Aşık Shakespeare Bana ilaç gibi geliyor!

Bugün çok sıkı bi konuğum vaarr; Uraz Kaygılaroğlu…

Seksi, yakışıklı, munzur, haylaz farklı bir aurası ve çekiciliği var Uraz‘ın… Başaralı bi oyuncu. En önemlisi, kendini geliştirmeye, dönüştürmeye açık bir oyuncu. Çok iyi bi baba… Harika bi eski eş… Onu yakalamışken pek çok şey sordumn. Aşık Shakespeare müzikalinden girdik, aile hayatına doğru içsel bir yolculuğa çıktıııkkkk.
.
Uraz’ın ilk sahne deneyimi olan müzikali AŞIK SHAKESPEARE’i, özel hayatında yaşadığı deneyimleri, duygusal yeme bozukluğunu, kilo verme sürecini ve oyunculuğa bakışını konuştuk, uzun bi röportaj oldu. Üç post halinde burada okuyabileceksiniizzz.
.
Aşık Shakespeare’i kaç defa izledim bilmiyorum. Hep o ilk günün heyecanıyla oturdum koltuğa. Sahne ve arkası tüm ekip harika… Uraz ve Nezaket’in (Erden) uyumu, enerjisi inanılmaz. Uraz, Nezaket’in sahnedeki en en en enteresan yetenek olduğunu düşünüyor. Çok doğru! Tiyatro dünyasının ünlüsü Nezaket. Onunla da röportaj yaptım. İlerleyen günlerde buradan okuyabileceksiniz
.
Şimdi lafı fazla uzatmadan Uraz’a bırakıyoruuummmm…

ÇOCUK GİBİ KEYİF ALARAK OYUN OYNAYABİLMENİN GÜZELLİĞİNİ YAŞADIĞIMIZ MÜTHİŞ BİR ATMOSFER!

Uraz tebrikler! Aşık Shakespeare’de hepiniz harikalar yaratıyorsunuz! Muhteşem bir ekip, muhteşem bir çalışma ve sonuç da tam bir görsel şölen… Kaç defa izledim bilmiyorum, her izlediğimde ilk izleyişim gibi heyecanlanıyorum. Hepinize hayran kalıyorum. Sen de William Shakespeare’e yani Will karakterine hayat veriyorsun. Üstelik bu senin ilk tiyatro deneyimin. Nasıl bir yeri var bu müzikalin senin oyunculuk kariyerinde?
-Valla, öncelikle bu kadar çok gelip, takip ettiğin ve bize destek verdiğin için teşekkür ederiz. Dediğin gibi çok emek verildi. Provaları aylarca sürdü. Sahnede ve arkada olağanüstü bir ekip var. Yani herkes işinin ehli. Ama bu profesyonel dünyanın yanı sıra, çok sevgi dolu bir dünya var. Hata da yapabilme lüksümüzün olduğu, çocuk gibi keyif alarak oyun oynayabilmenin güzelliğini yaşadığımız müthiş bir atmosfer. O yüzden bana ilaç gibi geliyor. Bu kadar rahat hareket edebilmemize müsaade edilen bir alan bulduğum için sonuçları da kendi adıma çok tatmin edici.

Tiyatro tarihinin önemli isimlerinden birine hayat vermek seni korkutmadı mı?
-Ne yalan söyleyeyim, başta biraz korkuttu. Ama oyun, birebir Shakespeare’in kendisiyle ilgili bir şey değil. Bir filmden uyarlama. Bu, beni rahatlattı. Dahası, Shakespeare’in gençliğini ve toyluk dönemlerini anlatıyor olma fikri eğlenceli geldi. Filmi de çok severim. Ayrıca, Nezaket, Serdar Hoca ve Beyhan Hoca’nın olması bana çok cesaret verdi. Ekibimizden Ceren Taşçı’yla daha önceden arkadaşlığımız da vardı. Bütün bunlar bana tanıdığım, bildiğim güvenebileceğim bir ekip hissi verdi, çok heyecanlanarak başladım. Öyle de devam ediyor. Çok da iyi gidiyoruz. Müthiş bir ilgi var.

Nezaket’le uyumunuz da muazzam. Hatta sizi sevgili sananlar bile var:)))
– (Gülüyor) Nezaket, benim sahnede izlediğim en en en en en enteresan yetenek! Bir arkadaşımın oyununa gitmiştim. Şimdi’ydi oyunun adı. Ben Melikşah Altuntaş oynuyor diye gitmiştim. Cehaletimi mazur gör, Nezaket’i o dönem tanımıyordum. Orada izlediğimde şok geçirdim. “Bu kız kim, nasıl bu kadar iyi” filan dedim. “Sen asıl onu Dirmit’te izle” dediler. Onu da izledim ve sonra Nezaket’e sonsuz güvenebileceğimi, hatta teslim olabileceğimi çok net anladım. Müthiş bir oyuncu. Ve çok güzel bir ruh Nezaket. Sevgili zannetme meselesine gelince, komikmiş. Nezaket evli ve yine kendisi gibi muhteşem yetenekli bir eşi var…

Senin farklı bir çekiciliğin var. Seksisin ama tatlısın da… Yakışıklısın ama muzur, haylaz, komiksin de… Gözlerini kısarak bakan bir jön değilsin… Sahicisin…
-(Gülüyor) Teşekkür ederim.

Sen ne diyorsun? Yoksa yakışıklılık işleri boş işler mi…
-Yok değil. Görsel bir sanat icra ettiğimiz için mutlaka bir etkisi oluyordur… Ki ben bunu zaten bizzat yaşamış birisiyim. Kiloluluktan bu hâle evrildim. Dolayısıyla bu değişimin seyirci üzerinde nasıl bir etki yarattığını birebir biliyorum. Ama her şeyin, sadece bununla alakalı olmadığının da çok farkındayım. Kendim gibi olduğum zaman, enerjim “muzur” diye tanımladığın şekilde yansıyor olabilir. Zaten o enerjinin de peşinden gitmek, onu başka şeylere yöneltmek ve o yönelttiğim yerlerde, yenilikleri denemek bana heyecan veren kısım…

“ABİ NE YAKIŞIKLIYDI!” YA DA “ÇOK GÜZEL KADINMIŞ!” DİYE ÇIKMIYORUZ BİR FİLMDEN/OYUNDAN. DAHA ÖTESİ BİZİ ETKİLEYEN ŞEY… YETENEK İŞTE ORADA DEVREYE GİRİYOR

İyi bir oyuncu değilsen, “ambalaj” yaya mı kalır?
-“Ambalaj” belki bir süre götürür. Ama bir süre… Sektörün, fiziksel özellikleri ön planda olan oyunculara da ihtiyacı var. Ama gerçekten heyecanlandığımız, bizi yerimizden oynatan şey, yeteneğin de var olduğu oyunculuklar. “O performansı hatırlıyor musun?” dediklerimizin genellikle fiziksel görüntüyle pek alakası olmuyor. “Abi ne yakışıklıydı!” ya da “Çok güzel kadınmış” diye çıkmıyoruz bir filmden/oyundan. Daha ötesi bizi etkileyen şey… Yetenek işte orada devreye giriyor.

Oyunculuk senin için ne ifade ediyor? Ölür müydün oyunculuk yapmazsan…
-Oyuncu bir karakterim zaten. Yani ben Uraz olarak da oyuncu bir tipim. Sokakta gördüğüm birini taklit etmek, duyduğum sesi tekrar yaşatmak, onun üzerinden şakalar yapmak; var oluşumun bir parçası. Ama ölür müydüm bu işi yapmasam? Yooo. Başka bir şey bulurdum. Ama bu kadar mutlu olur muydum emin değilim. Şu an yaptığım iş beni tatmin ediyor.

Peki oyuncu olmasan ne olurdun?
-Aşçı olurdum herhalde. Yemek yapmayı çok seviyorum. Hâlihazırda yemek sektöründe girişimlerim de var, yatırımlarda bulunuyorum. Evde boş günlerimde muhakkak yemek yaparım. Kızım bende kaldığı zamanlar, dışarıda da yemek yeriz ama en az bir öğünü kesinlikle evde yaparız. Tariflere bağlı kalarak yemek yapmaya daha yeni başladım. Ben daha çok, dolabı açıp, “Şu şununla bu bununla iyi gider… Bunu bununla karıştırsam, bunu böyle pişirsem acaba nasıl olur” tarzı, içgüdüsel yemek yapmayı seviyorum. Bıçakla bir şey doğramak, sosun yapılışını beklemek, sosu çektirmek işte ne bileyim karamelize etmek, bir şeyi yakmak, bir şeye ayarını vermek gibi durumlar beni mest ediyor. Hele insanların pişirdiğim yemekleri yedikten sonra, “Mmmmmm mmm, eline sağlık! Bir kaşık daha versene… Bir tane daha alabilir miyim” demesi iyice uçuruyor. Bir insanı güldürmek kadar mutlu ediyor açıkçası. O yüzden aşçı olurdum herhalde. Önümüzdeki yıllar içinde hayata geçirmeyi düşündüğüm bir projem var yemek üzerine. Mesela YouTube’a yemek programı da çekebilirim. Ya da kırsal bir yerde restoran açma fikrim var. Bakalım hayat ne gösterir…

Sen artı 65 kilo halinle de oyunculuk yaptın. O zaman da iyiydin. Peki şimdi fark ne?
-O zaman roller kısıtlı, seçenekler çok az oluyor. Çünkü istesek de istemesek de estetik kaygıların yoğun olduğu bir iş bizimkisi. Hikayede takip ettiği, kendini yerine koyduğu karakterin hoş olmasını istiyor herhalde seyirci. Kilolu olmak da bir eksiklik, bir yanlışlık gibi algılanıyor. Gerçi bugün daha iyi bir durumdayız. Bugün, kilolu insanlar “öteki” olmaktan çıktı, onları eleştirenler “öteki” haline geldi. Bana gelince, öncelikle sağlık anlamında çok rahatladım. En azından merdiven çıkarken, “Kalp krizi geçirir miyim? Düşersem ne kadar yuvarlanırım?” gibi korkularımı atlatmış bulunuyorum. Ayakkabı bile bağlayamıyordum. Yani oyunculukta rol seçeneklerinin yanı sıra, kendimi şu anda çok daha sağlıklı ve dinç hissediyorum. Spor yaptığınızda, kendinize baktığınızda, vücut endorfin ve dopamin salgılıyor. Bu da insanı mutlu ediyor. Yapabileceklerimi göstermek anlamında da iyi bir fırsat oldu kilo verip, metamorfoz geçirmiş olmam…

O kadar kiloyu niye almıştın? Özel bir sebebi var mıydı?
-Duygusal yeme bozukluğuydu benimki. Küçük yaşta babamı kaybettim. Bu durumla baş etmeye çalışırken, böyle bir yol izledim. Yedim yani. Sürekli yedim. Daha sonra bunun üzerine çalışmaya başladım. Ve gördüm ki kilo vermekten başka bir çarem yok. Dostlarımın ve ailemin desteğiyle bu kiloları verdim.

Kilo verince insanların sana bakışı değişti mi?
-Elbette! Bir kere ben değiştim. Çevrem, görüştüğüm insanlar, zevk aldığım şeyler belki aynı… Ama şimdi ekonomik olarak, istediklerimi yapabilmek, gezip görebilmek, istediğim şeyleri deneyimleyebilmek anlamında çok daha özgür bir yerdeyim. Bu özgürlükler de insanın karakterine başka şeyler katıyor. Bu anlamda gelişmiş olabilirim. Düşünce yapısı olarak da değiştim. Daha açık görüşlü biriyim şimdi. Eskiden biraz daha tutucuydum. Şimdi her konuda herkesin fikrini dinleyip, kişisel algılamayan, elimden geldiğince karşımdakini anlamaya çalışan biriyim. Bu anlamda değişiklikler gösterdi hayatım.

İnsanların oyunculuğuna bakış değişti mi?
– Evet. Çünkü fiziksel görüntümde çok büyük bir değişim oldu. Bu da insanların ilgisini çekti. Nasıl yaptığım merak edildi. Ben de anlattım, röportajlar verdim. Ama oyunculuğuma bakışın değişmesi, oynadığım rollerin beğenilmesi üzerine oldu. O da işine verdiğin emekle ilgili. Yıllar geçtikçe ve sen sürekli çalıştıkça, bir rolünü izleyip beğenmiş izleyici, başka bir rolde de seni beğenebiliyor. Farklı farklı rollerde oynamak da güzel oluyor. İnsanlar seni, o sevdiği karakterin ismiyle çağırıyor. “Uraz… Uraz Abi… Uraz evladım” gibi bir duruma dönüşüyor. Mutluyum bu gelişimden ve değişimden. Kısacası, yaptığım işe çok emek vermem sayesinde, oyunculuğuma bakış değişti. Fiziksel özelliklerimin değişmesiyle bir alakası olduğunu sanmıyorum.

AMA BIRAKSAM, KİLO ALIRIM TABİİ Kİ!
HEM GIRTLAĞIMA DÜŞKÜNÜM HEM DE HAMURLU BİR YAPIM VAR

Sen, kendinden yeni bir Uraz mı doğurdun?
-Uraz’ın fazlalıklarını tıraşladım diyelim. Daha ergonomik bir Uraz yarattım. Aerodinamik ve ergonomik!

“Var bende o kapasite… Tekrar kilo alabilirim!” diye korkuyor musun?
-Oraya kadar gelmem ama hem gırtlağıma düşkünüm hem de hamurlu bir yapım var! Yani yediğim zaman kilo alan biriyim. Basit bir matematik aslında: Vücudunun yaktığından, daha fazlasını alırsan bir yerde depolanacaktır. Bu matematiği öğrendiğim için kendimi dengelemeye çalışıyorum. Ama bıraksam, kilo alırım tabii ki. Nitekim geçtiğimiz yıl öyle bir dönemim oldu. Majör bir olay yaşadık ailemizin içerisinde; eski eşim bir trafik kazası geçirdi. O beni çok etkiledi ve bir depresyon dönemim oldu. Kendimi kapattım. Yine duygusal yeme bozukluğuna kendimi verdiğim bir dönem oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar 10 kilo aldım. Ama artık nasıl verebileceğimi ve bununla nasıl baş edeceğimi de bildiğimden, birkaç ayın sonunda hemen 10 kilodan yine kurtuldum!

Bu kilo muhabbetinin temcit pilavı gibi önüne getirilmesi seni rahatsız ediyor mu? Ya da eski fotoğraflarını görmek filan…
-Yok hayır. Tam tersine, bu kadar kilo verebilmiş olmayı, başarı olarak görüyorum. “Kendimi geliştirdiğim bir alan daha” diyorum. Hiçbir şeyin kolay olmadığını, emek vermeden hiçbir şeyin elde edilemeyeceğini, mücadele etmeden kazanılmayacağını bana hatırlatan bir nişane gibi. Bu arada, yanlış anlaşılmasın, kiloluyken de benim çok güzel günlerim oldu. O günler olmasaydı, bugün bu Uraz olamazdım zaten. O yüzden asla rahatsız eden bir mesele değil.

KADIKÖYLÜ OLUNMAZ, KADIKÖYLÜ DOĞULUR!

Kadıköylü olmak senin için ne ifade ediyor?
-Aaaaaa Ayşe Hanım! Öncelikle; Kadıköylü olunmaz Kadıköylü doğulur! Bu, bir yaşam formudur. Kadıköy, İstanbul’un en güzel yeridir. Hayatımdaki tek faşist olduğum yer Kadıköy galiba. Çok seviyorum; aksini iddia edenle tartışmaya giriyorum. Kadıköy’ün güzelliklerini anlatmaya başlıyorum… Kadıköy’ün ne kadar yaşanası bir yer olduğunu, Kadıköy’deki imkanların neler olduğunu, Bağdat Caddesi’nde kesintisiz 6-7 km yürüyebileceğinizi, sahil şeridinin upuzun olduğunu, Kadıköy’den Tuzla’ya kadar denize baka baka gidebileceğiniz gerçeğini, Fenerbahçe Stadı’nın şehrin tam göbeğinde bir nişane gibi durduğunu, köprüyü geçtiğiniz anda stadı görür görmez, eve geldim hissinin, insana verdiği huzuru, sıcaklığı, her tarafından, sahilde oturup, rahatça bira içebilmenin özgürlüğü, gece 12-1’de dolaşırken birisi bana bir şey yapacak mı diye korkmadan yaşamanın verdiği özgürlüğü… Daha nasıl anlatayım Kadıköy’ün ne kadar eşsiz bir yer olduğunu… Galiba bunu ancak yaşayarak öğrenebilir insan! Moda Şifa’da doğup, Kadıköy Moda İlköğretim Okulu’nda okumak, bütün arkadaşlarının, çevrenin burada olması, eskiden yazlık olan bu semtin verdiği kodlarda, yazlık hissinde çocukların, gençlerin, kadınların rahat bir şekilde yürüyüp sosyalleşebildiği bir dünyayı ben size nasıl anlatabilirim? İşte Kadıköy böyle bir yer Ayşe Hanım! Belediye başkanlığına adaylığımı koyduğumu buradan da açıklıyorum! (Gülüyor)

Nasıl bir aile seninki?
-Kalabalık! Teyzeler, büyük teyzeler, dedeler, anneanneler, babaanneler, kuzenler… Yani bayram sofrasında, 17-18 kişi olduğumuzda, ‘’Kim eksik ya bu bayram, boynumuz bükük’’ diye konuştuğumuz bir aile. Sofra sever bir aile… Yemek sever bir aile… Kadınların daha güçlü olduğu, baskın olduğu, karar verici olduğu anaerkil bir aile… O yüzden de neşesi ve şefkati bol bir aile… Kazanların kaynadığı, yemek için mücadele edildiği, ‘’Ben ondan biraz daha yiyeceğim! Hayır, sen ondan çok yedin’’ diye kuzenlerin birbirine girdiği, öğle yemeğinde, ‘’Yarın sabah ne yiyeceğiz’’ diye konuşulduğu bir aile… Kısacası karnımız tokken bile yemek konuştuğumuz ama bir o kadar da kendi içimizde tartıştığımız, kavga ettiğimiz, çok da kahkaha attığımız, herkesin taklit yeteneğinin olduğu bir aile… Kukla gösterileriyle büyüdüm. Pazardaki pazarcıyla bir müşterinin tartışmasının, anneanneler ve büyük teyzelerin akşam evde oynadığı… Dönerken simit alınıp, akşam beşte simit- peynir- çay sohbetinin yapıldığı… Sabah kahvesi içilirken, anneannemle oturup dedikodu yaptığımız… Dedemle Mahmutpaşa’da gezdiğimiz, annemle sürekli olarak didiştiğimiz, sonradan öpüşüp barıştığımız bir aile düzeni. Güzel yani.

ÇOK RENKLİ BİR AİLEM VAR

Güzel ne kelime! Şahaneymiş! Neciler?
-Dedem, Mahmutpaşa’da esnaftı. Çorap makinesi iğnesi satardı. Yani dedem tek. Dedem ölünce, bu meslek bitecek herhalde. Bu arada dedem 96 yaşında ve asla ölmüyor! Hani başkasının hakkını da yemek üzere, hayatta kalmaya devam ediyor. Şaka tabii! Allah uzun ömürler versin, çok iyi bir adamdır. Annem, restoran işletmecilikleri yaptı, kendi restoranı oldu, bir yaşa kadar ev hanımıydı sonradan çalışmaya başladı. Anneannem ev hanımıdır, teyzem de öyle. Kuzenim bankacıdır, diğer kuzenim oganizasyon ve reklam işleri yapar. Bir başka kuzenim ne iş olsa yapar, maaşı yatsın sigortası ödensin yeter. Baba tarafım, demir işleri yapardı. İnşaat demiri üretirlerdi.

BABAMDAN ÖĞRENDİĞİM EN ÖNEMLİ ŞEY EMNİYET KEMERİ TAKILMASININ NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞU. ÇÜNKÜ TRAFİK KAZASINDA VEFAT ETTİ BEN KÜÇÜKKEN

Annen öğrendiğin en önemli şey… Babandan öğrendiğin en önemli şey…
-Annem kuralları olan bir kadındır. Disiplini sever. Efendime söyleyeyim, titizliği sever. Çok iyi yemek yapar. Bu gibi özelliklerimi biraz ondan aldığımı söyleyebilirim. Babamdan öğrendiğim en önemli şey ise emniyet kemeri takılmasının ne kadar önemli olduğu. Çünkü kendisi trafik kazasında vefat etti ben küçükken! (Gülüyor) Şaka yapıyorum tabii ki! Ben çok küçüktüm vefat ettiğinde. Anlatılan hikayelerde; paylaşmayı sevdiği, bonkör olduğu, iş bitirici olduğu, sorun çözücü olduğuna dair çok şey dinledim. Bu gibi yönlerimi açıkçası biraz ondan aldığımı düşünüyorum. Ama emniyet kemeri de gerçekten önemli!

Kızına öğretmek istediğin en önemli şey…
-Çalışkanlığın önemini. Öğrenmenin, bilmenin, kendine yetmenin değerini… Bir de ilgi alanlarına yönelmesi için gayret ediyorum… Atıyorum; matematikte çok iyi, Türkçe’de biraz daha zayıf mı? O zaman matematiğe yüklenelim. Muhakkak bir sporla bir sanat dalıyla ilgilenmesi, kendine ait hobiler geliştirmesi anlamında yardımcı olmaya çalışıyorum. Annesiyle duygularını konuşabilmesi, açık olması, insanlarla iyi iletişim kurması, başkalarının değerlerine saygı göstermesi konusunda tavsiyelerde bulunuyoruz. Öyle de bir çocuk oldu zaten… Müthiş bir evlat! Çok gurur duyuyorum. Allah nazarlardan saklasın…


Milyonda Bir dizindeki Berke karakteriyle 2008 yılında dizi dünyasına adım attın…
– Aynen öyle! Evde, herkes oyunculuk yapıyordu. Profesyonel oyuncu yoktu ama amatör anlamda herkesin böyle bir tavrı vardı. E bu tavır da insanı şevklendiriyor. “Bana da gülsünler, ben de eğlendireyim” istiyorsun… Bu şekilde gelişti reflekslerim. Ben de aslında kilomu da o halimi, tavrımı da bir enstrüman gibi kullanıp, evde komiklikler, taklitler yapardım. Ailem de oturur beni izler, dinlerdi. Öyle bir aileydi. Ciddiye alırlardı beni. Şarkı söylediğim zaman ananemle teyzem gözyaşlarına boğulurdu. Ben de en acılı şarkıları seçerdim, onları böyle hani o duygudan duyguya geçireyim filan diye… Şakalarım, taklitlerim zaten beni bir şekle evirmişti. Bir de çok sahne gösterisi izlemeye götürdü annem beni; çok çok kez konserler, oyunlar, stand up’lar, tek kişilikler falan izlemişimdir. O yüzden böyle bir iş yapmak istediğime emindim. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde bir tiyatro kursuna da gönderdiler beni. “Konservatuvar yaşın gelmeden önce bir bak bakalım senin için bir heves mi yoksa değil mi?” gibi. Orada güzel vakit geçirdim, tatlı bir kurstu eğlendim ama herhalde ciddiyetinin farkına vardıramamışım. Çünkü annem, konservatuara sıcak bakmadı. “Bunu bir hobi olarak yaparsın istiyorsan” dedi, sanki böyle bir hobi olabilirmiş gibi! Ben de “Peki” filan dedim. Açıkçası o zamanlar, bu tutkunun peşinden gidebilecek kadar cesur hissetmedim kendimi. Garanti bir mesleğimin olması, koşullarım gereği daha uygun geldi. Fakat üniversitede okurken, Müjdat Gezen’deki eğitim sırasında gelen bir ajans kaydımızı almıştı, onlar temas kurdular, birkaç reklam görüşmesine gittim geldim. Sonunda o bahsettiğin, “Milyonda Bir” dizisine seçildim. Bir daha da o işleri bırakmadım! Reklamcılığı da bitirip, diplomayı anneme hediye ettim!

ÖNEMLİ OLAN ÜNLÜ OLMAK, İŞİNİ İYİ YAPMAK DEĞİL! İŞİNDEKİ BAŞARI

Sonrasında pek çok dizi ve filmde rol alıyorsun. Yarışma ve TV programı sunuculuğu yapıyorsun. Pek çok reklam filminde rol alıyorsun… Ünlü olmak, popüler olmak senin için ne kadar önemli?
-İlk başladığım yıllarda çok önemliydi. Yaptığım şey görülüyor mu? izleniyor mu? beğeniliyor mu? gibi endişeler ve arzular içerisindeydim. Hatta, o ilk dizide oynadıktan sonra, sokakta yürürken insanların gözünün içine bakıyordum ‘’Beni tanıyorlar mı acaba? Bir şey söyleyecekler mi? Takdir edecekler mi beni’’ falan diye. Sonra zaman içinde, yaptığım işler arttıkça ve kendime güvenim geldikçe, “Yaptığım şeyi ben beğendim mi? İyi oldu mu? İçime sindi mi? Yeteri kadar çalışıp güzel, farklı bir şey ortaya koyabildim mi?” gibi endişelerim olmaya başladı. İşinizi iyi yaptığınız sürece, şöhret, her ne iş yaparsanız yapın, sizi bulur zaten. Çok iyi bir fırınsanız, o mahallede çok meşhursunuzdur. Bir yan mahalleden bile gelip sizden ekmek alırlar. Önemli olan ünlü olmak, şöhretli olmak değil, işindeki başarı. Bunu anladıktan sonra, işler benim için daha da kolay oldu.

Gelelim şöhretli olmanın zorluklarına…

-Bazen kimse beni tanımasa, ilişmese gibi hissettiğiniz günler oluyor. Ama işte o günlerde de fotoğraflamak, konuşmak, bir şeyler anlatmak durumda kalıyorsunuz… Çünkü sizi sevenler, izleyicileriniz; sizi gördüklerinde, hep o ekranda, o galada, o röportajdaki neşeli halinizi talep ediyorlar haklı olarak. Hafızalarında o resmi tutuyorlar, muhtemelen de sizi öyle görmek istiyorlar. Ama aksi gibi siz de o gün çok depro’sunuz, depresyondasınız yani, ruh haliniz uygun değil, o gün onu istemiyorsunuz… Sadece Uraz olmak istediğim bir gün; oradaki o karşılaşmada onu mu kırayım, kendimi mi zorlayayım? Bu ikilemde kalmak çok zor. Başka da bir zor bir yanı yok.

BOŞANMIŞ OLSAK DA KIZIMIZ ADA, AİLE OLMANIN NE DEMEK OLDUĞUNU BİLİYOR… YILDA BİR KEZ TATİL YAPARIZ BİRLİKTE. GEZERİZ, TOZARIZ. HER GÜN HABERDAR OLURUZ BİRBİRİMİZDEN

2014’te Melis İşiten’le evleniyorsun. Dünyalar tatlısı kızınız Ada doğuyor. 2019’da boşanıyorsunuz. Zor olan boşandıktan sonra, anne-baba olmayı sürdürebilmek, hayat arkadaşlığına ayrı evlerde devam edebilmek… Siz bunu başarıyor gibi duruyorsunuz. Kolay mı oldu, zor mu?
-Şimdi kolay ama boşanırken zordu tabii ki. Ama ikimiz de bu konuda çok özverili davrandık. Şu anda da mutlu bir hayatımız var. Yılda bir kez tatil yaparız birlikte. Gezeriz, tozarız. Her gün haberdar oluruz birbirimizden. Ada özelinde konuşuruz. Kendimizle ilgili de kafamıza bir şey takıldığında, birbirimize güvenen insanlar olarak fikir alışverişi yaparız. “Ya böyle hissettim ama… Sen ne diyorsun? Şöyle bir şey yapacağım’’ Hâlâ bu konular bizim gündemimizdedir. Bu da insanı, güçlü ve zengin kılıyor. Bu şekilde çocuğumuz da aile olmanın ne demek olduğunu biliyor, önemli olan da bu zaten.

Ada, sana aşık mı?
-İnşallah öyledir çünkü ben ona çok aşığım!

Birlikte yapmaktan en hoşlandığınız şey…
-Çok film izleriz birlikte. Animasyon izleriz, çocuklara uygun filmler seçmeye çalışırım. Biraz orada Tom Hanks’e yaslanıyorum; onun filmleri çok tatlı oluyor, hep ailece izlenebilecek filmleri var, onları izliyoruz. Gerçi Castaway’de (Yeni Hayat) bir şok yaşadık. Orada adada yalnız kalan bir adamın mücadelesinde biraz endişelendi Ada. Bir de çok küçük yaşta “Evde Tek Başına”yı izletmiştim. Orada da bir hatam oldu. Çünkü, ‘’Evimizin alarmı var mı? Bekçi var mı? Hırsız nasıl giriyor?’’ gibi sorularıyla bir dönem epey bunalttı beni:)) Haklıydı da… Mutlaka yemeğe gideriz, yeni yemekler deneriz. Ada neredeyse tüm mutfakları dener. Sevmediği şeyi bir daha yedirtmeyiz ama ben ona bir şey denemeden, tadını bilmeden hayır dememesi gerektiği konusunda biraz ısrarcıyım, o da sağ olsun bu konuda bana uyum sağlıyor. Bir de yemek pişirmeyi severiz. Gerçi eskiden daha çok dahil oluyordu. Bu aralar ‘’Köfte kaçta hazır olur’’ gibi sorular soruyor. Beni iyice aşçı belledi! Olsun önemli değil, büyüyünce yemek yapacağını düşünüyorum. Çünkü ben de annemi, babaannemi, anneannemi izleye izleye yemek yapmaya başladım.

Hayatta senin için en önemli şey nedir?
-Zor bir soru. Sevdiklerimle mutlu, huzurlu bir yaşam galiba. En karanlık günümün akşamında, yanlarına uğradığımda nefes aldığımı hissediyorum. Her şeyden uzaklaştığımı hissediyorum. Bu da beni ertesi sabaha, tekrar mücadeleye başlarken güçlü kılıyor. Bizim mesleğimiz dışarıdan bakıldığında çok ferah, feza gözüküyor olabilir. Herhalde ekonomik yanları böyle düşündürüyor ama gerçekten zorlu bir süreç. Çalışma saatleri sebebiyle hem fiziksel hem mental bir yorgunluğu var işimizin. O yüzden de örneğin bir dizide oynuyorsanız eğer, haftanın 5-6 günü başka hiçbir işiniz olamıyor, yani hiç boş anınız olamıyor. Normalde 9-5 çalıştığınız bir işiniz olsa, mesainiz bittikten sonra en azından bir yürüyüş yapmak, bir hava almak, sevdiğin bir arkadaşını görüp, bir kahve içmek olası bir durumken, biz 12 saat çalıştığımız için gecenin bir yarısı oluyor. Sabah kalktığınız saat belli değil, tatil, bayram gibi bir durum yok. O yüzden de benim için en önemli şey, sevdiklerimle geçirebildiğim huzurlu vaktim.

Nasıl insanlarla asla çalışamazsın?
-Tembel insanlarla, kaprisli insanlarla… Ama yine de “Asla çalışmam!” demem, onları oyuna çekmek, dahil etmek için el uzatırım, mücadele ederim, “Hadi” derim, “Birlikte yapalım” ama olmuyorsa, diyalogla ve iletişimle de bir yere varamıyorsam, kendi işimi yapmaya devam ederim.

Nasıl rolleri asla kabul etmezsin?
-Her rolü kabul ederim. Eğer beni heyecanlandırıyorsa oynamak istiyorsam ne oynadığımın bir önemi yok…

Ya sen, dans da edebiliyorsun! Bu oyuncu denilen arkadaşlar, her şeyi yapabilir mi? Gerçi Tom Cruise gibi oradan oraya atlayamazsın di mi? :)))

-Tom Cruise gibi oradan oraya atlar mıyım? Emin değilim! Ya niye bu riski alıyorsun Tom Abi? Bilemiyorum, insanlar korku içinde, sen bir yerden düşecek misin bugün? Yoksa paraşütün mü açılmayacak? gerginliği yaşıyorlar. Benim bunu yapasım pek yok… Dans edebiliyor muyum? Bilemiyorum. Çok çalıştırdılar bizi, dans edebiliyor gibi göründüysem Beyhan Murphy ve ekibinin sayesindedir. Her şeyi yapmaya çalışıyorum. Bu mesleğin en güzel yanı bu bence. Mesela padişahı ya da yeniçeriyi oynuyorsanız, at binmeyi kılıç kullanmayı öğreniyorsunuz. Şef oynuyorsanız bıçak nasıl tutulur, nasıl yemek yapılır öğreniyorsunuz. Kısacası bir sürü mesleğin tadına bakabileceğiniz bir şey olması açısından oyunculuğu çok eğlenceli buluyorum.

Nilperi Şahinkaya’yla bir çift arasındaki ilişkiyi anlatan kısa kısa skeç gibi bölümlerden oluşan diziniz çok sevildi…
-Evet “Aynen Aynen” çok sevildi! Biz de çok keyif aldık, çok eğlendik.

Kadınları çözmüş bir adam mısın sen?
-Yok yahu! Olsa, olsa annemi çözdüm diyebilirim. Ama bir erkek çocuğu için bence çok önemli bir şey. İlk aşkın, ilk kadın deneyimin olan annenle ilişkini toparladığın, onu anladığın, onun da seni anladığı bir yerde, bence sorunlar daha rahatça çözülüyor. Tüm kadınları değil ama sevgili anneciğimle olan ilişkimi toparlamış ve düzeltmiş olmak beni diğer kadınlar anlamında çok rahatlattı diyebilirim.

CEM YILMAZ MÜTHİŞ BİRİ, MÜTHİŞ BİR SANATÇI

Cem Yılmaz’ın Kara Komik Filmler’inde de rol aldın. Yine Cem Yılmaz’ın Erşan Kuneri’sinde de vardın. Ezgi Mola, Merve Dizdar, Nilperi Şahinkaya, Zafer Algöz gibi isimlerle. Cem Yılmaz, okul gibi bir şey mi bir oyuncu için?
-Kesinlikle öyle! Cem Yılmaz müthiş biri. Müthiş bir sanatçı. Bir de çok yönlü bir insan. Hem yazabilen hem oynayabilen hem müziğini yapabilen… İyi bir hikaye anlatıcısı olmasının yanı sıra, bir sürü anlamda da çok kendini geliştirmiş biri.. Ve mesleğindeki başarısı, azmi, çalışkanlığı, titizliği, detaycılığı insana çok güzel örnek oluyor. Ben de bu anlamda kendimi ona çok yakın hissediyorum. O yüzden onun etrafında olmak, onunla beraber çalışmak, ondan bir şey öğrenmek beni çok heyecanlandırıyor.

Cem Yılmaz’dan öğrendiğin en önemli şeyler…
-Cem Hoca, öğretmen edasıyla “Böyle yapacaksınız, şöyle yapacaksınız!” diyen biri değil. Onun sadece yanında olmak bile insana çok şey öğretiyor. Paylaşmayı da seven biri. Diğer isimlere gelirsek, onların hepsi birer yıldız. O ekibin içinde olmak benim için çok kıymetliydi. Onlarla Türkiye’nin dijital platformlarda, tüm zamanlarda en çok izlenmiş işini birlikte yapmış olmak onur ve gurur verici. Cem Hoca, çok iyi bir karakter yazarı aynı zamanda. Yazdığı karakterlerle oyuncunun birleştiği yerleri iyi tahayyül eden; kime ne yazacağını, kiminle oynarsa daha başarılı olabileceğini öngörebilen; soran, istişare eden ve yazdığı filmlerde, dizilerde kendisinin dışındakilere de bonkörce rol yazabilen bir kalem. O yüzden, öyle bir şölenin içerisinde, öyle dünyalar yaratıldı ki; kostümlerinden sanatına, dekorundan makyajına kadar çok çok özel bir işti. Hayatım boyunca, çalışma öncesi hazırlık sürecini, çalışma anını, yayınlandığı zamanki coşku ve duygularımı tekrar yaşar mıyım? Nasıl yaşarım? nasıl bir araya gelir öyle bir şey? Bilemiyorum. Öyle özel bir şeydi yani benim için.

Kadıköy’de komedi kulübünüz devam ediyor… Oranın yeri ne oyunculuk kariyerinde…
-‘’EKİŞ’’ adında çocukluk arkadaşlarımızla kurduğumuz bir kulüp. Benim için çok değerli. Stand-up geceleri düzenliyoruz. Her hafta cumartesi, profesyonel olarak komedyenlik yapmayan 4-5 sanatçı arkadaşımızın sahneye çıkıp, 15-20 dakika şakalarını, setlerini denediği bir etkinliğimiz var. Herkes kendi kalıbının dışına çıkıp bir şey deniyor. Bu da tabii ki çok besleyici oluyor. Bizi düşündüren komik bulduğumuz şeyleri paylaşıyoruz. Mutlu oluyoruz, deşarj oluyoruz. Orası bir kafa boşaltma yeri gibi. Kafama takılan her şeyi anlatıyorum. Açıkçası benim için Twitter kullanmak gibi bir şey orası. İşin güzel yanı lince maruz kalmayacağın 100 kişinin seni izleyip, dinlediği ve gittiği bir yer, çok hoşuma gidiyor. Cem Abi de bu konuda beni çok destekledi. Endişelerimi, korkularımı anlattığımda bana, ‘’Ya sen iyi bir anlatıcısın deneyebilirsin bence, keyfine bak tadını çıkar’’ demişti. Ben de diğer arkadaşlarıma bunları söyledim. Şu anda benimle beraber orada sahneye çıkan komedyen olmayan 10-12 kişi var. Hepsi de birbirinden başarılı oyuncular, sanatçılar. Şu anda stand-up yapıyorlar. Aralarında müzisyenler, oyuncular, yazarlar, yönetmenler var ve kalkıp bunu deniyorlar. Bu riski almak öyle her herkesin yapmak isteyeceği bir durum değil, çünkü anlattığınız şeyde çok yalnızsınız, stand-up böyle bir şey. Filmde, dizide; senaryo, yönetmen, bir oyuncu-partner veya bir başkası gibi destekleyici çok unsur var. Hatalarınızı örtmek için yardım eden birimler var. Burada öyle bir birim yok. Burada kendi yazdığınızı, tek başınıza bir mikrofonla çıkıp anlatıyorsunuz. Ve oluyor ya da olmuyor. Bu mücadeleyi vermek de hoşuma gidiyor. Arkadaşlarımın bu mücadeleyi vermesi ve başarılı olmaları da çok hoşuma gidiyor. Böyle bir yeri, kendi çocukluk arkadaşlarımla açıp işletiyor olmak da ayrı bir haz veriyor.


Oje sürdüğün, İskoçya eteğiyle post paylaştığın için “gençlere kötü örnek oluyorsun” diye saçma tepkiler almıştın bir dönem. Umursamadın, ara ara yine oje sürüyorsun… İçinde zeka olmayan yorumları iplemez misin?
-İplememeyi öğrendim diyelim. Ama ilk başta öyle değildi. Acı verdi, üzüldüm, kırıldım. Bir de ben, hakikaten insanların farklılıklarına saygı gösteren biriyim. Fakat öyle sert şeyler duydum ki, “Ya ben bunları hak edecek ne yapmış olabilirim?” diye düşündüm. Sadece oje sürdüğüm için maruz kaldığım şey, beni ilk başta çok yaraladı. Bunun benimle alakalı olmadığını idrak etmem biraz süre aldı. O açıklamayı yapmak, kendime duyduğum saygı için gerekliydi. İyi ki de yapmışım…

Boşanma postunu da okudum. Ünlülüğün en zor taraflarından biri sürekli açıklama yapmak durumunda kalmak mı?

-Yok hayır. Melis’le sosyal medyada takip edilen, sevilen bir çifttik. Çocuğumuz doğduğunda bir ilgi olmuştu. Tek tek herkesin, ‘’Yani nasıl oldu? Ne oldu? Niye bitti? Neden boşandınız?” sorularına yanıt vermekle uğraşmak istemedim. Bu şekilde toplu bir açıklamayı Instagram’a bırakmak, kafalardaki soru işaretini gideriyor. Yoksa her habere, cevap vermek gibi bir derdim yok. Ben, Instagram’ımı biraz öyle kullanıyorum. Yaşadığım ve hissettiğim şeylerle ilgili, tarihe kendim için bıraktığım, eski usul jelatinli fotoğraf albümleri gibi bir şey benim için. Eskiden fotoğrafların arkasına yazdığımız notlar gibi altına notlar düşüyorum… O günlerde ne hissetmişim, ne yaşamışım, hangi yoldan geçmişim… Dönüp baktığımda hem benim hem de kızım için bir hatıra defteri gibi tutuyorum…

Yorum Bırak