Ali Canip Olgunlu’nun yeni kitabı çıktı: Dinle Aşk Yolcusu!

SİZİ baştan uyarayım da…
Ali Canip Olgunlu’nun yeni kitabı “DİNLE Aşk yolcusu!” dün çıktı. Tasavvufa ilginiz varsa şiddetle tavsiye ederim. Çünkü birkaç güne kalmaz biter! Önceki kitapları da öyle oldu çünkü. “Yedi Tepe Anadolu”, “Anatanrıça’dan Mevlânâ”ya bulunamaz oldu…
Daha neler İkinci eş sitesi bile açtılar
Mimar Sinan Üniversitesi mezunu bir Türkolog Ali Canip Olgunlu. Kitap yazıyor, rehberlik yapıyor, Dinler Tarihi ve Mesnevi’yi anlatan seminerler veriyor.
Bir modern zamanlar dervişi o. Böyle lafları sevmez ama nasıl tarif edeceğimi bilemedim. O bir sufi, ama bunu da söylemez. Çünkü ona göre gerçek sufiler ortalıkta “Ben sufiyim!” diye dolaşmaz.
Ali Canip Olgunlu, 30 yıldır karış karış Anadolu’yu dolaşıyor. Ben hayatımda bu topraklara bu kadar aşkla bağlı başka kimseyi görmedim. Mitoloji, arkeoloji, sanat tarihi, tasavvuf… Sonsuza kadar anlatabilir… Anlatırken de kendinde geçiyor, sanki transta gibi oluyor…
Bilgisine, derinliğine, tutkusuna hayran olmamak mümkün değil. Bize, bizi anlatan biri o. Yaklaşık 30 yıldır Anadolu’nun her yerini bize tanıtmaya çalışırken, temel amaç da kültürel mirasımızı korumak…
Onu dinleyince, üzerimizde ne kadar çok ve farklı medeniyetin etkisi olduğunu anlıyoruz. Ona göre Homeros da biziz, Herodot da, Yunus da, Mevlânâ da…
Bu kitap da Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin ilk 18 beyitini anlatıyor. Soracak çok soru vardı, tabii ki röportajın tamamı buraya sığmadı, devamı com.tr’de köşemde…

– Tebrikler bir kitap daha! Müthiş üretkensiniz…
Teşekkür ederim. Anadolu kültür tarihine olan sorumluluğum gereği kendimi yazmak zorunda hissediyorum. Bazen bir köyde, bazen dağların eteklerinde, bazen de bir nehir kıyısında yazıyorum…

– Siz hep bir yerlerdesiniz. Anadolu’yu karış karış geziyorsunuz ve hatta farklı yerlerde yaşıyorsunuz. Nedir bu Anadolu aşkının kaynağı?
Yeryüzündeki uygarlıklar tarihinin en derin coğrafyası Anadolu! Hiç tartışmasız. 10 bin yıllık bir kültürel derinliğe sahip. Biz derinlere inerken, Halikarnas Balıkçısı’nın “merhaba”sıyla Anadolu’yu tanırız, tasavvufi anlamda yükseklere çıkarken de Hz. Mevlânâ’nın “aşk” kavramıyla özgürleşiriz…

– Vay, vay, vay…
Ama doğru. Anadolu’nun en köklü sembolü olan çift başlı kartala öykünürüz. Çünkü güneş, Anadolu’da doğar, ay Anadolu’da yükselir, deniz de Anadolu’da coşar! Anadolu’yu bu kadar çok sevmemizin en temel sebebi ise, “merhaba”ya dair ve “aşk”a yönelik “her şey”i, “bir şey”e indirgeme çabamızdır…

– Yeni kitap “Dinle–Aşk yolcusu”, Mesnevi’nin ilk onsekiz beytini açıklayan bir kitap. Neden ilk 18 beyit?
Çünkü Hz. Mevlânâ, bütün Mesnevi’sini ilk 18 beyitte özetlemiş. İlk 18 beytin tamamı ilk beyitte, ilk beytin tamamı da ilk kelimede saklı!

– Nedir o ilk kelime?
‘Bişnev’. Manası ‘Dinle’… Yani anla… Anladıktan sonra da anlamlandır. 18 beyit Mesnevi’nin özeti olduğu için, ben de bu kitapta bu ilk 18 beyte yöneldim.

– Mevlânâ ve onun felsefesi, dünyada da büyük ilgi görüyor. Rumi filmi yapılıyor. Hindistan’da çok popüler… Aradan geçen 800 yıla rağmen Mevlânâ ve onun felsefesi nasıl hâlâ güncelliğini koruyor? Bunun sırrı nedir?
Hz. Mevlânâ, kişiyle Yaradan arasında aracısız bağ kurmamızı sağladığı için bu kadar güncel. Çünkü Yaradan der ki, “Ey kulum! Eğer benimleysen ve hiç kimseyle değilsen, sen zaten herkeslesin!” Yani Hz. Mevlânâ, kainatta görünen her şeye gönül gözüyle bakmış, can kulağıyla dinlemiştir. Irksal ayrıştırmaları, mezhepsel farklılıkları hep teferruat olarak görmüştür. İnsanoğlu ne kadar çok Yaradan’a yaklaşırsa, o kadar çok ağzından tüm insanoğlu için birlik sözleri çıkar. Bu nedenle Mevlânâ; tevazu, cömertlik, hoşgörü ve saygı kavramlarını önce bildi sonra tüm bildiklerini toplumun her alanında, herkesle yaşayarak paylaştı. Ve bize “aşk”la aktardı. Sırrı, şu sözde: “Söz, kulağa göredir!” Yani Hz. Mevlânâ, herkesin anlayabileceği şekilde düşüncelerini ifade etti ve o sayede herkese ulaştı…

‘BEN’ YERİNE ‘BİZ’ DİYEBİLMEK

– Siz Mesnevi üzerine dersler de veriyorsunuz. Bu derslerde ne anlatıyorsunuz?
Derslerde anlatmıyorum, dinliyorum. Çünkü kişiyi konuşturan, karşısında kendisini dinleyen kulaklardır. Derslerde “insan” ile “insanı kâmil” arasındaki farkı dinliyorum. İnsan, kendini bilmeli, sonra kendini görmeli. Akabinde de kendisi olmaya çalışmalı. “Ben” yerine “biz” diyebilmeyi anlatıyorum. Çünkü insanoğlu günümüzde ne “ben” demeyi biliyor ne de “biz” demeyi! Tasavvuf insana “ben” yerine “sen” demeyi öğretir ve “biz” kavramını da kainattaki herkesi kapsayacak şekilde kullanır. Derslerde yaptığımız, başta kendimiz olmak kaydıyla, her an noksan sıfatlarımızla yüz yüze gelerek, onları düzeltme çabası içerisinde yapılan paylaşımlar, sohbetler bizimki. Bu sohbetlerde gerek ben, gerekse dinleyciler mucizeler gerçekleştiririz. Çünkü insan kendinde beğenmediği bir tarafını düzelttiği an, bir mucize gerçekleştirmiş olur…

MEVLÂNÂ MESNEVİ’Yİ YAZMADI SÖYLEDİ

– Mesnevi, sıradan bir okur için, birbirinin içine geçmiş mesellerden, hikâyelerden oluşuyor gibi görünen bir metin. Bazen bir aslan, kurt ve tilkiyle arkadaş oluyor. Bazen bir bakkal ve papağanının hikâyesi anlatılıyor. Bazen âşık bir padişahın aşk için yaptıklarını okuyoruz. Bu hikâyelerin özü bize neyi söylüyor?
Mesnevi, tertipsizliğin içinde bir tertip ile söylenmiştir. Ama Mesnevi okunmaz, dinlenir. Çünkü Hz. Mevlânâ Mesnevi’yi yazmadı, Mesnevi’yi söyledi. Söylenen söz de dinlenir. Yeteri kadar okuma-yazma ve anlama imkânı bulamayan bir toplumun çoğunluğuna hitap ediyor, o yüzden de hikâyelerden oluşuyor. Bir sufi için önemli olan anlatmaktan ziyade anlaşılabilir olmak. Mevlânâ, halkın büyük bir çoğunluğunu Yaradan’a yaklaştırabilmek için sözlerini hikâyeler aracılığıyla aktarıyor. O hikâyelerin özü de halka karşı duyduğu sorumluluk duygusu…

ŞEBİ ARUS KAVUŞMAKTIR

– Aralık, Şebi Arus zamanı. Nedir tam olarak Şebi Arus?
Şebi Arus kavuşmaktır. Hz. Mevlânâ, ölüm gününe “düğün gecem” adını vermiştir. Bizler Yaradan’dan geldik, bu dünyada bir beden ile buluştuk. Vakti zamanı gelince de bu bedenden ayrılıp yeniden Yaradan’a kavuşacağız. İşte bu kavuşma anını Mevlânâ, “düğün” olarak algılıyor…

– Ruh, anavatanına yeniden dönüyor yani…
Evet. Bedenimiz de topraktan geldi, toprağa gidiyor. Aslında, bedenin de ana vatanı toprak. O yüzden beden de ölmez. Ruh da tıpkı beden gibi haydan geldi, yani Yaradan’dan, ‘Hû’ya gidecek, yani Allah’a… Ve bu bir ölüm değildir. Nereden geldiğini hatırlayan âşıklar için bu, bir vuslat, yani kavuşmadır…

BEN SUFİYİM DEMEYENE SUFİ DENİR!

– Sufi olmak için bir mağarada inzivaya mı çekilmek lazım?
Hayır. Bunu mistikler yapar. Mistisizm hayattan kopar. Sufizm ise her daim hayatın içine dalar. Hayattan kopma pahasına elde edilebilecek olan bir değer, sufinin gözünde değer değildir. Sufi, hangi çağda yaşıyorsa yaşasın, o çağının bütün ilimleriyle yol alır. Yani önce “bilmek” durumundadır. Sonra bildiğini anlama aşamasına geçer. Bu da arifliktir.

– İyi de tam olarak kimdir sufi?
“Ben” yerine “sen” demeyi önce öğrenen, sonra da hal ve hareketleriyle toplum içerisindeki herkese gösteren kişidir. Almaktan ziyade verme derdinde olan kişidir. Kendisini dinleyenlere yük yüklemeyen, aksine onların yükünü çekmeye talip olan kişidir. Yaradan’ın varlığı karşısında kendini yok sayan kişidir. En önemlisi de sufi, “Ben sufiyim, ben dervişim!” demeyen kişidir!

İNSAN VE İNSANI KAMİLLER

– Mesnevi rehberliğinde anlatır mısınız, insan dünyaya neyi öğrenmek, deneyimlemek için gelir?
İnsanın ruhu, bu dünyada bedenle birleşince, doğum gerçekleşir. Doğumla birlikte başlayan yaşam sürecinde, insan Yaradan’a dönmeli, yani hatırlamalı, akabinde de etrafında gördüğü her şey aracılığıyla Yaradan’a yönelmeli… Yaradan’a yönelemeyenler insandır. Yönelebilenler ise insanı kamillerdir. İnsanın, yeryüzüne gönderilmesinin sebebi ise, tek bir varlık olan Yaradan’a kulluk etmesidir. Gelmiş olduğu yerin tüm tecellilerini görerek, yani Yaradan’ın yansımalarını seyrederek, Yaradan’ın muhteşemliğini bu dünyada da tasdik eden kişidir.

ALLAH DERDİNİ ARTIRSIN!

Âşıklar dertlidirler. Onların derdi, anavatandan yani Yaradan’dan ayrı kalmış olmaktır. Sufiler birbirlerine, “Allah derdini artırsın!” der. Her artan dert, eşanlamda yaşarken, Yaradan’a bir adım daha yaklaşma anlamına gelir. Anlamlı olanı anlamlandırma zaman diliminin adı da “an”dır. Sufi dilinde, “anda kal” demek bir sarhoşluktur. Çünkü sufi, etrafında gördüğü her şeyi “aşk” olarak isimlendirir ve görür. Böylece aşk şarabından kana kana içer. Bu, öyle bir aşk sarhoşluğudur ki, âşık uyanmak istemez!

Yorum Bırak