4 senedir terapiye gidiyorum. Ayak İşleri, benim terapi ürünüm

Caner Özyurtlu röportajıyla huzurlarınızdayııımmm🌸

Caner
, Ayak İşleri’nin yaratıcısı, yazarı ve yönetmeni… Sıkı bi çıkarmış. Senaryo ve diyaloglar çok zekice kurgulanmış. “Ayak İşleri benim terapi ürünüm” diyor ve ekliyor “İçimde de bu iki kişi var maalesef. Her şeyi yapmak isteyen bir Vedat ve ‘Sen çok beceriksizsin! Yine yanlış yaptın!’ diyen Evren. İkisi, sürekli içimde kavga ediyor.”

.
Acayip bi kafa Caner Özyurtlu. Etkilendim. Sektöre oyuncu olarak giriyor, oyunculuğunu karakterine uymadığını anlayınca yön değiştiriyor. Şimdi yapımcı, yönetmen ve senarist. Aynı zamanda YouTuber.. Loş Sohbetler adını verdiği bi program yapıyor. Konuklarıyla filtresiz sohbet ediyor. Aklından geçeni ‘dan’ diye söylüyor. Yanlış anlaşılır mıyım diye bir derdi yok. Bir çocuk samimiyetiyle konuşuyor. Veee hep aynı dinginlikte. Sesi hiiiiiiç yükselmiyor!
.
Bazen kafa açıyor bazen beyin yakan şeyler anlatıyor:))) Yaratıcı ve çok parlak olduğu kesin! Onunla çooook uzun bi röportaj yaptık.

SEN BİR DUYGU-JAMMER’ISIN!

Fotoğraflar: Alper Kemal Özkorkmaz

Ayak İşleri, şahane iş olmuş! Senaryo süper, diyaloglar zekice kurgulanmış, oyunculuk çok güçlü. Tebrik ediyorum…
-Teşekkür ederim. Ben övgü çok kaldırabilen biri değilim de biraz gerildim.

Niye ki? Hem övgü değil, gerçek. Nasıl doğdu bu proje?
-Özellikle Evren karakteri, kafamda çevirdiğim bir karakterdi. Ben de bazen, her şeye yabancılaşan ve insanların duygularını yaşamasına engel olabilecek biri oluyorum. Volkan Öge bana, “Sen duygu-jammer’ısın!” diyor.

COŞKUDAN UTANIYORUM! DUYGULARINI BÜYÜK YAŞAYAN İNSANLAR GERÇEK GELMİYOR BANA

Nasıl yani?
– “Duygu varsa ortada, onun yaşanmasına izin vermiyorsun!” demek istiyor. Hatta bu diyaloğu, 3. sezon finalinde kullandık. Vedat, Evren’e söylüyor.

Karın ne diyor peki?
-Karım da benzer şeyler söylüyor:)

Açsana biraz duygu-jammer’ı kavramanı… Mesela ben bir şeye üzülüyorum diyelim şu anda…
-İzin vermem, hemen bir şaka yaparım! Veya çok eğleniyorsan, kötü bir şey söylerim, düşürürüm seni.

Neden?

-Öyle işte. Coşkudan utanıyorum galiba. Etrafımda olumlu veya olumsuz duyguları büyük yaşayan insanlar gerçek gelmiyor bana. Hiç giremiyorum oraya. Empati duygum zayıf herhalde. Biri çok mu seviniyor yanımda? “Ne olmuş olabilir ki bir insanı bu kadar sevindirecek? Abartıyor!” diyorum. Aynı şekilde çok üzülüyorsa da şaşırıyorum. “İnsanlara ne kadar üzüldüğünü göstermek istiyor! Şov bu!” diyorum. Öyle geliyor bana. Fena yani benim durumum.

Sen mesela bir kadına aşık olduğunu nasıl söylersin? Nasıl evlenme teklif ettin mesela? Ya da bir kadına, “Seni arzuluyorum” nasıl diyorsun?
-Diyemiyorum. Evlilik teklifi de değildi benimki, evlilik önerisi yapmıştım eşime. “Rezil olmadan biz bu işi nasıl çözeriz? Sence yurt dışına mı gitsek?” demiştim. O da ağlamaya başlamıştı. Evlenme teklifi ettiğimi o an anladım yani. “A evlenme teklifi ettim” filan dedim, sonra da evlendik.

Terapiye gittin mi?
-Tabii 4 senedir EMDR terapi görüyorum. “Ayak İşleri” de biraz terapi ürünü. İlk çıkışı aslında Volkan Öge’nin bana, “Birbiriyle çelişen iki tetikçiyi mi yapsak?” demesi. Ama sadece bu cümleyi söyledi. Ben de dedim ki: “Biri bana benzeyen, yabancılaşan biri olsa?” “Diğerini ne yaparız, nasıl bir adam olur?” falan derken fikri geliştirdim. Biri, “yapma” konusunda çok istekli, yani “yapan” adam. Öbürü de hiçbir şeye tam olarak “başlayamayan” bir adam. Ayak İşleri, işte bu iç çatışma üstüne kurulu. Benim terapi ürünüm gibi. Çünkü benim içimde de bu iki kişi var maalesef! Her şeyi yapmak isteyen bir Caner ve “Sen çok beceriksizsin! Böyle bir şeye nasıl kalkıştın!” diyen diğer bir Evren! İkisi, sürekli içimde kavga ediyor.

TERAPİSTİM DE İZLEMİŞ AYAK İŞLERİ’Nİ BEĞENMİŞ!

Terapistin de izliyor mu Ayak İşleri’ni?
-Evet izlemiş, “Caner çok mutluyum. Çünkü terapide konuştuğumuz bazı sorunları bir işe dönüştürdün. Sanki iyice içinden attın gibi hissediyordum, atmamışsın!” dedi.

Haftada bir gün mü gidiyorsun?
-Evet.

Ağlayabiliyor musun peki?
-Evet. Kendi dertlerime veya çocukluğuma dönünce çok kırgın bir şeye dönüşüyorum. Herhalde onu kapatmak için biraz bu duygusuzluk kabuğunu bulmuşum ben.

Çocukluğunda ne olmuştu?
-Yatayım mı şuraya? Terapi moduna geçtik de:) Babam asker. Hiçbir şeyi beğenmeyen bir adam, sürekli eleştirir. Annem de tam tersine her şeyi çok beğenen biri. O yüzden benim için hayatta yaptığım her şey ya mükemmel ya da bok gibi! Evren ve Vedat’ı içimde zaten yaşıyordum. Volkan’dan bu fikir gelince, nereden kuracağız bu çatışmayı diye düşünmeye başladım. O sırada da Selçuk Altun’un Ayrılık Çeşmesi Sokağı’nı okuyordum. Godot’yu Beklerken’le ilgili inanılmaz bir gözlemi var, aslında Godot’taki iki karakterin, aynı insan olduğunu söylüyor. Yani bunlar, tek bir bedeni paylaşan iki insan. Dedim ki, “Vedat ve Evren de bu. İkisi aynı insan aslında. Peki ben bu iç çatışmaları, ikiye bölebilir miyim acaba? Kafamdaki yapan adamla kafamdaki hiçbir şeyi yapamayan adamı yan yana bir arabaya koysam ne olur?” Bu çok açtı önümü. İçimdeki her şeyi çıkarmamı sağladı. Ben hangi durumda panik oluyorum? Hangi durumda ne yapmak istiyorum? Bazen Vedat’a, bazen Evren’e söylettim ve bugünlere geldik.

Çağlar Çorumlu ve Güven Murat Akpınar’ı kadroya dahil etmek kimin fikriydi?
-Murat, benim konservatuvardan sınıf arkadaşım. Beraber çok sahnede oyun oynadık. Birbirimize de benzeriz duygu olarak. Bir yere gittik mi hemen oranın en köşesine çekiliriz, bir 15-20 dakika sadece gözlemleriz:)

İkiniz de aslında looser olabilecek tiplersiniz… Yanlış anlama hakaret etmiyorum, bazen çok çok parlak tipler tutunamaz ya…
-Yoo anladım seni, looser’ız zaten biz! Ben looser’lığı, bir hayat tarzı olarak görüyorum, hoşuma da gidiyor. Looser olarak kalmak isterim çünkü kazanan kişilik bana çok uzak!

Artık olmuşsun “kazanan”…
-Ama bana öyle gelmiyor. İçimdeki his o değil. O ses hep şöyle diyor: “Daha iyi olması gerekiyordu! Yine tam istediğim gibi olmadı. Yapamadın. Hep senin suçun!” Ben kendi içimde hep bir sorunla yaşadığım için hayatta kazansam da kaybediyorum. İçimde kaybediyorum.

Çağlar nasıl dahil oldu?
-Çağlar’la da “Yok Artık 1”de çalışmıştık. Çok seviyorum oyunculuğunu. Gönderdim senaryoyu gece 10’da falan. Sabah 9’da aramış, ben uyuyordum. Geri aradım. “Caner, bu çok güzel. Ben bunda olmak istiyorum. Bana gelen text’leri sette komik hale getirmekten çok sıkıldım. Ben bunu drama gibi oynasam da komik olacak gibi hissediyorum, çok iyi durumlar yazılmış!” dedi. Ben de “Abi tam olarak bunu istiyorum. Hiç komiklik istemiyorum. Durumu anlayıp normal, gerçek canlandıracak insanlara ihtiyacım var” dedim. Murat, Çağlar ve ben okuduk. 8 bölüm yazmıştım ama hiç duymamıştım nasıl, iyi duyuluyor mu? Yoksa kafamın içinde mi iyi sadece? Okunduğu anda, “Oh tamam!” dedim, devam.

Seyredene esas olarak nasıl bir duygu geçsin istedin?
-Bu, benim terapi ürünüm. İnsanları hiç düşünmeden yazdım. İlk defa seyirciyi hiç düşünmedim. Hayatım boyunca hep bu sektöre girebilmek için hep insanların dediği şeyleri yaptım. Aşk yaz, aile yaz… Yazdım ama bildiğim şeyler de değil. Çünkü aşkı da çok iyi bilmiyorum, insanların büyük büyük şeyleri nasıl yaşadığını da… O yüzden hep bir taklit etme çabası içindeydim ve kötü oluyordu, içime sinmiyordu. Çocuğum doğmuştu, kapanma olmuştu, her şey bok gibi gidiyordu, bütün paramı sinema senaryolarına harcamıştım ve sinemalar kapanmıştı! Batmış bir halde evde oturuyordum. Sonra Volkan, onu dedi ve ben bunu yazmaya karar verdim. Sabaha kadar ilk bölümü yazmıştım. Vedat ile Evren ilk defa konuşmaya başladı. “Ah” dedim, “İşte bu!” Vedat’a bir şey söyletiyorum, Evren hemen onun yabancılaşmasını sağlıyor. Gerçekten kendimi ilk defa bir senaryoya bu kadar sokabildim. Çok iyi hissettim.

İlk kim okudu?
-Karım. Çok beğendi. Sonra ortaklarım. Herkes, “Abi bu çok iyi, devamı var mı?” dedi. Sonra Gözde’ye attım Gain’e. Dedim ki, “Ben böyle bir şey yazdım ne diyorsun?” O sırada biz oraya belgesel çekiyorduk, Şifa Bağımlısının İtirafları diye. “Bunu hemen yapın!” dedi. 3 ayda oturup yazdım. Bu kadar ilgi beni de şaşırttı. Beklemiyordum tutmasını.

KANAL PATRONLARININ 90’LARDAN KALMA AHLAK ANLAYIŞI YÜZÜNDEN, DİZİ SENARYOLARI VASAT!

Ortada bu kadar iyi yazabilen insanlar varken, piyasa nasıl bu kadar vasat?
-İzin verilmiyor çünkü parlak olduğunu düşündüğümüz insanlara! Hepsinin üzerinde bir ahlak baskısı… Kanal patronlarının 90’lardan kalma ahlak anlayışı… “Buna o.ospu derler, buna bilmem ne derler değiştirelim.” Mahallede dayıma sormuşum gibi yorumlar alıyorsun kanal patronlarından. Ama ne oldu? Dijital platformlar hayatımıza girdi, iş değişti. Artık istediklerimizi yazıyoruz. Seyirci de dedi ki, “Bu iyi!” O zaman anladık ki halk aslında kanal patronlarının istediğini, istemiyor. Halkın sadece birazcık dürüst olması gerekiyor.

Ayak İşleri, 36 yaşına kadar yaptığın en iyi iş mi?
-Umarım daha iyisini yaparım ama evet, şu ana kadar bence en iyi işim.

Müzikler de çok çarpıcı. Her şey aslında baştan sona özenle düşünülmüş. Aile ortamında çalışıyor gibi mi hissediyorsunuz setteyken?
-Valla, aile kavramına böyle anlamlar atfetmiyorum ben. Sevmiyorum. Çünkü korkunç aileler de var. Bizimki iyi bir arkadaş ekibi. Kendi seçimimizle birlikteyiz. Işık şefimizden sesçimize kadar, herkes elinden gelenin en iyisini yapıyor. Ben yılsam, ekip yılmıyor.

BURAK ÖZÇİVİT VE FAHRİYE EVCEN’İ GÖMDÜK AYAK İŞLERİ’NDE

Gain gibi dijital platformlar ne tür avantajlar sunuyor?
– Özgürlük tanıyorlar. En önemlisi bu. Kreatif olarak bana hiç karışmadılar. Bazı şeylerle ilgili fikirlerini belirttiler sadece; “Şu şu yanlış anlaşılır mı?” Savunmamı yaptım, hiçbirinde ısrarcı olmadılar. Hemfikir olduğumuz birkaç minik şeyi değiştirdik, o kadar. Teşekkür ediyorum Gain’e.

Peki sen Ayak İşleri’ni mainstream’e koysan? Bu kadar ilgi görür müydü?
-Koyamayız, yayınlanamazdı ki! Argo var, özel isim vererek gömdüğümüz insanlar var. Ne bileyim Fahriye Evcen, Burak Özçivit şakası yapıyoruz. Gömüyoruz onları! Başka dijital platformlar da izin vermeyebilir, Gain verdi.

Kafanda bir gömme listen mi var?!
-Evet, hep var! Espri bir yana, Türkiye’de bazı insanların, onlara gerçeği söyleyecek arkadaşa ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Ciddiyim. Mesela, kötü filmler yapıyorlar. Ama kimse o filmlerin kötü olduğunu onlara söylemiyor. Acı bir durum bu. Dostluk değil, düşmanlık. Ben şanslıyım. Gerçek dost diyebileceğim insanlar var etrafımda. Kötü film çektiğimde, ki rezalet bir şey çektim, o gerçek dostlar, filmden nefret ettiklerini açık açık söyledi. “Oğlum, bu kötü bir film! Bir daha böyle bir şey sakın çekme. Sen daha iyisini yapabilirsin!” dedi.

Sarsılmadın mı?
-Evet, sarsılıyorsun. Ama bunlar iyi şeyler! Çünkü benim daha iyi işler çekmemi sağladılar. Yoksa o boktan şeyleri çekmeye devam edecektim! O yüzden hepimize, gerçekleri söyleyen arkadaşlar gerekiyor. Güven Murat Akpınar öyledir mesela. Bir kere ona çok kötü bir senaryo yollamıştım, “Abi ben bunu oynamayayım! Sen de bunu çekme!” dedi. Gülse Birsel’in son filmi Yılbaşı Gecesi kötü mesela. Ama bakıyorum, kimse söylemiyor. Beğenenlerle hiçbir derdim yok. Benim derdim, beğenmeyip, “Beğendim” diyenlerle. İşini sürdürebilmek, network’ünü kaybetmemek için gerçek hislerini söylemeyenlerle… Ha kanalların stratejileri vardır, oraya abone getirmek için doğru bir strateji olabilir ama bir film değil Yılbaşı Gecesi. O kadar pahalı olmaması gereken bir eğlence programı. Ben Gülse Birsel’in çok iyi bir yazar olduğunu düşünüyorum. Onu çok değerli buluyorum. Sadece artık kendisinin ya da bir arkadaşının ona, “Başka bir şey mi yazsan?” demesi gerekiyor. Yavan olmuş bu son film. Onun da bu gerçeği bilme hakkı var.
Cem Yılmaz’la ilgili de eleştirilerim oldu. Sevmediğim için değil, aksine baştan beri takip ediyorum. Zaten takip etmesem bulaşmam ki! “Bana ne der” geçerim. Bu insanlar özel insanlar. Onların sorumlu olduğunu düşünüyorum. Bir kültür hafızası oluşturuyoruz hep beraber.

Son dönemde sen en çok neyi beğendin?
-Gibi’yi çok beğeniyorum. Gibi, gerçekten hepimiz için önemli bir iş oldu. YouTube izliyorum ben daha çok.

Kimleri izliyorsun?
-Özgür Turhan’la Deniz Bağdaş’ın kanalını çok seviyorum. Evrim Ağacı’nı seviyorum, bilim kanalı olarak. Deniz Göktaş’a çok gülüyorum, sonra Cihan Talay var. Çok iyi komedyenler bunlar. Ve kendilerini yalakalık yapmak zorunda hissetmiyorlar. Üretimin böyle olması gerekiyor, yoksa hepimiz kolektif olarak bu ülkenin kültürünü çöpe atacağız. Attık da zaten. Artık bir geri mi getirsek? Tamam bir sürü baskı vardı üstümüzde, iktidardı, oydu, buydu ama şimdi YouTube’umuz var!

Baban ve annen hayattalar mı?
-Evet.

Ne diyorlar Ayak İşleri’ne?
-Şimdi başarılı olduğumu düşünüyorlar. Ben, ailenin asker olmayan ilk kuşağıyım. Bizde herkes full asker. Babam gazi falan. Ben biraz farklı çıkmışım. Ama hep öyle oluyor. Ya baban gibi çıkıyorsun ya da babana tepki olarak karakterin oluşuyor. Benimki öyle olmuş. Ben en başından beri onun dayatmacı tavrına katlanamamışım. Babam da özünde provakatif biridir, severim orasını. Bunu istemeden bana da aktarmış. Şu anda çok iyiyiz yani, geçmişi de tartışırız

Nerede eğitim gördün sen?
-7-8 okulda okudum, hep taşındık, ettik. Güzel Sanatlar Lisesi resim mezunuyum. Sonra İstanbul Devlet Konservatuvarı oyunculuk mezunuyum. Genelde sanat okudum. Normal bir sistem içinde zaten var olamayacağımı anlayarak bu mesleği seçtim.

SEVDİĞİM PEK ÇOK ARKADAŞIMI KAYBETTİM, DAHA İLK DEFA GEÇEN SENE AĞLAYABİLDİM

Terapistinle en çok ne konuşuyorsun?
-Değişiyor ama genel olarak, benim duygu durumumun fazla stabil olması, çok yüksek yerlere çıkamamam. Sevdiğim pek çok arkadaşımı kaybettim, daha ilk defa geçen sene ağlayabildim… O da terapinin yardımıyla. İçimde, çocukluktan ördüğüm çok sağlam bir duvar varmış. O yeni yeni yıkılıyor. Ben pek çok duyguyu bilmiyormuşum. Özellikle oğlum Bulut doğduktan sonra, bir duygu şelalesi oluştu!

Bulut’u görünce erimiyor mu için?
-Altüst oldum zaten! Hayatımda ilk defa dev bir kaybetme korkusuyla boğuşuyorum. Daha önce bu dünyadan gitmeye okey’dim, kalmaya da. Çok umurumda değildi hayat açıkçası. 3 yıldır, “Biraz daha mı iyi bakmam lazım kendime? Bu çocuk şimdi ne olacak?” diye deli gibi anksiyete yaşıyorum. Kalem açmışım mesela, unutup, gitmişim, Müge’yi arıyorum, “Evde açık kalem var, onu Bulut bulmasın!” Manyakça davranıyordum, terapi sayesinde şimdi daha normalize oldum. Ama hala birtakım şeylerim acayip. Mesela özlem duygusu yok bende.

Nasıl yani?
-Görmediğim insanı özlemiyorum. En yakın arkadaşım, hayatım falan diyorum, Almanya’ya taşınıyor, 3 sene aramıyorum. Benden uzaklaşınca unutuyorum. Annemle babam için de böyle hissediyorum.

Kendini korumak için mi acaba?

-Herhalde.

Müge’yi de mi özlemiyorsun?
-Karımı özlerim, ama geç özlerim. Tatillerimizi genelde tek yapmayı seviyoruz. Tek başıma tatile gitmeyi çok seviyorum. Müge de seviyor.

Bulut kimde?
-Kim tatildeyse öbüründe…

Nereye gidiyorsun tatile?
-Değişiyor…

İnziva gibi mi?
-Yok yahu! Ben şehir seviyorum, bina görünce, güvende hissediyorum. Doğadan hiç hoşlanmam. Kaldırım taşı, beton severim. Param varsa yurt dışına gidiyorum, param yoksa buralarda takılıyorum. Tatil dediğim de tek başıma bir koltukta oturup, duvara bakmak ve kitap okumak. 12 yıldır birlikteyiz biz Müge’yle. Bazen de yalnız olalım. Müge aramaz beni. Bir şey olursa arar ya da “İyi misin?” der o kadar. Ben de onu hiç aramam.

Nasıl bu kadar filtresiz konuşuyorsun?
-Tutamıyorum kendimi, filtre koymaya çalışıyorum ama beceremiyorum.

Terapistin ne diyor bu duruma?
-Biraz filtre koyabilirsin, her aklından geçeni söylemek zorunda değilsin.

Seni “bir türlü büyüyemeyen ergen” diye eleştirenler var…
-Evet var.

Bu rahatsız ediyor mu seni?
-Yok aksine çok mutlu ediyor. O yüzden bu mesleği seçtim, büyümemek için! “Çocuk açıklığı” vardır ya. Benimki de o. Bulut bana öyle şeyler söylüyor ki hiç kimse söylemez. Ama çocuk ya, filtresi yok, alınmıyoruz. Ben de bu kategoride değerlendirilmek istiyorum. Kimse alınmasın yani. Çok soyut bir iş yapıyoruz: Ben bir felsefeciyle bir mafyayı aynı arabaya koyup, onlarla 30 bölüm iş yazıyorum. Müge’ye de söylüyorum, çocuklara tanınan özgürlüğe ihtiyacım var.

Müge demiyor mu, “Bir çocuğumuz var zaten! Yettin sen, artık büyü!” diye…
-Demiyor. Biz hiç kavga etmedik, hiç hatırlamıyorum. Ama bazen tartışmaya ihtiyaç duyuyorum. Diyorum ki, “Uzun zamandır tartışmadık. Bir şey konuşmamız ve onu çözmemiz lazım!” O hiç oralı olmuyor, “gerek yok” diyor. Hep çok sakindir Müge.

Aslında sen, sektöre oyuncu olarak girdin. Bunun eğitimini aldın. Elveda Rumeli, Ulan İstanbul gibi işlerde rol aldın. Ne oldu da senaristlik ve yönetmenliğe yöneldin?
-Oyunculuğun karakterime hiç uygun olmadığını anladım. Ama aileme savaş açmıştım oyuncu olacağım diye, o yüzden hemen bırakamadım. Ama çok gerildim, hiç sevmedim. Hiç bana göre değilmiş. Bir de sette senden komik olman filan bekleniyor, herkes sana bakıyor. Felaket. Sokakta da çok mutsuz oldum. İnsanlar bana doğru yürüyordu. Herkes beni dövecek zannediyorum. “Abi sana bayılıyoruz” diyorlardı. Sosyal olarak o süreci yönetemedim. Hoşuma gitmedi.


Bir açıklamanda, iyi iş üretebilmek için dibe vurman gerektiğini söylüyorsun. Öyle mi?

-Bence öyle. Özellikle bizim meslekte. Ben mesela “Maide’nin Altın Günü”nü çektim. 1 milyon izlendi. Yapımcılar, Maide’nin Altın Günü 2’yi çekmem gerektiğini söylüyordu. Herkes “1 milyon çok iyi, tebrikler!” diyordu. Arkadaşlarım da “Abi bu güzel bir film!” dese ben yanmıştım. Filmin galasından çıktık. Şahin Irmak çıktı karşıma. “Nasıl buldun?” dedim, “Allah aşkına, bir daha böyle bir film yapma! Rezil!” dedi. O kadar rahatladım ki. “Oh tamam, etrafımda gerçek insanlar var hala” dedim. O fake celebrity dünyasının tam içine girmemiş olmam, beni çok mutlu etti. O yüzden bazı insanlara, onları kırma pahasına, gerçeği söylemek gerekiyor. Çünkü toplum için iyi oluyor. Diyeceksin ki sana mı kaldı? Ama tutamıyorum kendimi ne yapayım.

Derdin tasan hiç bitmiyor gibi ne güzel…
-Bitse intihar ederim herhalde! Dert bittikten sonra yaşamanın ne anlamı var?

Terapistin nasıl biri?
-Harika biri. Mehtap Güngör adı. Ukde diye bir kitabı var, EMDR üzerine. Ağlayarak okudum bütün kitabı. Önerdiği çözümler çok doğru geldi. Kitabı okuduktan sonra, gittim kendisini buldum. Bir psikolog, kendi derinliği kadar, danışanını derine indirebiliyor. Dolayısıyla senden daha derin biri olması gerekiyor. Benimki öyle.

Yorum Bırak

one + 15 =