Yazar, ressam, psikoterapist, ‘Can Manay’ sanılan Cem Mumcu: Gerçeklik kadar seksi hiçbir şey yoktur

 Fi’, ortalığı yıkan bir kitaptı, dizisi de öyle oldu. En çok da Ozan Güven’in oynadığı Can Manay karakteri konuşuldu.
Kadınlar bu sofistike ve ‘ruh hastası’ psikiyatra bayıldı.
Taa en başından beri de Can Manay karakterinin, psikiyatr Cem Mumcu olduğu söylendi.
İş, isim benzerliğiyle sınırlı kalmıyordu. İkisi de psikoterapi yapıyordu, ikisi de televizyon programı yapıyordu, ikisi de ders veriyordu, Nişantaşı’nda yaşıyordu, ikisinin de gelişmiş estetik zevkleri vardı, filan falan.
Ben aslında bu geyiği konuşmaya gittim ama Cem Mumcu gerçekten etkileyici, bilgili ve katmanlı biri. İnsana heyecan veren, yeni kapılar açan biri, kafanda şimşekler çakıyor onunla konuşunca. Bu yeni dönemin kodlarını da konuştuk, sosyal medyanın hayatımızdaki yerini, birbirimize karşı ne kadar hoyrat olduğumuzu, nasıl kırdığımızı, siyasi iklimi, kaygılarımızı, korkularımızı, korktukça nasıl bencilleştiğimizi ve kırıcılaştığımızı… Sıfır empati, hoyratlık tavan yani…

Sen nevi şahsına münhasır bir psikiyatrsın. Sana ‘psikiyatr’ denmesinden bile hoşlanmıyorsun…
– Evet. Medyaya psikiyatr olarak çıkmam. Altıma doktor yazdırmam, psikiyatr yazdırmam…

Aynı zamanda sanatçısın, ressamsın, yazarsın, yayınevin var ve fazlasıyla özgür bir ruhsun… Sen tam olarak nesin? Ne yapıyorsun? İnsanlığın iyiliği için mi uğraşıyorsun? Onları tedavi ederken kendini mi tedavi ediyorsun?
– Mutlaka! Ben ilk 10 yıl, Bakırköy Akıl Hastanesi’nde çalıştım. 21.5 yaşındaydım. Bütün değer yargılarım orada çöp oldu. O zamana kadar o kadar kolay yargılıyordum ki her şeyi. Oranın bir kokusu vardı. O kokunun içinde kan, ten, sperm, sidik, ilaç, toz, kedi, eski kitaplar ve acının kokusu vardı. Ve çok ağır bir kokuydu. Önce çok rahatsız oldum. Rahatsız olduğum için de kendimden utandım. Derken o kokuyu kanıksadım. Ve sonra “Sakın kanıksama!” dedim. “Kanıksarsan bu sefer acıyı göremezsin!” Sürekli kendini tırpanladığın bir yerdir terapi odası. Kendini sürekli tırpanlar ve küçülürsün ve hiçbir şeyi yargılayamaz hale gelirsin…

“Delileri seviyorum!” diyorsun. Neden? Sahici oldukları için mi?
– Evet. Delilikte numara, hesap, tedbir yoktur. Delilik, pür bir şeydir. Ağır bir meseledir ama pürdür. Deliyle kötüyü karıştırmayalım. Kötülere kötü diyelim, delilere deli. Deli, çok iyi bir şeydir. Hatta benim şöyle bir tespitim var: “Ağız tadında delirmelerine izin verilmeyen insanlar daha fazla delirirler!”

Güzelmiş. Delilerle bizim aramızdaki fark ne?
– Deli, gerçeği değerlendirmesi bozuk demek. Halüsinasyon demek, hezeyan demek. Psikoz yani.

Zaman zaman biz deliliğe ne kadar yaklaşıyoruz?
– Normal insan, çok özel durumlar dışında psikoza çok yakınlaşmaz. Bazı kişilik bozukluklarında geçişler olur. Ama bizim, ‘delirmeye yakın deneyimler’ dediğimiz şeyler, genellikle kişinin kaygılarıdır.

Albert Camus’nün “Oldum olası içimde biri, tüm gücüyle hiçbir şey olmamaya çalışıyor…” lafını neden bu kadar sık tekrarlıyorsun?
– Hemen anlatayım: Bana hep “Siz Türk aydınısınız!” falan dendiğinde, “Allah göstermesin!” derim. Ben Türk aydını denilen şeyden uzak durmak isterim.

Neden?
– Çünkü aidiyeti olan adama ‘aydın’ denmez. Aydın gurbettedir. Her yerle gurbettedir. Çünkü kendi repütasyonuna kasılıp kaldıysa, azalmaya başlar. Senin gazeteci olarak bir repütasyonun var. Ama birdenbire kalbin, göğsün, senin destanına giden yol, sana başka bir şey söylüyor ve sen bunu yapamıyorsun, Ayşe Arman repütasyonuna sıkışıp kaldıysan, o senin başka bir şey yapmanı engelliyorsa, senin özgür bireyliğin yerin dibine batsın! O zaman sen özgür mözgür değilsin, benim gözümde aydın da değilsin, kendi içine sıkışıp kalmış birisin…

Ama çoğunluk böyle bu ülkede…
– Onun için de ben Türk aydını olmak istemiyorum ya! Tamam, aidiyetlerin bizi koruyan kollayan kıymetli tarafları var ama bundan uzak durmamız gerektiğini düşünüyorum. Herkes artık ‘ünlü’ olmak istiyor ya, bilinen biri olmak istiyor ya, Rilke’nin ‘Malte Laurids Brigge’nin Notları’ diye bir kitabı var. Diyor ki: “Eğer bir gün, herkesin bildiği bir ismin olursa, bir gece yarısı elini gökyüzüne kaldır ve Tanrı’dan hiç kimsenin bilmediği yeni bir isim iste. Çünkü şöhret, repütasyon, kişinin benlik arazisinin başkaları tarafından işgalidir!”

Müthişmiş…
– Evet. Mesela sık sık şunu duyuyorum, “Size hiç yakıştıramadım Cem Bey!” Neyi? “Play station oynuyormuşsunuz!” “Siz, maç mı seyrediyorsunuz?” “Arabesk mi dinliyorsunuz?” “Aaaa dans mı ediyorsunuz!” “Küfrediyorsunuz! Size yakıştıramadım!” Sen kimsin ya? Çok acayip işgal bu! Tüm bunları yaparım ben, sana mı soracağım, onay mı alacağım? Instagram profilime fotoğrafımı koyduğumda rahatsız olanlar var. Onlara göre orayı geçmiş olmalıyım. Kendi fotoğrafını koymak bir zaaf onlara göre! Benim de zaaflarım var hem de bir sürü, koyacağım tabii….

SIFIR EMPATİ, YOĞUN HOYRATLIK

Sosyal medya, ilişkileri nasıl etkiledi?
– Şöyle bir örnekle anlatmaya çalışayım: Ben küçükken okullar başlamadan babamla gider, bana gömlek bakardık. Beğenip beğenmediğimi sorardı, sonra da kumaşına dokunurdu. Çünkü ben çocuğum, terleyeceğim. Kırışacak mı, ter tutacak mı? Hatta cebinden kibrit çıkarıp bir ipini yakardı ki, naylonlu mu değil mi anlasın. Yani eskiden hayata bakarken, duyularımızın hepsini kullanıyorduk. Koklamak, ellemek, dokunmak gibi. Şimdi artık bir garip görsel dünyada yaşıyoruz ve sadece gözümüzü kullanıyoruz. Adeta diğer duyularını yitirmeye başladığımız bir dönem. Dolayısıyla meseleye böyle bakınca, birbirimizi görmek ve göstermek dışında bir şeyimiz kalmıyor. Her şey de çirkinleşmeye başlıyor tabii. Sosyal medyayı büyük oranda olumsuz kullandığımızı söyleyebilirim…

Mesela?
– Birbirimize yüz yüze yapamadığımız şeyleri orada çok rahat yapıyoruz. Çok hoyrat bir dil var, Twitter’da, Instagram’da. Yapma abi, karşında biri var, bir insan o! Ama işte yüz yüze olmamak da cesaret veriyor. Kırılmasını görmeyeceğiz nasıl olsa diye o kadar rahat incitebiliyoruz ki, hep bir aşağılama. Bir ‘hahaha kültürü’ var şimdi, herkes birbiriyle dalga geçiyor. Twitter’da veya WhatsApp’ta hep böyle yazılıyor: Hahaha. Bir dur ya! Sıfır empati, yoğun hoyratlık! Bir de genç bir adam sevgili istiyor, billboard’da Photoshop’lu birini görüyor, Instagram’da da öyle… Öyle birini istiyor ama gerçek hayatta öyle biri yok. Selülit ne kadar seksi bir şeydir anlatamadım ben bu insanlara. Kıl dibi, kıl kökü iyidir, güzeldir. Gerçeklik kadar seksi hiçbir şey yoktur. Gerçekliktir seksi olan! Karizmatik olan da hakikattir…

CAN MANAY KARAKTERİ CEM MUMCU MU?

Sana nasıl hitap etmemi istersin? Cem Mumcu mu diyeyim, Can Manay mı?
– Aman Allah korusun!

Ama ortalık yıkılıyor, ‘Fi’deki Can Manay sen mişsin diye…
– Tabii ki değilim! Can Manay karakteriyle alakam yok. Fakat aksi gibi, sanki oymuşum, her şey eşzamanlı yaşanıyormuş gibi o kadar çok insan soru soruyor ki ben de hayret ediyorum. Mesela bir arkadaşım için “Duru o mu?” diye sordular!

Peki bütün bu tesadüfleri nasıl açıklıyorsun? İsim benzerliği, Can Manay-Cem Mumcu, ikisinin de psikoterapi merkezi var, ikisi de televizyon programı yapıyor, yaşadıkları yerler, kılık kıyafetleri, tarzı, benzerliği, estetik merakları…
– Valla ne denir ki, açıklayamıyorum. Çok da umurumda değil. Kişiliğimizin alakası yok. Dışarıdan biraz sert, uyuz filan görünüyor olabilirim. Belki tanımayanlar öyle zannediyordur. Ama tanıdıktan sonra hiç öyle biri değilim. Devamlı “O sen misin?” denmesi hoşuma gitmiyor.

Ama Can Manay seksi ve kadınlar onu baş tacı ediyor…
– Valla o konuda bir eksiğim yok!

‘Fi’nin yazarı Azra Kohen danışanın ya da arkadaşın mı?
– Hiç tanımıyorum.

Senden etkilenmiş olamaz mı?
– Tamamen speküle etmiş olurum. Bilmiyorum. Senin de saydığın gibi bazı benzerlikler var ama kişiliğimizin alakası yok. Ama eski bir sevgilim “Tanımayanların dışarıdan seni böyle görme ihtimalleri yüksek” dedi. Fakat benim kişilik özelliklerim gerçekten farklı, çok daha şefkatli biriyim bir kere. Hesaplı değilim, çok rahatım. O bana göre çok kasık bir kişilik.

Peki sen bir psikiyatr olarak Can Manay’a bakınca nasıl değerlendiriyorsun?
– Ben diziyi mesleğim açısından izlemedim. Milletin sürekli “Sen o musun?” demesi yüzünden izledim. Ama çok beğendim. Türkiye’de izlenebilir dizi sayısı benim gözümde az. Bu onlardan birisi olmuş; yazanı, çizeni, çekeni, oynayanı tebrik ediyorum. Bir dahaki sezon da izleyeceğim. Gayet de iyi iş olmuş. Muhtemelen internetin özgürlüğü de yansımış… Ama öyle psikiyatr olmaz!

Neden?
– Eleştirmek için söylemiyorum. Bir dizi karakterinin gerçeğe uyması gerekmiyor. Mesela hastalarıyla ilgili bilgiyi, asistanından alıyor. Terapötik ilişkide bir başkasıyla bilgi paylaşmayız. İyi bir psikiyatr modeli değil. Ama enteresan bir kişilik. Karakter derinliğinin olması çok iyi bir şey. Eski Türk filmlerinde mesela karakter ya iyidir ya kötü. Hulusi Kentmen iyidir, Lale Belkıs kötü. Oysa yavaş yavaş bunu kırmaya başladık. Gerçek hayatta insanların hem iyi tarafları var, hem kötü. Can Manay da öyle. Duru karakteri de. Sadece iyi, güzel ve seksi değil. Bayağı hırslarını, eksiklerini de görebiliyoruz. İşte o zaman karakterler gerçekçi oluyor.

Yazar, ressam, psikoterapist, ‘Can Manay’ sanılan Cem Mumcu: Gerçeklik kadar seksi hiçbir şey yokturSenin estetik merakın Can Manay kadar güçlü mü?
– Biraz fazla benimki! Hatta bu yüzden biraz şımarık ve ukala bulunabilirim. Gösterişli değilim, “Evimde şuyum da olsun buyum da” türünde bir adam değilim, obsesif de değilim ama evet estetik merakım güçlü. Biraz arogan bile bulabilirsin. Bilmem ne bardağı yoksa o içkiyi içmekten, o çayı içmekten vazgeçebilirim mesela.

Takıntı mı bu?
– Hayır, “Yoksa içmem, içmezsem de ölürüm!” demiyorum. Ama tercihim böyle. Mesela ben çok güzel menemen yapar, gazete kâğıdının üzerinde servis ederim. Bir bakkalın önüne arabamı çekip, bakkaldan peynir kestirip, domates, salatalık, zeytin yiyebilirim. Bu konseptler de bana estetik gelir. Estetik demek, ille de zengin zevkler filan değil yani…

Çirkin bir kadınla birlikte olabilir misin?
– Neye göre çirkin? Bana göre çirkinse olamam ama herkesin çok çirkin dediği, bana çok güzel gelen bir kadınla birlikte olurum! Mesela gerçek bir köy evi estetiktir benim gözümde. Gerçek bir köy evinde, bir köylü kadın gözleme yapıyor, bu sahne benim için çok estetik. Ama İstiklal Caddesi’nde, köylü bir kadını vitrine yerleştirip orada gözleme yaptırdığında bana göre zevksiz o! Benim için samimiyet ve sahicilik önemli…

Sen Can Manay gibi, kafana koyduğunu elde edebilmek için “Her şey mubah” der misin?
– Allah göstermesin! Böyle bir insan ne olmak isterim ne de kimsenin olmasını isterim. Kötü bir insan demektir o. Daha doğrusu, kötü bir insanın tariflerinden biri.

DİKKAT ET! BEN İNSANIM KIRILABİLİRİM

Bu dönem sana danışanlar en çok neden şikâyet ediyorlar?
– Ağır mutsuzluk. Depresyondan bahsetmiyorum, ağır mutsuzluk ve ağır güvensizlik var.

Yarına güvensizlik mi?
– Her şeye. İlişkilere, geleceğe, insanlara, sokağa. Maddi manevi ağır mutsuzluk, güvensizlik, hoyratlık ve bencillik. İnsanın, neredeyse, yaşamını sürdürebilmesi için gerekli en temel unsurların sallantıda olduğunu hissediyor herkes…

Siyası iklim, ruhlarımızı halı gibi örtüyor mu?
– Bu siyasi iklim, sosyal iklim bir sürü şeyi değiştiriyor. Türkiye’deki suçlara bir bak. Eskiden Amerika’nın kırsalında filan olabilecek suçları görüyoruz her gün. “O, onu kesti, 4 yaşındaki çocuğuyla bilmem ne yaptı!” Bunlar olmazdı bu ülkede…

Bunlar vardı da biz bilmiyorduk, sosyal medyayla yayıldı ve görünür mü oldu?
– Hayır yoktu. Ben 10 yıl Bakırköy’de çalışmış adamım. Adli Tıp’ta da çalıştım, en ağır suçları bilirim. Bunlar yeni ve çok acayip. İnsanlar çok öfkeli, çok hoyrat, çok bencil. Aşırı bir bencilleşme var, hepimize yayıldı. Çünkü korkuyoruz, korktukça bencilleşiyoruz! Etik vardı, şimdi etik de sallantıda. Herkes çok mutsuz ve gergin. Umutsuz bir beklemede gibi. Ben hep sorarım: “Kaygı mı üzüntü mü? Hangisini alırsınız?” diye.

Nasıl yani?

– Diyelim ki baban yoğun bakımda. 6 ay boyunca. Öldü ölecek. Bir sen gidiyorsun, bir kardeşin gidiyor. Sen evleneceksin, erteliyorsun çünkü baban ölüm döşeğinde. En sonunda ölüyor. Öldüğünde hissettiğin nedir? Yastır. Üzüntüdür. Ama bitti… Ondan evvelki, o tarifsiz bekleme hali ve belirsizlik hali ise kaygı.

Biz de ülke olarak sürekli kaygıdayız… Öyle mi?
– Aynen. Ve bu korkunç bir şey!

Kutuplaşma, sıkıntılar, ileriyi görememek, yarını kestirememe… Bunlar mı kaygıya yol açıyor?
– Hepsi ve dahası. Tümüyle içinde olduğumuz iklim. Bir de hoyrat bir dil var, hoyrat bir hal var. Hepimiz birbirimize hoyratlaştık! Çok acımasız olduk, birbirimizi kırar olduk. Oysa, ben insanım, dikkat et kırılabilirim! Ama artık bunun da bir önemi kalmadı. Bu hoyratlığı çok tehlikeli buluyorum.

Peki antidepresan kullanımı ne durumda?
– Çok fazla ilaç veren biri değilim. Bu tür durumlarda ilaç vermeyi de önermem. Çünkü ‘depresif tablo’ demem buna. Bu, gerçek. Şöyle bir şey de var: “Kaygılanmayın! Kaygılanacak bir şey yok!” Bu yorumlar da saçma. Şu an bu binada deprem olsa “Korkma!” mı diyeceğim sana? Böyle salaklık olur mu? Kork tabii. Ortada deprem yoksa ve sürekli kaygı duyuyorsan bu bir problemdir. Ama kaygı duyulacak şeyler var bu ülkede. Dolayısıyla gerçeklikle baş etmenin yolu, salakça mutluluk değildir. Kaygılarını dile getirmektir.

Bu dönemin çözümü olarak “Kendi küçük dünyanızda yaşayın, sevdiklerinize sarılın, tutku duyduğunuz şeyi yapın, müzik dinleyin, kitaplar okuyun…” deniyor.
– Bunlar da işin parçasıdır. Bunları yapmayalım, bütün bu kaygılar hayatımızı işgal etsin demiyorum ama yokmuş gibi de davranmayalım. “Odanın içine bir tane kaplan girdi ve biz tutkularımıza tutunalım!” Yok öyle bir şey. Tekamül, gelişmek hakikatten geçer. Bak gerçek bile demiyorum, hakikat diyorum. Hakikatin içinde üzüntü varsa, kayıp varsa yaşayacaksın. Sevgiliden mi ayrıldın? Adam gibi üzül…

AŞKTAN KORKUYORUZ

Aşk ne durumda? Cinsellik ne durumda?
– Bütün bunlar da, onların pençesinde zaten. Viktoryen dönemde insanlar, cinsellikten çok korkmuşlar. Yasaklıymış. Şimdi de aşktan korkuyoruz. Çünkü aşk, narsistik kabuğumuza vuruyor. Birine ihtiyaç duyma hali aşk. Birinden eksik kalamama hali. O biri olmadan yapamama hali. Onun kaybından korkma hali. Aşkı bir zaaf gibi görmeye başladık. Korkunç bir yere gidiyoruz.

Yorum Bırak