüyebildiğimde Özlem’i tanımak için yollara düştüm, İstanbul’a geldim. Annem, sakin ve hoş bir hayatım olsun istiyordu, şık bir mimarlık ofisinde, babet ayakkabılarla çalışan bir minik prenses! Ama işte o kazayı bahane edip kaçtım ben…

Peki o kaza nasıl oldu?
– Ankara’da evden çıkmış, çalıştığım mimarlık ofisine gidiyordum. Konya Yolu’nda ilerlerken birden solumda dev bir kamyon gördüm. Biraz uykusuzluk, biraz refleks, direksiyonu hızla sağa kırdım. Gerisi kabus. Bir şarampolden aşağı yuvarlanmaya başladım, yedi takla…

Çok feciymiş! Nasıl kurtuldun?
– Arkamdan gelen bir araç görmüş, birileri koşarak yanıma indiler. Arabam ters dönmüş, ben içinde sıkışmıştım… Sonrası malum. Arabayı çevirmeler, bağırış, çağırış, derken yaka paça beni yukarı taşıyıp bir yolcu minübüsünün yerine yatırdılar. Aciller, hastaneler… Yatakta geçen aylar.

Kazadan önceki Özlem’le, sonrakinin nesi farklı?
– Bir kere bedeni farklı! 24 yaşındaydım, sağ kalçam ve omur travers kemiklerim kırıldı. Sol kalçam atrofik kaldı, yani kasım tamamen eridi. Sağ bacağım sol bacağımdan kısa, 3 santim kadar. Bu nedenle bugün şükür ki çok hafif ilerleyen skolyozum var. Ama bunların ötesinde, kafam değişti. Özlem’le bu kaza sayesinde tanıştım, hayatımı değiştirme cesaretini böylece buldum.

İyi bir eğitim aldın, neden mimar olmadın…
– O benim hayalim değildi ki, annemin hayaliydi! Benim hayalim oyuncu olmaktı, büyük bir oyuncu! Hayatta hiçbir şeyi kıskanmam, başarı, para, güç, mal mülk beni hiç ilgilendirmez. Ama büyük bir yeteneği acaip kıskanırım. Çok isterdim öyle derin bir oyunculuk yeteneğim olmasını…

Senin bir de Siyaset Meydanı maceran var. Ne alaka?
– Oyuncu olamadım ya, içimde yatan diğer aslan da televizyon haberciliğiydi. Kazadan sonra evden kaçıp, anneannemin yanına, İstanbul’a geldim. Bir akşam Ali Kırca’yı izlerken alt yazı geçti “Siyaset Meydanı’na halktan katılımcılar arıyoruz, Susurluk Skandalı’nı konuşacağız” diye. Faks çektim, aradılar. Ertesi gece stüdyodaydım. Biliyor musun, ben her şeyi, farkında olmadan çağırıyorum hayatımda. O yedi taklayı çağırdım, ATV Haber’i çağırdım…

Peki o program senin hayatını nasıl değiştirdi?
– Aynı gece sabaha karşı Ali Kırca, “Bizim mesleği bir denemek ister misin?” diye sorunca, hayatım değişti. Sekiz yıl ATV Haber, sonra aynı ekiple Star Haber. Star’da Gece Hattı’yla ilk kez kendime ait programım oldu. Derken Star battı! Evlenmiştim, o arada tek çocuğum Uzay doğdu. Mesleğe ara verdim. Geri dönüşüm Ufuk Güldemir’in kurduğu Habertürk’te, “Gücü özgürlüğünde…” yılları, çok mutlu zamanlar, nefis gazetecilik yapıyoruz ekranda. Ama işte ne yazık ki, Allah rahmet eylesin, Ufuk öldü, AKP iktidar oldu, Yiğit Bulut Habertürk’e gelince, ben iznimi istedim…

Sonra hayatın nasıl gelişti?
– Habertürk sonrası karışık. Yeni kanal denemeleri var, Bilgi Üniversitesi var, siyasi kampanyalar var. Ve nihayet Sözcü…

Bu arada evlendin… Kocan kimdi? Nerede tanıştın?
– Pek belli olmuyor ama, hâlâ evliyim! Eşim Türkay, ben tanıdığımda işsizdi, Demirbank’ın Genel Müdür Yardımcısı. Ama işte o meşhur ‘Demirbank olayı’ yaşanmış, banka gitmişti… Bir ilkokul arkadaşım tanıştırdı bizi, hem de şu cümleyle, “Gece ve gündüz kadar farklısınız, yine de tanışmalısınız…”

Nesi seni baştan çıkarttı?
– Baştan çıkmadım ben. Türkay, ikinci evliliğim. İlk evliliğim Ankara’da yaşandı, o kaza ile bitti, dört aydır evliydik daha. Dolayısıyla zaten evlilik benim için bir travmayla başlamış ve bitmişti, pek heves ettiğim bir şey değildi. Türkay’ın sükuneti ve aklı etkiledi beni ve bugün de o sükuneti zaman zaman deli ediyor! Kendisi Boyner Holding’in finanstan sorumlu Başkan Yardımcısı; Türkay Tatar. Çok güzel bir oğlumuz var. Türkay da olağanüstü iyi bir baba.

Oğlun Uzay senin için ne ifade ediyor?
– Zor soru. “Uzay, benim her şeyim” diyerek onun omuzlarına dev bir yük bırakmak istemem ama gerçekten çok değerli benim için. Kahramanı olmak istediğim tek kişi Uzay. Beni iyi tanısın, çok sevsin, çok bayılsın istediğim kişi de o… Evlilikle ilgili şüphelerim vardı ama emin olduğum tek bir şey var, anne olmasaydım gerçekten çok pişman olurdum.

KENDİ ‘GAZETECİLERİNE’ YALAKA DENİLMESİN DİYE BİZİM ADIMIZ MUHALİF OLDU!

‘Muhalif gazeteci’ olarak anılıyorsun, öyle misin?
– Hiç de değilim! Üstelik bu muhalif gazeteci lafına sinir olduğum kadar, hiçbir şeye sinir olmuyorum! Bu tanımı bu iktidar özellikle uydurdu, bizim gibi gazeteciler hakkında olumsuz bir algı yaratabilmek için. Demokrasinin tanımını değiştirdikleri gibi, gazeteciliğin de tanımını değiştirmek istiyorlar! Ne zamandan beri soru sormak muhaliflik oldu bu meslekte? Dünyanın her yerinde gazetecilik soru sorarak yapılır. Şimdi sıkıysa sor bakalım… Kendi gazetecilerine yalaka denilmesin diye, bizim adımız muhalif oldu! Biz muhalif değiliz kardeşim, bildiğin, en düzünden gazeteciyiz. Nokta…

NE SEKS, NE PARA, NE MEVKİ NE BAŞKA BİR ŞEY…

Bu kitap gerçekten sana terapi mi oldu?
– Hem de nasıl! Kendimi çok yenik ve bitik hissettiğim bir dönemde yeniden doğuş… Farklı ve ilham veren bir fikrin peşine düşmenin getirdiği heyecan…

Yoksa sen kendini başarısızlık öyküsü gibi mi görüyorsun?
– Evet, medyada hep ‘bir başarısızlık hikâyesi’ olarak gördüm kendimi, hâlâ da öyle görüyorum açıkçası. Ben ‘sürekli giden bir kadın’ım! Kafam ne zaman bozulsa istifa ettim, hiç kimseyi ve hiç bir şeyi idare etmedim, edemedim.

Bence harika. Asıl gidebilmek cesaret! Hem sürekli giden bir kadın olmanın nesi kötü?
– Her seferinde yeniden başlamak çok yorucu. Üstelik tüm kapıları kapatıp çıkarken, açacağın yeni kapıların sayısı da azalıyor! Bir de insanlar, “Aman bu da bir sebat edemedi” diye bakıyor bu ülkede. ‘Aradığını’ anlamıyor. Daldan dala geziyorsun zannediyor. Oysa ben, sadece kendim olmaya çalışıyorum.

İnsanın kimseye eyvallahının olmamasının, insana güç veren bir tarafı yok mu?
– Bak, işte bunda haklısın! Zaman zaman yalnız bırakan bir güç ama büyük bir güç gerçekten… Hayatta benim için en heyecan verici duygu bu, özgürlük. Ne seks ne para ne mevki ne başka birşey… Özgürlük!

Müthişsin, yaşasın! Esas olarak bu kitapla insanlara ne mesaj veriyorsun?
– Mesaj vermeye ve almaya sinir olan bir kadın olarak, “Ortada bir mesaj yok, sen varsın” diyorum. Sen. Hayallerin, inandıkların, uğruna mücadele ettiklerin, vazgeçtiklerin, asla vazgeçemediklerin, denemekten bıkmadıkların, öğrendiklerin, merak ettiklerin, değiştirmek istediklerin, çok sevdiklerin… Yaşamın en büyük armağanı, seçeneklerle dolu olması. Başarısızlık da harika bir seçenek! Denemeye değer!

BEN HEP OYUNCU OLMAK İSTEDİM

Ne olmak istiyordun hayatta, ne oldun ?
– Tutkuyla yapmak istediğim ikinci iş bu. Birincisini başaramadım, hep oyuncu olmak istemiştim, tiyatro, sinema… Olmadı. Bu kitapta Cem Yılmaz’ın söylediği gibi “İstediklerimizle, becerebildiklerimiz her zaman aynı şeyler değilmiş”, bunu yaşadım. Dersler aldım, peşine düştüm, olmadı. Gazeteciliğe ise sadece tutkuyla değil, biraz da inatla bağlıyım. Vazgeçmiyorum. Sürekli bir delik bulup, kendimi yeniden üretip, çalışmaya devam ediyorum…

KİTAPTAKİ KATILIMCILARDAN NELER ÖĞRENDİM?

Cem Yılmaz: Kafasındaki başarı normları çok farklı. İnsanlara, “işini severek ve iyi yap” kriteri üzerinden bakıyor. Yetenekle-yapabilmek arasındaki ilişkiyi şahane anlattı! Sonuçta, ne yazık ki her hayal ettiğini beceremiyor insan. Bir de evliliği konusunda söyledikleri ilginçti. “Ben, boşanmayı başarısızlık olarak yaşadım!” dedi…

Muhtar Kent: Hiç Türk gibi değil! Dünya vatandaşının tam karşılığı. Zaten her işini kendi yaparmış, tamirat, alışveriş, bavul taşıma vs. 11 yaşında evden çıkmış, hep yatılı ve uzakta okumuş. En üzüldüğü bu. “Annemi ve babamı tanımıyorum çok!” diyor. Alıp satmak zorunda kaldığı şirketleri, kaçırdığı iş fırsatlarını anlattı. Ama bana en ilginç gelen hiç kendi işini kurmayı düşünmemiş olması…

Cem Boyner: Yeni Demokrasi Hareketi’ni anlattı, ilk defa bu kadar açıklıkla… Pişman değil ama “Bir daha asla!” diyor. Siyaset defterini hiç açmamak üzere kapatmış. Çocukken pilot olmak istiyormuş. Sadece o değil, Arda Turan ve Abdülkadir Konukoğlu da! Sanırım uçmak aslında özgür olmak. Ve hepimiz bunu hayal ediyoruz galiba çocukken…

Zeynep Bodur Okyay: İnanılmaz bir baba-kız hikayesi. Zeynep hep babasını aşmak için tırmalamış yıllarca… Bir gün odasına hışımla girip şu soruyu sormuş, “İşin mi, ben mi?” Ve ne yazık ki bir cevap alamamış. İbrahim Bey öldükten sonra odasını toplarken bulduğu mektupta almış cevabı. Zeynep’e yazılmış bir mektup. Çok dramatik anlattı, ağlayarak, ben de öyle dinledim. Biliyor musun -biliyorsun tabii ki!- bu ülkede herkesin babasıyla bir meselesi var. Kitaptaki herkes babasını anlattı hikayesini anlatırken. Bu da mı tesadüf?

Ali Sabancı: İlk defa bu kitapla tanıdım ben kendisini. Bayıldım! Sürekli kendini dönüştürme derdinde, hep yeni düşünceler, yeni açılımlar… Şahane! O kadar açık ve şeffaf ki… Kendisiyle dalga geçebilen, komplekssiz. Çok sevdim Ali Sabancı’yı. Ve ona minnettarım, kitaba katkısı inanılmaz. Eşiyle ilgili anlattıkları de çok etkileyici idi. Vuslat Hanım’ı, olağanüstü güzel anlattı. Ve tabii bir koca holdingi bırakıp gitme hikayesini…

Abdülkadir Konukoğlu: Oğlum Uzay’ın bu kitapta Reis diye hitap ettiği tek kişi! Fotoğrafına bayıldı Uzay, Muhsin nefis çekmiş hakikaten! Küçükken helikopter yapmayı denemiş kendisi. Büyük bir imparatorluğun sahibi. 3 özel jeti var, Türkiye’nin ilk 10 zengininden biri. Yat imalatı işinde büyük para batırmış. “Kadınlar işyerinde daha sadık” diyor, “Kolay bırakmıyorlar, pes etmiyorlar, vazgeçmiyorlar!” “Gaziantep’te başardınız, ABD’de de başarır mıydınız?” sorusuna “Evet” dedi, cesareti enteresan.

Hanzade Doğan Boyner: Ne kadar titiz biriymiş, onu da ilk bu kitapta tanıdım. Fotoğraflarını iki kere çektik, beğenmedi. Çok akıllı, çok yaratıcı. Dünyayı iyi takip ediyor, çok da çalışkan. E-kolayın nasıl kapandığını anlattı. Bir de babasından habersiz üniversite sınavını nasıl boş bıraktığını! Oyunculuk dersleri almış NY’ta… ama devam etmemiş. Çok istemiş oysa ki. Zaman içinde nasıl değiştiğini anlattı, eskisi kadar hırslı olmadığını, çalışırken bir anlam aradığını…

Mustafa Denizli: Âşık oldum ben ona! Zarafeti, bilgeliği, derinliği, sükuneti… Acaip etkilendim. Çok da yakışıklı, hala. Altay’da önce, “Senden futbolcu olmaz!” demişler. Ama sonra büyük pişman olup, “Geri gel!” diye yalvarmışlar neredeyse. Egosundan nasıl tamamen vazgeçtiğini anlattı. Ve yine o da, babasını…

Hüsnü Özyeğin: Değişik biri. Kolay açılmıyor… Tamamen iş jargonuyla konuştu, kalbini göremedim pek. Fakat işi müthiş anlatıyor! Hayatı iş. Çok sade. Her şeyi. Kılığı kıyafeti, iş merkezi, mobilyalar, çalıştığı insanlar… Turkcell fikrini nasıl kaçırdığını anlattı. Bir de Rusya’da üzerine para koyarak sattığı bir şirketi!

Arda Turan: Ne çok seveni ve ne çok nefret edeni var bu çocuğun! Hayatını değiştiren bir kitaptan söz etti, o bölüm enteresan. Ve ne yaparsa yapsın ‘topçu’ kalmaktan! Tabii Arda’nın da bir baba hikayesi var, o da çok duygusal…

Yorum Bırak