Aşkın ateşi söndüğü zaman şefkat çıkar karşımıza

O, Ferzan Özpetek… Bugüne kadar hep müthişşş hikâyeler anlattı bize. Bütün dünya bayılıyor ona. Çünkü sahici. Çünkü samimi. Çünkü cesur. Vicdanlı ve şefkatli. İnanılmaz bi gözlem yeteneği olduğunu da söylememe gerek yok herhalde. Hayatının da en üretken dönemini yaşıyor!!!!
.
Son filmi ‘Şans Tanrıçası’ sonunda Türkiye’de de vizyona girdi. Filmi konuşmak için buluştuk. İtalya’da büyük bir gişe yaptı, çok beğenildi ve 23 ülkeye satıldı.
.
Aslında tokat atan, ama her nasılsa bunu nazik ve çaktırmadan yapan, masal gibi bir film olmuş… ben çok etkilendim. Mutlaka izleyin. Tüm o fon, şehir, sahneler, oyuncular, yemekler, içecekler… müzikler, hikayenin kendisi ve tabii o Ferzan dokunuşu… nefisss!!!! 
.
Kaybettiği abisi Asaf’ın eşi -yani yengesi-Ferzan’a, abisinin hastalığı sırasında, “Asaf iyi değil, ben de değilim. Bir şey olursa bize, çocuklar sana ve Simone’ye emanet” demiş. Hem hoşuna gitmiş, gurur duymuş Ferzan, hem de iki çocuğa ebeveynlik yapma fikri onu acayip korkutmuş. İşte filmin senaryosunu, biraz da bu duyguyla ortaya çıkmış.
.
Film, derin ve karamsar olabilecek bir mevzuyu, neşeli bir şekilde anlatıyor. Dostluk ve aile olmak üzerine bi hikaye. Aynı zamanda, ebevyn olmanın cinsiyetle alakalı olmadığını da vurguluyor. Pekala iki erkek de ebeveyn olabilir. Yeter ki o sorumluluğu alsınlar!
.
Ferzan’la uzun bi röportaj yaptık…

Sen “Şans Tanrıçası”nı, abin Asaf ve göçüp giden bütün sevdiklerin kalbine işlesin ve hep seninle olsunlar diye mi yaptın?
-Öyle bir yanı da var. Kaybettiklerini hep yanında taşıyorsun zaten. Hiç çıkmıyorlar aklından. Hep seninle yaşıyorlar. Ben hayalle-gerçek arasında gidip gelen biriyim. Öyle bir yaşa geldim. Ölümü sık sık düşünüyorum. Gece, saat 03:33 uyanıyorum mesela. Aklıma abim geliyor, sonra Walter geliyor. Onların öldüğüne inanmak istemiyorum. Kendi kendime diyorum ki, “E yarın sabah Asaf’la Skype’tan konuşursun, Walter da uğradığı zaman gidip bir şeyler yersiniz pastanede!” Bu düşünce beni rahatlatıyor. Ve yavaş yavaş tekrar uykuya dalıyorum. Sabahleyin uyandığımda, gerçekle yüz yüze kalıveriyorum. Onlar gitti, artık yoklar ve ben derin bir sızı hissediyorum.

Filmde, Şans Tanrıçası bize nasıl bir sır veriyor?
-“Hayatta en büyük şans, dostlarınızın, güvenebileceğiniz insanların olması” diyor. Ekliyor: “Bundan daha değerli bir şey yok. Onların kıymetini bilin. Gözlerinin içine bakın. Sonra gözlerinizi kapatın. Yüzlerini, bakışlarını kalbinize mühürleyin ve orada sonsuza kadar yaşatın!” Ben de öyle yapmaya çalışıyorum.

“ASAF’A VE BANA BİR ŞEY OLURSA, ÇOCUKLAR, SİZE EMANET… SEN VE SİMONE’NİN BÜYÜTMESİNİ İSTİYORUM” DEDİ YENGEM

Bu filmin çıkış noktası Vanity Fair’e anlattığı gibi rahmetli abin Asaf mı? Onun hastalığı sırasında mı aklına geldi bu hikâye?
-Evet. Çok hastaydı. Bir sabah eşi aradı ve “Asaf’ın pankreas tahlil sonuçları iyi değil! Ben de kendimi iyi hissetmiyorum. Eğer bize bir şey olursa, çocuklar sana ve Simone’ye emanet. Sizin büyütmenizi istiyorum!” dedi. İkiz yeğenlerim de 13 yaşındaydı… Öteki abim, başka akrabalar, kendi kız kardeşleri değil… Bize… Yani iki erkeğe emanet etmek istiyordu… “Söz ver” dedi, “Söz veriyorum!” dedim, kapattık telefonu.

Ne hissettin o anda?
-Valla, bize güvenmesi, böyle bir şey teklif etmesi beni inanılmaz onurlandırdı. Ama aynı anda dehşete düştüm! İki ergen çocuk sözünü ettiği. Simone’ye dedim ki, “Ne yapacağız böyle bir şey olursa?” “Olmaz ama olursa bakarız Ferzan!” dedi. “Nasıl bakarız” dedim. “Akşam yemeğine 8 tane mumya geliyor… O gidecek, bu gelecek… Bizim bambaşka bir düzenimiz, dünyamız var… Biz nasıl çocuk yetiştiririz! Okula gidecekler, okuldan gelecekler… Ders çalışmaları gerekecek…”

İki çocuğa ebeveynlik yapma fikri seni korkuttu…
-Hem de nasıl! Sonrasında ne yazık ki abimi kaybettik. Yengem Allah’a şükür iyi. Ve çocuklarının başında. Şahane bir anne. İşte o an yaşadığım duygu, o korku, zihnimden geçenler, abimi kaybettikten sonra, bu filme evrildi. Film, tabii ki kurgu. Ama biraz da bu korkuyla yazdım senaryoyu.

AŞK DEDİĞİN ŞEYİN DE TEMELİ DOSTLUKTUR

Esas olarak ne söylüyorsun bu filmde?
– Pek çok şey söylüyorum. “Dostluk olmadan aşk olmaz!” diyorum. “İnsanın hayattaki şansı, aşkı değil, anlaşabildiği dostları bulabilmesi” diyorum. “Zaten aşk dediğin şeyin de temeli dostluktur” diyorum. İki kişi, birbirine deliler gibi aşık diyelim. Ama aralarında sağlam bir dostluk yoksa, o aşk bitmeye mahkumdur! Raffaella Carra’nın çok sevdiğim güzel bir sözü var, “Aşkın ateşi söndüğü zaman, şefkat çıkar karşımıza!” Ne kadar doğru! Şefkat, aşkın gerçek anlamıdır! Bu filmde de iki erkek var. Aşkları artık bitmek üzere. Bitmek üzere olan ilişkilerine yeni ışık geliyor. O ışık ne? 2 tane çocuk. Bir kadın arkadaşları hayatını kaybediyor ve çocukları onlara emanet ediyor.

Bu filmde bir şey daha söylüyorsun…
– “Ebeveyn olmak için ille de kadın ve erkek olmak gerekmiyor” diyorum. İki erkek de pekâlâ ebeveyn olabilir. O sorumluğun altından kalkabiliyorlarsa, kendilerini o çocuğa adayabiliyorlarsa, neden olmasın? Ebeveynliğin cinsiyeti yok.

Hayatının herhangi bir döneminde, “Keşke çocuğum olsaydı!” diye düşündüğün oldu mu?
-Hayır. Ne böyle bir düşüncem ne de böyle bir arzum oldu. Çünkü ben kendimi hala çocuk gibi hissediyorum. Ki benden ve Simone’den çocuk yapmak isteyen kadın arkadaşlarımız oldu. Kabul etmedik. Arkadaşlarımın çocukları var, yeğenlerim var, onlar bana yetiyor. Bir de kendimi iyi tanıyorum. Evhamlı bir insanım. Alamazdım böyle bir sorumluluğu. Aklım sürekli çocukta kalırdı. Biri ona bir şey mi söyledi? Kalbini mi kırdı? Yolda giderken başına bir şey mi geldi?

Ricky Martin ve eşinin ebeveynliği beni etkiliyor. Sende ne hisler uyandırıyor?
-İnsanlar, hayatta kendi menkıbelerinin peşinden gitmeli. Kendilerini mutlu edecek şeyi bulmalı ve yapmalı. Böyle bir şey beni mutlu etmezdi. Benim yolum başka. Çocuk sahibi olmak gibi bir hevesim hiç olmadı. Ama bu, iki erkeğin de pekâlâ ebeveyn olabileceğini anlatan bir film yapmamı engellemiyor.

İTALYA’DA BEKAR ERKEKLERİN EVLAT EDİNEBİLMESİ YASAK. TÜRKİYE’DE İSE ÖRNEKLERİ VAR. BAZI KONULARDA TÜRKİYE DAHA İLERİDE!

Gaylerin çocuk sahibi olması İtalya’da sorgulanan bir mesele mi?
-Tabii, tabii. İtalya’da hala tabu. Tartışma çıkıyor. Her şeyi yasaklamaya çalışan bir sağ kesim var. Hatta, “Ceza verilsin taşıyıcı anneyle çocuk yapan gaylere!” deniyor. Benim duygum bu taşıyıcı anneyle çocuk yapma konusunda karışık. Tabii ki herkes istediğini yapmakta özgür. Ama koruyucu aile olmak ya da evlat edinmek de bir çözüm bence. Kaldı ki ailesi olmayan onca çocuk var dünyada… İlle de çocuk sahibi olmak istiyorsan, bu yola da başvurulabilir. Ama İtalya’da bekar erkeklerin evlat edinebilmesi de yasak. Türkiye’de örnekleri var. Bazı konularda Türkiye daha ileride!

Türkiye’de filme gelebilecek reaksiyonlarla ilgili endişen var mı?
-Yok hayır. Tüm dünyada çok iyi karşılandı. Hatta tanıtımı, “aile filmi” olarak yapıldı. Noel’de gösterime soktular. İnsanlar ailecek gidip izlesin diye. İtalya’nın en sevilen iki erkek oyuncusu başrolde. Filmde iki erkeğin birbirlerine hissettiklerini, bakışlarında görüyorsun. Ve o duyguyu çok güzel veriyorlar. Onun ötesinde bir temas ya da sevişme sahnesi yok. Ben, film ne gerektiriyorsa onu yapıyorum. Tabii ki bir endişem yok. Hayatım boyunca hep istediğim şeyleri yaptım. Ve yine anlatmak istediğim hikâyeyi, istediğim şekilde anlattım.

Seni İtalya’da “Kral Midas” diye çağırıyorlarmış…
-Ya evet. İtalyan sinemasında, “Bana dokun, ben de altın olayım!” diyen yönetmenler var. Çünkü son üç buçuk senedir, gerçekten de ne yaptıysam tuttu. Bana da tuhaf geliyor ama böyle. Kitap yazdım, rekor kırdı. Tiyatro yaptım, başarılı oldu. Serseri Mayınlar’ın tiyatrosu, bir sürü ülkeye satıldı. Şimdi İspanya ve Fransa’da sahneye koyacağım. Türkiye’ye de getirmek istiyorum. Onun haricinde Venetika var. Roma’nın en büyük müzelerinde Maksi Müzesi’nde gösterilmeye başlıyor. Opera yapıyorum, olay oluyor. Tahtalara vur, her şey yolunda gidiyor.

Filmdeki çiftin -ki zerre kadar önemi yok iki erkek mi, iki kadın mı, bir erkek bir kadın mı- ilişkilerinin, çocuklarla birlikte bambaşka bir yere evrilişine tanık oluyoruz. Belki eskisi kadar tutkulu bir aşk değil, ama dostluk hep orada. Ve sonra iki çocuğun sorumluluğu da ekleniyor… O çocuklar olmasa bu çift ayrılır mıydı sence?
-Belki ayrılırlardı. Bilemeyiz. Belki o ışığı göremezlerdi birbirlerinde… Biz de Simone’yle 15 yıldır birlikteyiz. Ama ben o ışığı görüyorum hep. Her ilişkinin ölçüleri farklı. Hiçbir ilişki birbirine benzemiyor. Simone benim annem-babam, kardeşim, oğlum, kızım… Ben onun oğluyum, kızıyım. Sezen bana bir keresinde, “O senin yol arkadaşın!” demişti. Çok doğru. Sezen benim için, Boğaz’ın büyücüsüdür. Evet, çok büyük bir sanatçı, müthiş bir ozan ama onun dışında o bir büyücü. Olağanüstü bir ruh. Doğru, Simone benim yol arkadaşım ama sanatla ilgili benim hep heyecana, flörte ihtiyacım var. Gidip onunla bununla birlikte olmaktan söz etmiyorum. Bir bakış, bir gülüş, tatlı bir iltifat… Buna ihtiyacım var. Flörtsüz yaşayamam.

Son dönemde Sezen’e yapılan saldırılar hakkında ne diyeceksin?
-Instagram’a yazdım. O dokunulmaz bir kadın. Çoğumuz için öyle. Zaten dokunulamadı da. O müthiş şarkıyla, kendisine yapılan saldırılara olağanüstü güzel bir şekilde cevap verdi.

Peki her filminde mutlaka Sezen’in olması? Bu senin için neyin karşılığı…
-O Sezen! Ötesi yok ki! Başka Sezen yok! Benim için bir onur. Kaldı ki ölüyorum ona! Bir gazeteci, “Sürekli filmlerinizde Sezen Aksu’nun müziğini kullanıyorsunuz, kendini tekrarlıyor diyecekler diye çekinmiyor musunuz?” dedi. Güldüm. “Niye çekineyim?” dedim. “Müthiş keyif aldığınız bir yemek vardır… Size mutluluk veren bir içki… Çok sevdiğiniz bir kazak… Ölüp bittiğiniz bir şehir… Vazgeçilmezlerinizdir onlar! Çok yedim, içtim, giydim ya da o şehre gittim diye bütün bu keyiflerinizden vazgeçer misiniz?” Tabii ki hayır! Sezen de benim vazgeçilmezim! Eğer Sezen dinleyip daha iyi roman yazabiliyorsam, daha iyi film çekebiliyorsam… Niye yer vermeyeyim filmlerimde ona?

Bu filmde Sezen’in ağzından “Aldatıldık” şarkısını dinliyoruz. Biz bayılıyoruz da… İtalyanlar ne hissediyor?
-Ölüp bitiyorlar! Müziğini kendilerine çok yakın hissediyorlar. Sezen’e kapris yaparım ben. “Lütfen bir şarkı gönder” derim, “Başka ne istiyorsunuz beyefendi?!” der, “Şunun şurasını değiştir!” derim. O da, “Edepsiz!” der. Güleriz. Aldatıldık’ı istedim bu sefer. “Bekle gönderiyorum” dedi. Kendisi okuyup gönderdi. Venetika’yı yaptım. Onda da Sezen’in bir mırıldanması var. Akılları gidiyor insanların.

Rol seçimleri yine mükemmel. İki erkek de şahane…
-Ama kadın oyuncu, bütün ödülleri götürdü! Şaşırtıcı bir şekilde başrol ödüllerini de…

Hikâye kafanda belirince, rolleri kimin oynayacağını hemen biliyor musun?
-Bir hafta içinde şekilleniyor.

Serra Yılmaz senin için olmazsa olmaz! Özel bir sebebi var mı?
-E çok başarılı bir oyuncu Serra. 6 kere çalıştım. O kadar iyi tanıyoruz ki birbirimizi… Rolü anında alıyor. Ve müthiş başarılı. Serra’yla yola yürüyemezsin İtalya’da. Etrafını sararlar. O kadar seviliyor. Fenomen.

13 FİLM OLDU, 14.’YÜ YAPIYORUM… ÖMRÜMÜN SONUNA KADAR ÜRETMEYİ DÜŞÜNÜYORUM

Senin sinemacılığında bu filmin yeri ne? “Olgunluk filmim” der misin?
-“Olgunluk filmim” demeyelim daha hahaha. “Gençlik filmim” diyeyim. Olgunluk biraz daha ileride olsun.
Bertolucci “Çölde Çay” filminde “Kim bilir daha kaç dolunay kaldı görebileceğimiz…” diye bir hayat muhasebesi yapar. Sen ömrünün geri kalanına kaç film daha sığdırmayı düşünüyorsun? Böyle muhasebeler yapıyor musun?
-Valla, ömrümün sonuna kadar çalışmayı düşünüyorum. Sürekli üretiyorum. Bunu seviyorum da… Sabah kalkıp roman yazıyorum. Sonra senaryoya geçiyorum. Sonra yapacağım operayla ilgili şeylere dalıyorum. Ardından tiyatro oyunuyla ilgili şeyler yapıyorum. Bir de stand-up’a başladım. Hiç durmuyorum. Gitgide çoğaldı yıllar içinde. Halimden memnunum. 13 film oldu, 14’üncüsünü yapıyorum. 81 yaşında bir yönetmen var İtalya’da, geçen sene bir film yaptı, fenomen oldu.

HAYATTA EN ÖNEMLİ ŞEY MUTLU OLMAK!

VENEDİK ÜZERİNE BİRKAÇ DAKİKALIK ŞAHANE FİLM VENETİKA

Bir de Venetika var… Biraz anlatır mısın?
-Madam Butterfly’ı sahneye koyarken, Venedik Bienali’nden aradılar. Venedik Pavyonu’nun başındaki küratör dedi ki, “Dünya çapında 4 heykeltıraşımız var, hepsi müthiş işler yaptı. Yönetmen olarak da sizi istiyoruz. Venedik üzerine 1 dakika ile 5 dakika arasında bir film yapın bize…” “İmkânsız çünkü bambaşka bir işle uğraşıyorum!” dedim. Ama onunla bu konuşmayı yaparken, Venedik isimli bir kadının imgeleri geldi zihnime. Suyun içinde. Onun yüzünü görüyoruz. Bir tarafta da Venedik’in tarihi anlatan görüntüler geçiyor. Öyle zengin bir tarih ki… Öyle muhteşem bir şehir ki… Ne yazık ki kadın, sonunda suya gömülüyor… Tıpkı Venedik’in gömüleceği gibi… Kıramadım onları, çektim o filmi. Çünkü zaten zihnimde çekmiştim. Sonra gittim İtalya’nın en meşhur oyuncularından birinden rica ettim. Sudaki kadını o canlandırdı. Fonda Venedik’in sesleriyle birlikte yine Sezen’in sesi duyuluyor. Valla, olay oldu. Binlerce insan gördü. Şimdi Roma’ya geliyor.

BİR DE STAND-UP’A BAŞLADIM

Peki ya stand-up?
-Corona döneminde, tiyatro sektörü zor durumdaydı. Aklıma böyle bir fikir geldi. “Para da almayacağım” dedim. Hoşlarına gitti. Sonra tiyatrolar açıldı. Deneme yaptık, sevdi insanlar. Çıkıp stand-up’ımı yapıyorum. 1,5 saat sahnede konuşuyorum.

ÇOCUKLUĞUMU, TEYZELERİMİ, İSTANBUL’U ANLATIYORUM. FİLMLER NASIL DOĞUYOR, HAMAM FİLMİ NASIL DOĞDU? CAHİL PERİLER NASIL DOĞDU? BUNLARI ANLATIYORUM

Ne anlatıyorsun?
-Valla, hayatımı anlatıyorum. Çocukluğumu, teyzelerimi, eski İstanbul’u anlatıyorum. Filmler nasıl doğuyor, Hamam filmi nasıl doğdu? Cahil Periler nasıl doğdu? Bunları anlatıyorum. 70’li yılları anlatıyorum. İlişkileri anlatıyorum. 2020’lerle kıyaslıyorum. Yeğenlerimi anlatıyorum. Mutluluk nedir onu anlatıyorum. İnsanların hoşuna gidiyor. İnteraktif bir şey de aynı zamanda, sorular soruyorlar. Seyirciyle birebir temasın verdiği müthiş bir haz var. Oyun, şimdi İtalya’da her tarafta. Ve kapalı gişe. Bütün biletler satılmış durumda. Oyunu izlemeden böyle bir şeye tanıklık etmeyi yaratıcı buluyorlar. Ben de eğleniyorum. Milano istedi, bir gittim, 1300 kişilik bir salon.

SAHNEDE, “SİZİ MUTLU EDEN ŞEYLERİ YAPIN, SİZİ MUTLU EDEN EŞLERİ SEÇİN…” DİYORUM. KIYAMET KOPUYOR SALONDA! AMA GERÇEKTEN DE EN ÖNEMLİ ŞEY BU DEĞİL Mİ?

Sen hep derin ve karamsar olabilecek mevzuları, neşeli bir şekilde anlatıyorsun…
-Filmlerimde de bunu yapıyorum. Ama hayat öyle değil mi zaten? Neşe ve acı birbirine karışan, birbirini tamamlayan duygular. Mesela abim Asaf’tan söz ediyorum stand-up’da. Kapanışı abimle yapıyorum. Diyorum ki, “Bir sabah abim aradı, “Bu sabah Ali ile Naz bana geldiler. Dediler ki, biz internette okuduk, Ferzan Amca’yla Simone Amca gaymiş. Hatta evlenmişler!” Abim diyor ki, “Yok, evlenmediler. Evlilik yok İtalya’da, sadece hukuki bir şey yaptılar. Ama evet birlikteler.” İkizler diyor ki, “Neden bize onların gay olduğunu söylemedin?” Abim diyor ki, “Söylememe ne gerek vardı ki? Gizli bir şey değildi ki…” “Ama işte biz bilmiyorduk. Biri sorduğunda bilmiş olurduk.” Aralarında gayliği tartışıyorlar. Sonra Naz diyor ki abime, “Baba, Ferzan Amca’yla Simone Amca mutlu mu?” Asaf da diyor ki, “Tabii ki mutlular!” Onlar da diyor ki, “Ya biz niye tartışıyoruz, önemli olan onların mutlu olması!” Ben de böyle bitiriyorum stand-up’ı. “Unutmayın! Hayatta en önemli şey mutlu olmak… Sizi mutlu eden şeyleri yapın, sizi mutlu eden eşleri seçin…” Kıyamet kopuyor tabii salonda, bunu söyleyince. Ama gerçekten de en önemli şey bu değil mi?

Yorum Bırak