Zaman, sakin olma, dayanışma, kaygı, korku ve umudu paylaşma zamanı


O, Gülcan Özer.
Psikiyatr.

Ama bana daha çok…

Başını omuzuna dayayabileceğin, dert anlatabileceğin ve bir sürü konuda fikir alabileceğin bir dost gibi geliyor.

Bana verdiği enerji bu. İnsanlarla eşit ilişki kuruyor.

Bilgi satmıyor. Sizinle konuşuyor, konuştuklarından da yaşanmışlık, dinlemişlik ve tecrübe akıyor…

Pek çok şey öğreniyorsunuz.

Şimdi de içinde bulunduğumuz travmatik durumu konuşmak istedim.

Kapısını çaldım…
ayse-1

Fotoğraflar: Fethi KARADUMAN

Bir travma yaşadığımız kesin… Nasıl bir travma bu?

-Önce şu konuda anlaşalım: Bu coğrafya, travmayla, evvel ezel tanışıktır. Kaderi, kederlerle dolup taşmıştır. Alışıktır. Belki de efsunludur. Coşar taşar ve unutur. Hayat devam eder… Bizim ezberimiz budur. Amaaaaa hayat gerçekten devam ediyorken, travma, çok da tanıdığımız bir mesele değildi. Ne var ki bir yılı aşkın bir süredir, istikrarlı bir şekilde her yerde, bombaların patlaması, güvenlik hissimizi darmaduman etti! Üstelik bu, sürekli kendini tekrarlayan bir travma. Umulmadık bir anda, yaşamsal güvenliği hedef alıyor ve hayatları söndürüyor.

Ne tür etkiler yaratıyor insanda?

-Başta çaresizlik… Fiziksel, ruhsal ve ilişkisel çaresizlik. Travma sonrası stres tepkileri, “Anormal bir olaya verilen normal tepkiler” olarak tarif edilir. Çaresizlik, ümitsizlik, kızgınlık, suçluluk, öfke, duygusal donuklaşma, güvensizlik, çatışma eğilimi, uykusuzluk, fiziksel gerginlik, çarpıntı… Bu belirtiler böyle uzar gider. Çoğumuz mutsuz ve çaresiziz. Ama “Hayat devam ediyor!” tadında yaşıyoruz. Kimimiz, “Çalışmaya devam! Üreterek iyileşeceğiz!” umuduyla yaşarken, kimimiz de, gündelik hayatımızı sürdüremiyor, kaygı denizinde boğuluyoruz. Travma sonrası stres bozukluğu yaşıyoruz. Bunu yaşayanlar illaki destek almalı! Çünkü tekrar eden bir travmadan söz ediyoruz;her yeni bombada, kanayan yaraya tuz basılıyor.

Gerçekten de son iki yıldır durmadan bombalar patlıyor. Yüzlerce insan ölüyor. Birinden çıkıyoruz, diğerinin acısı oturuyor içimize. Sıradaki biz de olabiliriz, bir yakınımız da… Peki bunu bile bile yaşama devam etmek, aynı coşkuyla hayata sarılmak mümkün mü?

-Elbette değil! Ne hayat aynı, ne coşku aynı… Gerçek bu! İnsanın, yaşamsal hiyerarşisinde ‘güvenlik’ daima ilk üçtedir. Güvenlik tehdidi yok sayılamaz, pas geçilemez! Travmadan, “Bana bir şey olmaz!” repliğiyle çıkma vakti geçti. Güvenlik duygumuzu sarsan olayları tekrar tekrar yaşadık ve “Benim da başıma gelebilir, benim çocuğumun da başına gelebilir!” günleri başladı…

ÖNCELİKLERİ VE İHTİYAÇLARI YENİDEN SIRALAMAK LAZIM

Tam da bu! Peki n’apacağız?

-Hayatı tekrar yazıp, dizayn etmemiz, kişisel güvenliği önemseyip, dramatize etmeden yaşamaya çalışmamız lazım. Haz çağındayız; ama zaman, sakin olma, dayanışma, kaygı, korku, umut ve paylaşma zamanı…

Ben de “Kafayı yemeden böyle bir dönemin içinden nasıl geçilir” diye soracaktım!

-Valla, vaat edilen bir gül bahçesi yok! Sıkıntılı günler… Çok konuşmak, çok dinlemek, duygularda bonkör olmak, ötekileştirmemek, bilgilenmek ama şiddetin görüntülerinden uzak durmak, aile ve dostları arayıp sormak, sıkça bir arada olmak, yaş alanların sükûnetinden faydalanmaya çalışmak. Benim önerebileceğim şeyler bunlar!

Acılı yas dönemlerinde, insanlardan iki farklı görüş ortaya yükseliyor: “Empati yapalım, her şeyi iptal edelim, hayatı sınırlayalım. Her şey normalmiş gibi davranmayalım. Bu yaşanan acıya saygısızlık olur!” Bir de tam tersini savunanlar var, “Hayat devam ediyor. Onların istediği zaten bu, hayatı erteletmek, durdurmak… Bu fırsatı vermeyelim, işimize, gücümüze devam edelim” mesajını verelim. Hangisi doğru, ne yapmalı?

-Yas, beş basamaktan oluşur. İnkâr, öfke, pazarlık, depresyon, kabullenme. Terör, bombalar, yanı başımızda ölümler, ölebilirliğimiz, çocuklarımızın yaşamsal tehlikede oluşu, yarın ne olacak, dün kayıp, bugün kayıp… Önünde, arkasında ölümü, kaosu barındıran bu duyguların sonu daima yas! Olayı yaşayan, ilk elden tanık olan, haberlerde ve sosyal medyada tanık olan herkes, aslında irili ufaklı yas yaşıyor. Yas ve kayıpla baş ederken de tüm bu katmanlardan geçiyoruz. Kimi, yaşananları inkâr edip, yok sayıp yaşıyor, kimi ise depresyona demir atıyor!

Burada, belirleyici olan ne?

– Kişisel olarak kayıpla nasıl baş edileceği… Sağlıklı yas, basamakları yaşayarak ilerler ve kabullenmeyle defteri kapar. Ancak bizim mevzuda, defter kapanmıyor; çünkü olaylar devam ediyor, yas da devam ediyor. Bu durumda da, “Yakala coşkuyu!” durumunda ısrar etmek, gerçek değil, gerçekçi de değil…Her dakika mutlu olmak şart değildir. İnsan, üzgün olmak, kederli olmak, çok fena üzülmek duygularıyla da tanışmalı ve bunları sükûnetle yaşamayı öğrenmeli. Yaşamı durdurmamak ama öncelikleri ve ihtiyaçları yeniden sıralamak lazım.

Söylediklerinizi anlıyorum da, bu, bizden nasıl çıkar? Maskeli depresyon olarak mı, panik atak olarak mı, obsesif bozukluk olarak mı?

-Travma sonrası en yaygın duygu, kaygı ve çaresizlik. En sık rastlanan psikiyatrik tablo da, kaygı bozuklukları. Kaygı, “Bana bir şey olacak!”, “Yakınlarıma bir şey olacak!”, “Her an hepimize kötü bir şey olabilir!” üçgeninde dolaşır ve sonunda orayı işgal eder. Panik atak, obsesyonlar, depresyon, öfke kontrolünde sıkıntı, alkolün kötüye kullanımı, konsantrasyon bozuklukları, hayata dair anlam kaybı… Sonuçları böyle uzar gider.

“KADERİMSE YAŞARIM” DEMEK VİCDANI YOK SAYMAKTIR

Peki ya bünye alışıyor olabilir mi? Bunca acıyı, travmayı yaşaya yaşaya, tanıklık ede ede, ölümü ve öldürmeyi normalleştiriyor olabilir miyiz?

-Olabiliriz! En fenası da budur! Olumsuz uyaranı devamlı ve benzer şiddette verdiğinizde, uyaranın olumsuz etkisi azalır. Türkçesi, her hafta bomba patlarsa, bombanın kaygı verici etkisi giderek azalır. Bakınız, Ortadoğu!

“Alışmayacağız!” çığlıkları yükseliyor! Bu tarz ölümlere alışmak neden tehlikeli?

-E çünkü alışmak, duyarsızlaşmak demek, kanıksamak demek, kabul etmek, “Kaderimse yaşarım!” demek, vicdanı yok saymak demek… Kişisel olarak da, toplumsal olarak da bu mevzunun en vahşi ve gayri insani sonucu alışmaktır!

Peki çözüm ne? Güzel, tatlı filmler izlemek mi, bir süre sosyal medyadan, Twitter’den uzak durmak mı, bir yerlere gidip uzaklaşmak mı, kendi kozana girmek mi, her zamankinden daha fazla çalışmak mı ya da normal hayata devam etmek mi?

-Dediğim gibi yeni bir ‘normal’ yaratmak lazım. Muhtemel yeni normal, işe güce gidilen, bilgiye temkinli yaklaşılan, şiddet içeren bilgiden kaçınılan, sıkıntıların, kaygıların konuşulduğu ama kaygı fanatiği olunmayan, alternatif düşünceler üreten, iyi senaryoları dışlamayan, alışmayan, umut eden bir normal. Ama tabii, memleket güvenliğinin siyaseten sağlanması da çok mühim. Yoksa, insanlar içinde yaşadığı coğrafyaya, memleketine güvenmez, aidiyeti sınırlı hale gelir, ki bu da çok fena!

Yorum Bırak