Balıkçı ve Oğlu… Mutlaka okuyun!

Bugün konuğum büyük usta Zülfü Livaneli… 3 yıl sonra yine nefis bi romanla, ‘’Balıkçı ve Oğlu’’yla karşımızda…

Balıkçı ve Oğlu’nda, evladı denizde kaybetmiş bir anne-babanın hikayesini okurken mülteci sorunu, rant uğruna acımasızca katledilen doğa, çevre felaketleri ve daha pek çok günümüz gerçeği yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor.

Bir solukta okunan, boğazınız düğüm düğüm olacağı sade, yalın muhteşem bir roman. Seveceğinize eminim…

Yeni romanı vesilesiyle Zülfü Livaneli’yi yakalamışken pek çok şey hakkında soru sordum. Biraz uzun bir röportaj oldu, devam sayfaları da gelecek.

Üç yıl sonra, yine nefis bir romanla karşımızdasınız: “Balıkçı ve Oğlu.” Katman katman hazine gibi bir hikaye. Her seferinden nasıl başarıyorsunuz bizi büyülemeyi… Sarsmayı… Var mı bunun bir sırrı?
-Teşekkür ederim sevgili Ayşe. Ne güzel şey bunları duymak senden. Bir sır yok aslında. Çalışma, emek ve insanca bir hikayeyi, oyun oynamadan, edebiyat modalarının dışında kalarak, yazma çabasına yüreğini katarak anlatma çabası var.

MEHMET (GÜRS), DENİZDE BİR GÖÇMEN CESEDİ BULMUŞ. DUYDUĞUM ANDA, BU HİKAYE ZİHNİMDE ŞEKİLLENMEYE BAŞLADI

Bize bu romanın doğuş hikayesini anlatır mısınız? Genç arkadaşınız Mehmet size ne anlattı? Ne kadar etkilendiniz?
-Mehmet’i (Mehmet Gürs) bebekliğinden tanırım, Stockholm’den. Annesi ve babasıyla çok yakın arkadaştık. Başarıları bana hep gurur vermiştir. Bu hikayenin başlangıcını ilk kez, annesi Bambi’den duydum. Mehmet, denizde bir göçmen cesedi bulmuş. Duyduğum anda bu hikaye şekillenmeye başladı, zaman içinde gelişti, karakterleri belirdi ve olgunlaştı.

Kendi kendinize, “Böyle bir hikaye yazacağım” dediğiniz anda neredeydiniz? Nasıl bir ruh halindeydiniz?
-Uzun bir süreç bu. Romanlar, şiir gibi heyecanla yazılmıyor. Aylara, yıllara yayılan titiz bir işçilik söz konusu. Hikayenin ilk bölümünü birkaç yıl önce Cumhuriyet ekinde yayınlamıştım.

ROMANDA ACI OLAYLAR VAR; ÇOCUK KAYBI, BEBEK ŞEFKATİ, EVLAT EDİNME, GÖÇMENLER, İKİ KADIN ARASINDAKİ SESSİZ DAYANIŞMA

O andan, elinize basılı kitabı almaya kadar geçen sürede, sadece bu romana mı odaklandınız?
-Yazmaya başladıktan sonra öyle oldu tabii ama daha önce seninle Hürriyet’te başlangıcını yayınladığımız Kaplanın Sırtında romanı vardı elimde. Abdülhamit’in sürgün gecesi başlayan bir roman. Dört yıl yoğun biçimde çalıştım o romana. Sonra bu hikaye öne geçti, öteki kitabı demlenmeye bırakıp, buna geçtim.

Nasıl duygular içinde yazdınız?
-Sarsıntılı bir süreç oldu. Romanda acı olaylar var; çocuk kaybı, bebek şefkati, evlat edinme, göçmenler, iki kadın arasındaki sessiz dayanışma. Bunlar elbette beni üzüyor yazarken. Ne var ki, duygulanarak roman yazılmaz. Hatta sanatın bütünü için geçerli bir kuraldır bu. Sanat, ne kadar gerçeğe dayalı olursa olsun, yapay bir süreçtir, gerçeği yeniden üretmeyi gerektirir. Soğukkanlı ve mesafeli biçimde anlatıp gerisini okura bırakmalısınız. Yunan trajedileri gibi. Yoksa melodram ve arabesk olur.

BEN DE YILLARCA SİYASAL SIĞINMACI OLARAK YAŞADIM. BU YÜZDEN GÖÇMENLERİ ANLIYORUM VE ONLARA HOR BAKANLARA KIZIYORUM

Göçmenlerin bir bilinmeze doğru canları pahasına göze aldıkları yolculuk ve hayatta kalma çabaları, romanın en çarpıcı bölümlerini oluşturuyor. O satırları yazarken hangi duygular içindeydiniz? Nasıl bir empati kurdunuz?
-Ben de yıllarca siyasal sığınmacı olarak yaşadım. Sürgün uzun süren, ağır bir hastalık gibidir. Yüreği oyulur insanın. Bir türkümde, “Memleket hasreti öyle bastı sevdiğim/ Bıçaklar saplandı yüreğime’’ demiştim. Bu yüzden göçmenleri anlıyorum ve onlara hor bakanlara kızıyorum.

BESTELER, KİTAPLAR BAZEN MUTFAK MASASINDA, BAZEN OTURMA ODASINDA ÇIKTI. HAVAALANINDA UÇAK BEKLERKEN BİLE YAZARIM

Yazma ritüellerinizde bir değişiklik var mı? En rahat günün hangi saatinde ve nerede yazıyorsunuz?
-Pek ritüelim yok. Belli saatlerde masanın başına geçen yazarlardan değilim. Hikaye beni çağırınca, her koşulda yazarım. Yıllar boyunca hep küçük sürgün evlerinde yaşadık parasızlıktan. Son yıllara gelene kadar hiç ayrı bir çalışma odam olmadı. Besteler, kitaplar bazen mutfak masasında, bazen oturma odasında çıktı. Alıştım herhalde buna. Havaalanında uçak beklerken bile yazarım.

ÇİÇEK VE AĞAÇ KOKULARI, ÖZELLİKLE GECE YASEMİNLERİ, IHLAMUR, ITIR, MELİSA… BUNLAR BAŞIMI DÖNDÜRÜR BENİM. BİR DE BEBEK KOKUSU!

Etrafta olmasını tercih ettiğiniz bir koku var mı?
-Ne tesadüf! Amerikan Pen Kulüp de aynı soruyu sordu iki gün önce. Evet, koku çok önemli. 12 Mart’ta cezaevinden sonra ilk kez yurtdışına çıkmıştım, trenle. Münih İstasyonu’na indiğimde bana yabancı bir ülkede olduğumu hissettiren şey kokuydu. Her ülkenin, her yörenin bir kokusu var ve genellikle imgelerden daha önemli, daha çok akılda kalıcı. Marcel Proust, tat ve koku bahsinden bir şaheser yarattı eserinde. Madeleine çöreği bahsi. Elbette çiçek ve ağaç kokuları, özellikle gece yaseminleri, ıhlamur, ıtır, melisa… Bunlar başımı döndürür benim. Bir de bebek kokusu.

HER HİKAYENİN KENDİNE GÖRE BİR BOYUTU, BİR ÖLÇÜSÜ VAR. MESELA BALIKÇI, SERENAD KADAR HACİMLİ OLAMAZDI

Kaç sayfa yazınca, vazifesini yapmış biri gibi hissediyorsunuz?
-Konu ne kadar gerektiriyorsa. Her hikayenin kendine göre bir boyutu, bir ölçüsü var. Mesela Balıkçı, Serenad kadar hacimli olamazdı. Hikaye müsait değildi buna. Ayrıca ben novella formatını çok severim. Düşünsenize; Fareler ve İnsanlar, Dönüşüm, İhtiyar Adam ve Deniz vs. kalın kitaplar olsaydı bu tadı alabilir miydik?

SİYASİ GÜCÜ, ELE GEÇİRENLERİN YAPACAKLARI KÖTÜLÜKLERE ENGEL OLACAK HİÇBİR MEKANİZMA YOK. BATI DEMOKRASİLERİ GİBİ “GÜÇLER AYRILIĞI” VE BU GÜÇLERİN BİRBİRİNİ DENETLEMESİ YOK BİZDE. BU YÜZDEN DE DEMOKRATİK DEĞİL, TOTALİTER BİR REJİMDE YAŞIYORUZ

Ege’de küçük bir balıkçı köyünde yaşayan ve tek çocukları Deniz’i denizde kaybeden Mesude ve Mustafa çiftinin, yine denizden gelen Samir bebekle yollarının kesişmesiyle başlıyor hikaye. Ve Samir’in gelmesiyle yüzleştikleri, hemen yanı başlarında yaşanan bir insanlık trajedisine evriliyor. Kitabın merkezinde, evlat acısı yaşamış bir çiftin hikayesini ve ikilemlerini okuyoruz ama fonda, göçmen dramı, deniz kirliliği, rant uğruna acımasızca katledilen doğa gibi günümüz gerçekleri, tokat gibi yüzümüze çarpıyor… Sizce biz, ‘’Balıkçı ve Oğlu’’nda da tanık olduğumuz o iğrençliklere, doğayı katleden madenlere, termik santrallere, denizi mahveden balık çiftliklerine duyarsız mı kalıyoruz? Yeterince mücadele edemiyor muyuz? Yetersiz mi kalıyoruz?
-Evet, ne yazık ki yetersiz kalıyoruz! Çünkü siyasi gücü, ele geçirenlerin yapacakları kötülüklere engel olacak hiçbir mekanizma yok. Batı demokrasileri gibi “güçler ayrılığı” ve bu güçlerin birbirini denetlemesi yok bizde. Bu yüzden de demokratik değil, totaliter bir rejimde yaşıyoruz. Gücü eline geçiren asıyor kesiyor, kafasına eseni yapıyor. Yani emir demiri kesiyor. Ta ki iktidardan düşene kadar. Ama bu arada denizlerimiz, akarsularımız can çekişiyor, kadınlarımız, çocuklarımız ölüyor, dağlarımız yaralanıyor.

YASALARIN EKSİKSİZ BİÇİMDE UYGULANMASI VE MEMLEKET KATİLLERİNİN DİZGİNLENMESİ GEREKİYOR

Her şeyi yakıp yıkan bu güç hırsı, kâr hırsı, iktidar savaşları bir gün biter mi, ne dersiniz? Biz görür müyüz?
-Eğer bu iş, hırslı insanların insafına bırakılırsa, hiçbir zaman kurtulamayız. Yasaların eksiksiz biçimde uygulanması ve o memleket katillerinin dizginlenmesi gerekir.

Gençlerin tanık olduğu bu Türkiye sizi ne kadar üzüyor?
-Üzüyor tabii. Yaşlı öğüdü gibi olsun istemiyorum ama benim çocukluğumda, gençliğimde bu ülkede bugünkünün binde biri kadar suç işlenmiyordu. Uyuşturucu nedir bilinmezdi. Bir de bugüne bakın. Denizdeki müsilajın daha beteri toplumsal hayatımızda var ama görülmüyor.


MÜSİLAJ FELAKETİNİ ACIYLA İZLİYORUZ, BİLİM İNSANLARI BU TEHLİKEYİ HEP DİLE GETİRDİLER AMA İKTİDARLAR, BELEDİYELER DİNLEMEDİ

Kabuslar bitmiyor… Bir de son günlerde, Marmara’yı ele geçiren müsilaj felaketi yaşıyoruz…
-Evet, ama bu günlerin geleceği belliydi. Marmara gibi oksijeni az, bir denize Haliç’ten başlayarak, bu kadar çok pislik akıtılınca olacağı buydu. Bilim insanları bu tehlikeyi hep dile getirdiler ama iktidarlar, belediyeler dinlemedi.

NE YAZIK Kİ ÜLKE TOPTAN ÇILDIRDI BİLE!

Türkiye, çok tuhaf zamanlardan geçiyor. Sedat Peker’in ortalığı sallayan YouTube videoları, gazetecilerin mafya-devlet ilişkisi, akılalmaz iddialar, rüşvetler, milyon eurolar, birbiriyle yedikleri bile ayrı gitmeyen yılların gazetecilerinin, birbirlerine, “Cenazemi bile gelme!” demeleri, birbirlerini suçlamaları… Toptan bu ülke çıldırıyor mu? Ne dersiniz?
-Çıldırdı bile! Sen, yakın bir dostum olarak yıllarca bu konularda, çığlık, feryat tonu taşıyan yazılar yazdığımı, insanları uyarmaya çalıştığımı bilirsin. Şimdi Shakespeare’in dediği gibi, ‘’Danimarka Krallığı’nda kokuşmuş bir şeyler var.’’

AKIL SAĞLIĞIMI KORUYABİLMEK İÇİN SANAT LİMANINA SIĞINMAYA ÇALIŞIYORUM

Artık haber takip edecek kanal da kalmadı pek. Siz gündemi nereden takip ediyorsunuz?
-Bazı sitelerden ve daha çok da güvendiğim gazetecilerin sosyal medya hesaplarından.

Olan biten karşısında akıl sağlığınızı korumak için neler yapıyorsunuz?
-Sanat limanına sığınmaya çalışıyorum. Film, kitap, şiir, müzik… Bunlar kurtarıyor beni.

BODRUM’DA ASIRLIK ZEYTİNLERLE, MANDALİNA AĞAÇLARIYLA, GECELERİ ÖTEN BAYKUŞLA, SİNCAPLARLA GEÇİRİYORUM HAYATIMI

Bodrum’da yaşıyorsunuz çoğunlukla. Huzurlu musunuz burada?
-Hem de çok. Bodrum deyince, insanlar şehir merkezini, çılgın eğlenceleri, vs gözünün önüne getiriyor. Oysa durum öyle değil. Sessiz bir bahçede, asırlık zeytinlerle, mandalina ağaçlarıyla, geceleri öten baykuşla, sincaplarla geçiriyorum hayatımı. Arka bahçemizdeki komşu her çeşit hayvanı besliyor, devesi bile var. Köy hayatı.

TRİLYON DOLARLIK ŞİRKETLER, HALA KÂRLARINI ARTIRMA PEŞİNDE. ÖTE YANDAN EKMEĞE, TEMİZ SUYA, İLACA HASRET MİLYARLARCA İNSAN… BU AHLAKSIZLIK BÖYLE DEVAM EDEMEZ!

“Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm’’ romanınızda Bülent adlı bir akademisyenin bir kehanetti vardı, ‘’İlerde Asya’dan, Afrika’dan insanlar şişme botlara, sandallara binecek ve Avrupa’ya göç edecek. Bunu durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecek…”
-Kitleler halinde göçe ne sebep oldu? Kolonyal dönemde Batı’nın dünyayı insafsızca sömürmesi ve ülkelerin doğal zenginliklerini çalarak, oradaki insanları yoksullukla baş başa bırakması. Ama bugün, hiçbir sorumluluk kabul etmeden, o zavallı kitleleri denizlerde boğmaya çalışıyorlar. Trilyon dolar varlığı geçen şirketler, hala kârlarını artırma peşinde. Öte yandan ekmeğe, temiz suya, ilaca hasret milyarlarca insan. Bu ahlaksızlık böyle devam edemez. Bu şekilde ne terörün önüne geçilebilir ne göçlerin.

“SCHADENFREUDE” ALMANLARIN ADINI KOYDUĞU BİR DUYGU. BAŞKASININ BAŞINA GELEN FELAKETTEN ZEVK ALMA. BİZDE ADI YOK AMA KENDİSİ EPEY YAYGIN

Dünya, kitaptaki kahramanlarınız Mesude ve Mustafa gibi iyi insanların hatırına mı dönüyor?
-Belki safça bir umut ama bu dünyada hala çok iyi insanların yaşadığına inanıyorum ben. Zaten bu inancım bitse, kalemi elimden atarım. İnsanlara umutsuzluk yayacağıma hiç yazmam daha iyi.

“Başkasının felaketinin, kendi mutlulukları anlamına gelmesinin tuhaf hüznü kapladı ikisini de…’’ bu cümleden çok etkilendim.
-Almanların “schadenfreude” diye adını koydukları bir duygu: Başkasının başına gelen felaketten zevk alma. Bizde adı yok ama kendisi epey yaygın.

HAYATI KADINLAR DEVAM ETTİRİR. VE EĞER FIRSAT VERİLSE, DAHA İYİ YÖNETİRLER. (TANSU ÇİLLER GİBİ İSTİSNALAR HARİÇ.)

Mutluluk’taki Meryem, Leyla’nın Evi’ndeki Leyla Hanım, Son Ada’daki Lara ve şimdi Balıkçı ve Oğlu’ndaki Mesude… Romanlarınızda kadın karakterlerin güçlü olmasının özel bir nedeni var mı?
-Böyle bir karar vermedim, kendiliğinden ortaya çıkan bir şey. Ama kadınların erkeklerden daha güçlü olduğuna inanmışımdır hep. Hayatı kadınlar devam ettirir. Ve eğer fırsat verilse daha iyi yönetirler. (Tansu Çiller gibi istisnalar hariç.) Tek tanrılı dinlerden sonra ortaya çıkan ve kadını erkeğe köle yapan zihniyetlere karşıyım ben. Kadın cinayetleri bu yüzden çok canımı yakıyor. “Kadınlar silahlansın!” diyecek noktalara kadar geldim. İsyan yükseliyor içimden.

Geçenlerde Oksijen’e verdiğiniz röportajda, “Bugünkü Alman halkı, İkinci Dünya Harbi’ndeki halk değil. Çünkü o zaman Nazi propagandaları halkı zalim kılmıştı, bugün tekrar insanlık değerlerine döndüler!” demiştiniz. Biz toplum olarak şimdi nasıl bir durumdayız? İnsanlık değerlerimize nasıl döneriz?
-Halkların içinde iyilik de vardır kötülük de. İktidarlar hangisini beslerse, o galip gelir. Sadece geçici siyasi iktidarları kastetmiyorum. Elbette o da çok önemli ama bu ülkede ırkçılığın, saldırgan milliyetçi ideolojinin, insana düşman köktendinciliğin, erkek şovenizminin, mafya övgüsünün, yerini hümanist değerlere bırakması gerekiyor. Ancak o zaman nefes alabilir bu toplum.

İLERDEKİ HÜKÜMETLER DE UZAYDAN GELMEYECEKLER. BÜYÜK ÖLÇÜDE, ÇÜRÜME DÖNEMİNDEN NASİBİNİ ALMIŞ KADROLAR İŞBAŞINA GELECEK

“İyilik ahlaki bir seçimdir, vicdanlı olmayı seçmektir. Ne yazık ki, bazı dönemler, insanı korkunç bir yaratık haline getiriyor. Çünkü halk dediğimiz şey; statik değil dinamik. Koşullara, döneme, bölgeye ve özellikle başındaki iktidara göre dönüşüyor” diyorsunuz. O zaman biz, fabrika ayarlarımıza bir sonraki iktidar zamanında mı döneceğiz…
-Ne yazık ki bu çok kolay olmayacak. Çünkü çürüme, bozulma çok derin boyutlarda. Kutuplaşma olgusu, insanların düşünebilme yetisini, sağduyusunu, insaf ve vicdan duygusunu sakatladı. Bu kadar bozulmuş ve düşmanlaştırılmış bir toplum, kısa sürede toparlanamaz. İlerdeki hükümetler de uzaydan gelmeyecekler. Büyük ölçüde, çürüme döneminden nasibini almış kadrolar işbaşına gelecek. Bütün umut, yerel ve toplumsal dinamiklerin bu toplumdaki bozulmamış kadrolara fırsat tanımasında. Bazı tarihsel dönüşümlerde bu fırsat doğuyor. Cumhuriyet’e geçişimiz gibi.

ELBETTE VİCDANİ SORUMLULUK HİSSETTİĞİM İÇİN DE YAZIYORUM

KENDİMİ OLAN BİTENDEN, ÇEKİLEN ACILARDAN SOYUTLAYAMIYORUM. BU YÜZDEN DE, “DÜNYAYI BEN Mİ DÜZELTECEĞİM, BU YAŞIMDA BİRAZ DA KEYFİME BAKAYIM’’ DEMEM MÜMKÜN OLMUYOR

Siz bu romanı bir vicdani sorumluluk hissettiğiniz için de yazmış olabilir misiniz?
-Mutlaka etkisi vardır. Sorumluluk duygusundan kurtulamayan bir insanım ben. Yaşadığım dönem -belki de biraz fazla- etkiliyor. Kendimi olan bitenden, çekilen acılardan soyutlayamıyorum. Bu yüzden de, “Dünyayı ben mi düzelteceğim, bu yaşımda biraz da keyfime bakayım’’ demem mümkün olmuyor. Bu bir yaşam biçimi benim için.

Daha kaç kitap yazarsınız?
-Bilemem ki. Ömrüme ve akıl sağlığımı korumama bağlı. “Kaplanın Sırtında” hemen hemen bitti. Aklımda birkaç roman daha var ama ömrüm yeter mi bilmiyorum.

ADALET EKMEK GİBİ, SU GİBİ YAŞAMSAL BİR ŞEY… BU KORKUNÇ TALANIN, SOYGUNUN ÖNÜNE ANCAK ADALET GEÇEBİLİR!

Romanda, “Tepedeki ormanı kesen şirket, altın çıkaracakmış, hem de siyanür denen zehirle. Bu meret suyumuza karışıp hepimizi kanser edecekmiş” cümlesi geçiyor. Son 15-20 yıllık süreçte, ülkemizin pek çok nadide noktasında, karşı karşıya kaldığımız bu rant meselesi kaynağını nasıl tespit edip çözüme kavuşturabiliriz?
-Adaletle. Adalet ekmek gibi, su gibi yaşamsal bir şey. Sadi-i Şirazi, “Dünyanın bütün nehirleri, adalete susamış bir insanın susuzluğunu dindirmeye yetmez!’’ demişti. Bu korkunç talanın, soygunun önüne ancak adalet geçebilir.

GÖRECEKSİNİZ Kİ, BU İŞ DE “VEZİR KELLESİ” VEREREK BİTİRİLECEK!

Geleceği düşününce sizi en çok heyecanlandıran şeyler neler? Nasıl hayaller kuruyorsunuz?
-Geçmiş, geleceği şekillendirdiği için ikisini çok ayırmıyorum birbirinden. Bir süreç bu. Hayat, her gün yenileniyor ama her toplumun temel özellikleri aynı kalıyor. Bir örnek vereyim. Eskiden İstanbul’da sık sık isyanlar oldurdu. Başkaldıran, o zamanın deyimiyle “ayaktakımı” sarayın önüne gelirdi ve padişaha taleplerini iletirdi. Bu duruma “ayak divanı” denilirdi. İstekleri genellikle bir vezir kellesi olurdu ve bu isyanlar vezirin kesik kellesinin, isyancıların önüne yuvarlanmasıyla biterdi. “Kelle vermek” deyimi buradan gelir. Bugün de başkaldıran, muktediri tehdit eden isyancılar var. Göreceksiniz ki, bu iş de, vezir kellesi vererek bitirilecek!

Yorum Bırak