Aileni koru,sevdiklerini koru!!!

Duyduk duymadık demeyin, bugünkü konuğum, ‘Çukur’un senaristi Gökhan Horzum. Biliyorsunuz, ‘Çukur’ bi vaka. Deli gibi izlenen bir dizi. Fenomenleri var. İşte dizini senaristini Horzum’u yakaladım, sordum. Kendi hikayesini de Çukur’un hikayesini de anlattı. Bu arada, son dönemde bi de Çukur’u anlatan bi kitap (Çukur-Yamaç’ın Dönüşü) yazdı. Anında baskı üzerine baskı yaptı. Manyak meraklıları var.

Gülünce gözleri kayboluyor, Horzum’un. Sevecen ve alçakgönüllü. O, bir ‘Karşı çocuğu!’ Hayatını, Anadolu yakasında kurmuş. Eşi de kendisi gibi senarist. Yavuz Turgul ekolünden olduğunu söylüyor. İşine ve eşine aşık, çok esaslı bir kişilik… Gerisini kendi ağzından dinleyin…

“Çukur” sence niye fenomen?
-Fenomenliğini bilmem ama insanların neyi sevdiğini az çok biliyorum.

Neyi seviyorlar?
-“Aileyi koru, sevdiklerini koru!” Kendimizi tehdit altında hissediyoruz. Bunun için de bir ülkenin bize savaş açması filan gerekmiyor. Bu ülke, 1923’de kuruldu. Kentli nüfus, köylü nüfusu ilk kez 1985’de geçti. 2000’lerden itibaren müthiş bir hızlanma söz konusu. TUİK verilerine göre, şu anda Türkiye nüfusunun yüzde 92’si il ve ilçe merkezlerinde yaşıyor. Kent hayatı, kendi gerçekliği gereği, geleneksel aileyi tehdit ediyor. Daha küçük evler, çekirdek aileyi bile zorlayan geçim sıkıntısı… Bir kere daha, “Aileyi koru, sevdiklerini koru!”

Güzelmiş! Sen bu verileri inceleyerek mi yazmaya başladın?
-Tabii ki hayır. Ama “Arkadaş! Bu Çukur’u neden bu kadar sevdiler acaba?” diye sorduğumda kendimce bulduğum cevap bu. Her şey, baş döndürücü bir hızla değişiyor Türkiye’de. Bir yandan bu değişime ayak uydurmaya ama bir yandan da kapılıp gitmemek için köklerimize tutunma çalışıyoruz. Çukur’un temelindeki demirler bunlar.

Ama öyle böyle değil… Diziye ölüp bitiyorlar. Resmen müritleri var…
-Çünkü bir kahramanlık hikayesi. Epik bir anlatımı var. Üç-dört bölüm önce Barış Manço’dan “Genç Osman” çaldık bir sahnede mesela. Bu anlatımın içinde hiç sırıtmıyor. “Allah Allah Allah! Viyana ne taraftaydı laaan!” dedirtiyor. İşimin en önemli kurallarından biri seyircinin kahramanla empati kurmasını sağlamak. Benim kahramanlarım yaralı, yaralarından ötürü hata yapan adamlar. Ama günün sonunda, istedikleri aslında bir tek saçlarının okşanması… Tanıdık geldi mi?

HİSSİ-KEYBL-VUKU’YLA YAZIYORUM

Senaryo yazmanın bir matematiği var mı?
-Elbette var. Senaryo nihayetinde teknik bir metin, edebi eser değil. Ama Çukur gibi bir içeriği yazmanın matematiği yok. Kabaca bir plan var, bir duygu, bir ana fikir var. Hem dizinin genel çerçevesini çizen hem de tek tek sezonları belirleyen. Onun dışında genelde beyaz bir sayfa var sadece. O doluyor. Çok sevdiğim bir yanlış söylenişle: “hissikeybılvukuyla.”

Bayıldım hissi-keybıl-vukuyla’ya… Peki, sen böyle bir başarı bekliyor muydun?
-Çukur’un bana verdiği bir sürü dersten biri de bu oldu: “Başarılı olmaya çalışma… Kendin ol!” Eğer hamurunda bir numara varsa ve bunu bütün korkularından, hırslarından arındırıp sunabiliyorsan, zaten bir şekilde karşılığı geliyor. Uzun zamandır senaryo yazıyorum. “Ya beni bıraksalar, ben bambaşka bir şey yazarım aslında!” diye sızlanıp dururken, bir gün ben kendi kendimi bırakmayı başarabildim. Mesele başkaları değil, kendimmişim. Tamam, “Teknik bir metin yazıyoruz” ama senaryo dediğin şey de kendi kendine olmuyor. Bir şekilde beynimizden çıkıp, parmaklarımızdan dökülüyor. Çukur’a kadar hep başkalarının dilinden konuşmaya çalıştım. “Bir kere de kendi dilimden konuşayım!” dedim, “Ne kaybederim ki? En fazla yapım şirketi almaz ya da kanal almaz. Hadi o da aldı diyelim, seyirci almaz. En kötü 4 bölüm yayınlanır, kaldırılır. Ama en azından kendimi ifade etmiş olurum ben!” Böyle başladım. Yazar olarak kendime dürüst olmaktı derdim. O yüzden de böyle bir başarıyı, kesinlikle beklemiyordum. Bana da sürpriz oldu.

HAYATIMI DEĞİŞİTİREN YAVUZ TURGUL OLDU

Bambaşka bir eğitim aldın. Peki, nasıl oldu da senaryo yazarlığına dümeni kırdın?
-(Gülüyor) Uluslararası ilişkiler uzmanıyım ben! Diplomamda öyle yazıyor. Ülkemde, dünyada olup biteni anlayabilmek ve yorumlayabilmek için eşsiz bir altyapı sundu, okulum bana. Zaten uluslararası ilişkiler mezunlarının keskin bir iş tanımları yoktur. İdari Yapımcımız Yamaç Okur da uluslararası ilişkiler mezunu mesela. İkimiz de sinema aşıkları olarak okumuşuz okulu. Ben bitirdiğimde, okuduğum bölümle ilgili bir şey yapamayacağımı biliyordum. Son seneye kadar, sinemayı düşünmeye cesaret edememişim. Son sınıfta “Sinemacılığa ucundan kenarından bulaşabilirim. Neden olmasın ki?” dedim, kendi kendime. Bir gün İstiklal Caddesi’nde dolaşırken bir arkadaşım bir ilan gösterdi. Film Yönetmenleri Derneği’nin sinema kursunun ilanı. Derneğe kayıt olmaya gittim. Öğretmenler Ömer Lütfi Akad, Duygu Sağıroğlu, Memduh Ün filan da…. Neeeee! Ben İzmirliyim. Fuar gelince, gazetelerde çarşaf çarşaf gazino ilanları olurdu ben çocukken. Göl Gazino’sunun kadrosu o zaman neyse Film-Yön’ün öğretmen kadrosu da öyleydi! Bütün efsaneler! Hayranlık verici bir alçak gönüllükle hala yeni sinemacılar yetiştirmeye çalışıyordu, bu insanlar. Benim hayatımı değiştiren de gene bu öğretmenlerden biri olan Yavuz Turgul oldu.

Kendini, Yavuz Turgul ekolünden biri olarak mı tanımlıyorsun?
-Net. Yüzde yüz. Kesin bilgi. Yıllardır benimle birlikte çalışan asistan arkadaşlarıma bir sürü bilgiyi verirken hep şu cümleyle başlarım. “Yavuz Abi’den öğrendiğim ilk şey…” Hem Film-Yön’de hem de sonrasında İkinci Bahar’da asistan olarak çalışırken binlerce şey öğrendim, kendisinden ama hepsi benim için “Yavuz Abi’den öğrendiğim ilk şey”dir!

Ustan o, o zaman…
-Ustam Yavuz Abi, öğretmenim Muharrem Buhara. Senaryo meselesiyle ilgili düşünürken gözümün önüne hep gelen bir görüntü var benim. Roma Lejyon askerleri. Ben çömezim, Muharrem Abi görmüş geçirmiş bir savaşçı. Orduyla birlikte dalıyoruz, Galyalıların arasına. Ben ondan ne gördüysem onu yapıyorum, kese-biçe diğer taraftan çıktığımızda ben de onun kadar olmasa da bir şey biliyorum artık. Karakter, empati, çatışma, baht dönüşü, yok efenim deus ex machina. Bu kodların hiçbirini okulda öğrenmedim ben. Doğrudan iş içinde öğrendim. Hepsi, Muharrem Abi sayesindedir. Öğretmenler Günü’nde arayamadım. Buradan kutlayayım. Uğur Abi (Yücel) ve Meral Abla’nın (Okay) da üzerimde çok büyük emeği vardır. Onları da hiç unutmam.

ZAMANIN RUHUNU YAKALAYAN HİKAYELER

“Bir İstanbul Masalı”, “Yağmur Zamanı”, “Fırtına”, “Kavak Yelleri” “Güneşi Beklerken” gibi reytingi yüksek dizilere imza attın… Önemli olan ne… Neyi, hangi duyguyu izleyenlere geçirmeyi başarırsan, o dizi tutuyor?
-“Bir İstanbul Masal”, Gaye Boralıoğlu ve Neşe Şen’in projesiydi. Ben o ekipte, ikinci dizisini yazan cevval bir senaristtim sadece. “Yağmur Zamanı” da Muharrem Abi’nindi. Orada da senaryo ekibindeydim. “Fırtına”yla birlikte ekip başı oldum. Ondan sonra da öyle devam etti. Her hikaye aslında kendisini üreten kişilerin karakter özelliklerinden izler taşır. Evet, olmadığımız insanları yazıyoruz ama en alttaki bezelye tanesi bizdendir aslında. Bir dizinin her yönüyle iyi çalışılmış olması, baştan savma yapılmaması zaten bu işin olmazsa olmazı. Bunların dışında aslında binlerce yıldır anlatılan hikayeleri alıp yeniden vücut bulmalarını sağlarız biz. Bazen hamur tutar. Bazen de tutmaz. Daha yazılı haliyle insanı etkileyen hikayeler -büyük çoğunlukla- seyredildiğinde de aynı etkiyi yaratır. Bunun dışında bir de konjonktürün çok etkili olduğunu düşünüyorum, ben. Zamanın ruhunu yansıtabilen hikayeler, her zaman insanların bam teline dokunur. O zamanda işte ses geliyor zaten.

TEK AMACIM VAR: KENDİ YAZDIĞINI FİLMLERİ ÇEKMEK

Yazıp yönettiğin bir de sinema filmin var: “Arkadaşlar Arasında.” Dizi mi, sinema mı, hangisi seni daha çok heyecanlandırıyor?
-Üniversitenin son sınıfında bu yola başlarken tek amacım vardı. Kendi yazdığım filmleri çekmek. 44 yaşındayım hala tek amacım o…

BİR İNSAN, BABASINI ÖLDÜRMÜŞ OLMANIN AĞIRLIĞIYLA NASIL BAŞA ÇIKAR?

“Çukur”, bütün dizilerin yayından kaldırıldığı bir dönemde, üç sezondur en çok izlenen dizi olmayı başardı. Bu, baskı yaratıyor mu sende?
-Ben, hikaye anlatmayı seviyorum. Sevdiğin şeyi yaparken, baskı maskı yok. Sezon bitmeden, gelecek sezonla ilgili birtakım temelleri atmaya çalışıyorum. Önce kafamda, sonra da senaryoda. Bir cümle bulmaya çalışıyorum. Bir soru daha doğrusu. Önce beni, sonra birlikte çalıştığım herkesi etkileyecek. Öyle dandik, çerez bir soru da değil, ağır soru: “Bir insan babasını öldürmüş olmanın ağırlığıyla nasıl başa çıkar?” Bu sorunun peşinden giderken heyecanımı koruyabildiğim bir yapı kurabiliyorsam ve aynı heyecanla yazmaya başlayabiliyorsam gerisi hava cıva!

Yaptığın işin en zor yanı ne?
-Kızımla istediğim kadar çok vakit geçiremiyor olmak. Babam beni uykumda severdi. Ben de kızımı uykusunda seviyorum ve bu böyle olmasın istiyorum.

İyi başlayan diziler, ne oluyorsa, bir sürü sonra seyredilmez hale geliyor. Sebebi ne? Nefeslerimi mi kesiliyor, çapları mı yetmiyor?
-E biraz öyle. En temel sorun, yerli dizinin yersiz uzun olması. Dünyanın hiçbir yerinde 140 dakikalık bir format yok. Dünyanın başka yerlerinde diziler, ortalama 60 dakika, genelde 13-20 bölüm arası. Türkiye’de tutan bir dizi, bir yılda ortalama 36 bölüm yayınlanır. Tek bir hikayenin, bu kadar uzun bir formatın, bu kadar uzun süre ayakta tutabilmesi mümkün değil. “Çukur” o yüzden, tek hikayeye yaslanmıyor.

KARIM EKİN SON ÖĞRETMENİM

Siz karı-koca benzer işler yapıyorsunuz. Nasıl bir ilişkiniz var? Zor değil mi iki tarafında yaratıcı işler yapması…
-Değil. Tam tersine aynı dili konuşmak bir avantaj. Hatta konuşmadan anlaşıyoruz! Cümleye başlarız mesela, ortasında diğeri “Anladım” der. Çok güzel paslaşırız. Ben takıldığım yerde Ekin’e sorarım. O bir sahneye takıldıysa, bana okutur. Üçüncü gözümüzüz birbirimizin. Önceden ben daha yapı takıntılıydım. Başı ne ortası ne sonu ne illa bileceğim. Ekin, daha çok bilinç akışıyla yazıyor. Nasıl yapıyor bunu diye uzaktan izlerdim şaşkınlıkla. İzleye izleye ben de öğrendim sanırım. O yüzden son öğretmenim de Ekin’dir.

Hint, Kore, İskandinav, Kanada işlerine özellikle bakarım

Neler izliyorsun… Neler seni besliyor?
-Değişiyor. Bir dönem, sürekli belgesel seyrediyordum. Bir dönem, sanat sinemasına takıktım. Marvel işlerini seriye bağladım bir ara. Klasikleri her zaman döner döner izlerim. Yabancı dizilere düzenli göz atıyorum. Ne olursa. Ne yapıyor dünyalılar sonuçta… Amerikalılar haricinde Hint, Kore, İskandinav, Kanada işlerine özellikle bakarım çünkü çok bildik kodlar kırılıyor, bu ülkelerin işlerde. Sadece göz atmıyorum tabi, bazılarına yapışıp kalıyorum. Beslenmek böyle bir şey mi bilemem! Ekranın başına geçince ben de seyirciyim ve seyrettiğim işi merak ediyor muyum, onu izlerken heyecanlanıyor muyum ona bakarım her şeyden önce. Onun dışında sokağa çıkmak ya da sokaktan gelen hikayeler beni çok besler. Bu hikayelere ulaşmak için her zaman sokakta olmak gerekmez. Kulaktan kulağa yayılan bir hikaye, kendi gerçeği ne kadar acı/tatlı/komik/trajik olursa olsun iyi hikayedir. Çünkü birden çok süzgeçten geçer.

TABİİ Kİ GODFATHER’DAN ETKİLENDİM… O TEMELİN ETRAFINA BURALI BİR BİNA KURMAYA ÇALIŞTIM!

“Çukur”, İdris Koçovalı ve onun oğulları ekseninde şekilleniyor. Pek çok kişi “Godfather” benzetmesi yaptı. Yola çıkarken “Godfather”dan etkilendin mi?
-Elbette! Bir suç ailesi anlatacaksan başka hangi filmden etkilenir ki insan? Bunu da hiçbir zaman saklamadım. Ben o temelin etrafına, buralı bir bina kurmaya çalıştım. Bunda da sanırım başarılı oldum.

Çocukluğundan karakterler var mı dizide?
-Olmaz mı… İdris Koçovalı’da mesela büyükbabam ve babam var. Berber Muhittin, babamın berberiydi. Emmi ve Paşa. Ben ilk yazdığımda Paşa’nın lakabı Sadıçtı. Akrabalarım. Beni hayatımda ilk ve son kez pavyona götüren adam Emmi’dir mesela!

“Çukur”un her karakteri başlı başına bir film ya da roman olabilir… Zaten yakın zamanda senaryo kitabı da yayınlandı. İlgi nasıldı?
-Acayip bir ilgi oldu! Tahmin ettiğimden çok daha fazla. Ben iki üç bin arası satar diye düşünüyordum. En son 11. baskıyı gördüm. Yirmi iki bin kitap demek bu. Vay anasını!

Peki, diziyi roman sayfalarına taşımayı düşünür müsün?
-Diziyi değil ama bazı karakterlerin geçmiş hikayelerini çalışıyorum. İdris Koçovalı, nasıl İdris Koçovalı oldu. Bu benim diziye başlarken çok çalıştığım bir malzeme. Küçük bir kısmını, çok detay vermeden işledik ama çok sevdiğim bir geçmiş hikayesi var İdris’in. Boş zamanlarımda onu yazıyorum ufak ufak. Umarım bu sene bitmeden bitirebilirim. Gene aynı motto, kimse okumasa da olur. Ben kendime yazıyorum.

HEPİMİZ ARIZALIYIZ!



“Çukur”un karakterlerinin çoğu arızalı, ama izleyici bayılıyor. Neden? İzleyici de mi arızalı?
-Elbette… Hepimiz arızalıyız! Bu ülke, Doğu’yla Batı arasında sıkışmış iki taraftan da düzenli olarak dayak yiyen bir ülke. Nasıl arızalı olmayalım? Çukur’un karakterleri de arızalı evet. Ama izleyiciden farklı olarak onların müdanası yok, kimi zaman zincirlerini koparıp akıllarına eseni yapıyorlar. İzleyicinin “Çukur”un karakterlerinde bayıldıkları şey de bence bu.

İDRİS KOÇOVALI’DA RAHMETLİ BÜYÜKBABAM VAR!

Karakterleri ortaya çıkarırken nelerden etkilendin?
-Aslında çok etkilenmek gibi değil. “Dur şu hamurları bir raftan alayım da şekil vereyim” gibi olmuyor. Bir hikaye kurulurken, karakterlerini de kendi getirmeye başlar. Bunu yap boz oynamaya benzetebiliriz. Ama üretimini de kendi yaptığın bir yapboz. Kafanda flu bir resim var, parçaları bir araya getirmeye başlıyorsun, bir yere cuk oturacak bir parça lazım! Onu kendin kurmaya başlıyorsun. Özellikleri şunlar olsun, şuradan gelsin şuraya gitsin, şöyle konuşsun. O aşamada birbiriyle hiç alakası olmayan resimler, anlar, sesler hatta kokular insanın kafasında birleşmeye başlıyor. İdris Koçovalı’da mesela daha önce de dediğim gibi benim rahmetli büyükbabam var. Öpmezdi. Koklardı torunlarını. Ama aynı zamanda eski zaman kabadayılarının yaşama biçimi de var. Gazinolara giderler, dost tutarlar, iyi silah kullanırlar ve fakire yardım ederler. Büyükbabam, Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendi ama ketumluğuyla İdris Koçovalı’ya çok benzerdi. Bunun gibi mesela birbirine benzemeyen iki malzeme, bir karakterde birleşebiliyor.

“ŞİDDETE ÖZENDİREN, KADIN DÜŞMANI VE CİNSİYETÇİ BİR DİZİ” ELEŞTİRİLERİNE NE DİYOR?

Dizi hakkında “şiddete özendirme, kadın düşmanı, cinsiyetçi” vs. eleştirileri de geldi. Sen ne diyorsun?
-Dizi de film ya da kitap gibidir. Yayınlandığı andan itibaren onu izleyenlerin yorumuna teslim olmuştur. Ben, İstanbul’da adı suçla özdeşleşmiş bir mahalleyi, o mahallenin koruyucusu ve yöneticisi olan gene adı suçla özdeşlemiş bir aileyi anlatıyorum. Bu, aile geleneklerine ve değerlerine sıkı sıkıya bağlı. Bu aile de bütün Türk ailelerinde olduğu gibi içinde bir sürü şaşkınlık verici sır barındırıyor. Koçovalı Ailesi’nde kadına atanan konum çok belli. Ben hayat görüşümü yansıtan bir aile yazmaya çalışmadım ki. Buralı bir aile yazmaya çalıştım. Gördüğümü yansıtmaya çalıştım. Bu adamların gerçekliği bu. Oğlunun saçını bile okşamayan bir babanın kızlarına nasıl davranmasını bekleyebilirsiniz ki!

SUÇU, SENARİSTLERDE ARAMAYIN!

“Televizyondaki kurmacayla gerçek hayatın bağları müthiş zayıflamış durumda” diyorsun. Dizilerin, gerçek hayatla alakası kalmadı mı? Sence neden? Senaristler de bu ülkenin çocukları değil mi? Neden gerçeklikten uzak şeyler yazıyorlar?
-Bunun suçunu kesinlikle senaristlerde aramam. Biz kendini göstermek için debelenen, çok çalışkan çocuklarız. Daha önce demiştim ya beni bıraksalar ben neler yazarım diye. Aynısını arkadaşlarım için de söylerim. Televizyonda yayınlanan projelerin geliştirilmesinde, sadece senaristin sözü geçmiyor. Esas düdüğü çalan, çalmak isteyen kanal yöneticileri ve yapım şirketi yöneticileri. Çünkü parayı onlar veriyor. Ama aynı zamanda, bir işin başarısız olmasının sorumluluğunu da onlar alırlar. Çünkü para da onlardan çıkıyor. “Çukur” mesela, riskli bir projeydi bence. Keskin iş. Anlattığı şeyin haricinde, anlatım biçimi de öyle. Zaman zaman bunun bedelini ödüyoruz da. Ama böyle işlere daha çok ihtiyacımız olduğu kesin! Türkiye’de profesyonel bir televizyon izleyicisi var artık. Birbirine benzeyen ama hayatın kendi gerçekliğine benzemeyen işleri reddediyor. Bir yandan da gönlü çok açık. Dünyanın en fantastik işini de yapabilirsiniz ama bir yerinden buralı olmayı başarabilirseniz hemen kabul ediyor.

BENİM HAYATIMI ANLATIYORSUN BAŞGAN!

Peki “Çukur”da anlatılanların ne kadarı gerçek hayatın içinde var…
-Çukur çok katmanlı bir iş. Aileye ya da günlük hayata dair olan bitenlerin çoğu, gerçek hayatta var. Onun dışında, yeraltı dünyasıyla ilgili kısımlarda da gerçeklik payı var çünkü bilgi almak için çeşitli kaynaklara başvuruluyor orada. Onun dışında izleyiciden “Benim hayatımı anlatıyorsun Başgan!” mesajları geliyor ki beni en çok onlar şaşırtıyor.

3 HAYALİM VAR

Hayallerin ne? Sırada ne var? Neyi yapmadan bu mesleği bırakmak istemezsin?
-Ben yazarım. Aklım beni yarı yolda bırakmadığı sürece yazmayı bırakmayı düşünmüyorum. Senaristlik başka, yapımcılar uzun süre aramadığı zaman otomatik olarak emekli oluyorsunuz zaten. Üç tane hayalim ya da hedefim var, hayatımın geri kalanı için. Yeni ülkeler görmeye devam edeyim, kitap yazayım bir de film çekeyim. Mümkünse bol bol!

İSMİ NASIL ÇUKUR OLDU?

İsim negatif bir isim olmasın rağmen, cuk oturuyor. Tereddüt ettiniz mi ismini verirken…
-Senaryoda, mahallenin adıydı Çukur. İdris Koçovalı, 60’lı yılların ortasında o zamanki İstanbul’un ucunda bir bataklık olarak bulur burayı. Sonra elleriyle kurutur ve ilk evi kurar. Adı coğrafi özelliklerinden kaynaklanır aslında. Çukurdadır yani. Ama sonra o isme bir sürü anlam yükledim. En önemlisi de hayata bir sıfır eksik başlamak, yani düz satıhtan değil çukurdan başlamak. Sanırım Yamaç Okur’un önerisiydi, Çukur’u dizinin de ismi haline getirmek. Riskli bir isim olmasına rağmen kabul gördü. Ben bile şaşırmıştım açıkçası. Hayatta koymazlar diye düşünüyordum. Oldu.

BİZİM İŞ KAMYON ŞOFÖRLÜĞÜNE BENZER!

Nasıl yazıyorsun? 9-6 mı yazıyorsun, ilham gelince mi ya da oturunca kalkmıyor musun?
-Bizim iş biraz kamyon şoförlüğüne benzer. Bir bölümü teslim ettin. Konya’da malı boşalttın demek o mesela. Birkaç gün kafayı toplamak için vaktin var ama o vakit de gene masanın başında geçiyor. İzmit’ten mal yükledin demek o. Başlarsın sürmeye. İlham da o arada geldi geldi. Gelmedi kendisi bilir, ilhamsız yazacağız demektir. Eskiden sabahlamalı çalışırdım ama kızım okula başladı artık ve sabahları onu okula götürmeye çalışıyorum. Çünkü az görebiliyoruz birbirimizi. Bu da 8’de uyanmak anlamına geliyor. 10 gibi çalışmaya başlarım. Gece 9 gibi ofiste çalışmayı bitiririm. Devam etmek zorundaysam evde devam ederim. Sabah dördü beşi bulduğum olur…

Yorum Bırak