Sokaklar da bizim, kahkahamız da…

Nermin Yıldırım’ın beşinci romanı ‘Dokunmadan’ çıktı
Yazın adını bir kenara: Nermin Yıldırım…
Ve söz verin bana, son romanını okuyacaksınız:‘Dokunmadan’.
Yeni çıktı fırından, üzerinde dumanı var…
O kadar iyi bir edebiyat ki…
Beni değil, kendinizi mutlu edeceksiniz…
Uçan bir halı gibi, ucuna yapışıyorsunuz, bacaklarınız havada uçuyorsunuz…
Kurgu şahane, dili de öyle, akıyor, akıyor… Ben o kadar sevdim, o kadar beğendim, o kadar kendimi kaptırdım ki, Nermin Yıldırım hakkında internette ne var ne yok okudum… Buluşmadan önce onun hakkındaki her şeyi hatmettim.
Bir araya geldiğimizde de, hayalimde canlandırdığımdan daha güzel bir ruh gördüm.
Üstelik iyi kalpli hem müthiş gözlemci. Hem çok sıkı bir kalem işçisi. Şimdi dönüp diğer dört romanını da okumak istiyorum.
Kendime vereceğim ilk hediye de, ilk romanı ‘Unutma Beni Apartmanı’nı okumak olacak. Mumbai dönüş uçağına saklıyorum. İyi bir romancı keşfetmek, hayatı güzelleştiren şeylerden biri…
Hadi ben kaçtım.

Ben bir uzaylıyım… Kendini bana nasıl tanıtırsın? Ne iş yapıyorsun? Neden yapıyorsun?
– Hımmmmmm. Gezegene mümkün olduğunca az zarar vererek, hayattan mümkün olduğunca çok tat alarak, kendi halimde yaşayıp gitmeye çalışan biriyim! Bu emelime uygun olarak da bir köşecikte romanlar yazıyorum. Başlarda içine kapanık bir tip olduğum için yazıyordum, şimdi de başka bir yol bilmediğim için yazıyorum…

Neden Barselona-İstanbul hattında yaşıyorsun?
– Yıllar önce Barselona’ya taşındım. İki yanıtı var. İlki şu: Hayatımın bir döneminde yeni bir kültürle tanışmak, yeni bir coğrafyada yaşayıp, yeni deneyimler kazanmak istedim ve Barselona’ya gittim. İkinci ve galiba en baskın sebep ise şu: Âşık oldum, gittim!

Şahaneymiş! Peki aşkın devam ediyor mu?
– Hani böyle her şeyi büyük büyük yaşayan, abartan, sevinmenin de, üzülmenin de hakkını vermeye çalışırken suyunu çıkaran sersem tipler vardır ya, ben onlardanım! Ortalama duygulara imreniyorum ama pek beceremiyorum. Demek istiyorum ki, duygusal dünyamda da ortalama bir şeye müsaade yok. Yani evet aşkım devam ediyor, hâlâ fena halde âşığım!

Ortalama yedi kere yazıyorum

Nasıl adamlara âşık oluyorsun?
– Kendine ama sadece kendine benzeyen adamlara! Şu hayatta, her alanda bana en çekici gelen şey özgünlük.

İyiymiş!
– Ben neye inanıyorum biliyor musun? Sözlüklerde yazan dillerin üstünde başka bir dil var. Dünyanın her yerindeki insanların, hatta sincapların ve menekşelerin de konuşabildiği kadim bir dil… Ben ona inanıyorum… O dili konuşabilen, birbirini duyup hissedebilen her şeye âşık olabilirim ve âşık kalabilirim…

Bu, daha da iyiymiş! Romanların bitince ilk kime okutuyorsun?
– İlk romandan beri birlikte çalıştığım cevval editörüm Işıl Özgüner’e. Işıl, romanı okumadan şöyle ferah ferah arkama yaslanamıyorum. Bir de Özlem ve Murat var, arkadaşlarım. Onlar da mutlaka okur. ‘Dokunmadan’ı yazarken Özlem hamileydi. Bebek doğduktan sonraki ilk aylarda işi başından aşkın olacak, okuyamayacak diye dertleniyordum. Ama romanı doğum öncesine yetiştirdim. Aslan arkadaşım, okudu, bitirdi, uyudu, o gece yarısı uyandı ve doğurdu. Hâlâ roman işi hızlandırdı mı diye düşünüyorum!

Sence genç Türk kadın romancı kuşağının en parlaklarından biri misin?
– Ne kadar parlıyorum bilemem ama gerçek şu ki elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Yazmaktaki tek motivasyonum, yazmayı sevmek. Böyle olunca da çok özeniyorum. Bir romanı ortalama yedi kere yazıyorum. Karakterler için özel sözlükler oluşturuyorum filan. İlhama ya da yeteneğe güvenmek değil benimki, ‘kalem işçiliği’ yapıyorum. Ama netice için bir şey diyemem, okurun takdiri…

Gezegenimiz için çölde kum!

Valla, ‘Dokunmadan’ harika! Herkes, senin için “Çok iyi yazıyor, çok iyi konuşuyor ve çok güzel!” diyor. Bu kadar çok’u bünyede barındırmak seni zorlamıyor mu?
-Yok ya! Cidden mi? Kim söylüyor bütün bunları? Bana neden söylemiyorlar! Söylesinler yahu, bana da biraz moral olsun… İşin gerçeği ben öyle fiyakalı biri değilim. Sık sık ve neredeyse her konuda çuvallarım. Ama halime gülüp geçtiğimden, çevremdekiler de her şeyin yolunda olduğu izlenimine kapılıyor olabilir.

‘Dokunmadan’ beşinci romanın. Sence ‘Unutma Beni Apartmanı’ ya da ‘Rüyalar Anlatılmaz’ kadar ses getirecek mi?

– Zaman ne gösterecek, hiç bilmiyorum. Fakat içimi rahatlatan bir şey var. Benim cevval editörüm Işıl, ilk romanım ‘Unutma Beni Apartmanı’nı çok sever. Sonraki romanları da sevdi ama sorduğumda, “O ilk romanın yeri başka!” dedi. Ne yalan söyleyeyim, ben de gıcık olurdum. İnsan, sonuçta hep daha iyisini yazabilmek istiyor. Ama bu sefer, yani ‘Dokunmadan’ı okuduktan sonra, “En iyi romanın bu!” dedi. Sandalyemden düşüyordum. Bunu Işıl’dan duymak kolay değil. Zira kendisi tam bir sıfırcı hoca. Şimdi bunu okuyunca kızacak ama sonraki romana kadar barışırız nasılsa…

Ne kadar zamanda yazdın?
– Yaklaşık iki sene sürdü…

Senin için ne kadar önemli?
– Yazarken hayat memat meselesi gibi geliyor, acayip önemsiyorsun. Günlerce, aylarca, yıllarca ona kapanıyorsun çünkü. Hayatın onun etrafında dönüyor. Ama bittikten sonra, daha sağlıklı düşünmeye başlıyor insan. Evet, benim için hâlâ çok önemli. Ama gezegenimiz için çölde kum tanesi. Hiçbir şeyi haddinden fazla önemsememeli insan. Başta kendi olmak üzere…

Bir cenaze evinde gibi yazdım

Kolay mı yazdın, zor mu?
– Zor yazdım. Normalde, yazıya sığınabilen biriyim ama bu romanda kendi kurduğum dünya, bana şifa vermeye yetmedi. Aklım, hep hakiki dünyada, olup bitende kaldı. Bir cenaze evinde gibi yazdım romanı ister istemez. Buna rağmen, mizahı eksik etmemeye çalıştım. Gülmek, bir direnme ve ayakta kalma biçimi çünkü! Dünyanın haline ağlamaya kalksak, gözyaşımız yetmez. Ağlamaktan daha iyisini, yani daha faydalısını yapmak lazım…
29 yaşında ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen Adalet’in öyküsü bu roman… Bu hastalık için de kendini suçluyor. Geçmişini didik didik ederek, tek tek kabahatlerini hatırlamaya çalışıyor. Hafızasında geriye giderek, yaptığı ilk kötülüğü buluyor… Mahallede dışlanan arkadaşı Mahsun’un tek gözlü oyuncak ayısına zorla el koymak…

Masumiyeti ilk kaybettiğimiz an neden önemli?
– Aslında kaybettiğimiz ilk andan ziyade, masumiyetimizin varlığını ya da yokluğunu hatırlamak önemli. Çünkü herkes, her şeyden yakınır da, kimse hiçbir şeyi üstüne almaz. Oysa karadelikler, yakınlarındaki yıldızlardan kopan parçaları yutarak büyüyormuş. Tıpkı insanlar gibi. İnsanlar da, içlerinin karanlığını, ruhunu emdikleri başka insanların aydınlığıyla besliyor. Yani bir nevi herkes birbirinin katili! Ama sorsan, herkes çobanyıldızı, herkes incitildi, herkes aldatıldı… Peki o zaman ‘İnciten kim, kim kırdı bunca insanı’, ‘Acaba sandığımız kadar temiz olmayabilir miyiz’? Bu soruları kendimize sorsak bile büyük bir adım bence…

Dünyayı kadınlar kurtaracak

Adalet’in öyküsüyle bize ne anlatmak istedin…
– “Merhaba” demek istedim. “Hani içinizde gittikçe büyüyen sebepsiz, sinsi bir suçluluk duygusu var ya, onun kaynağını merak etmeye ne dersiniz? Sebebini aramaya, bulmaya ve ruhunuzdaki o feci ağırlıktan kurtulmaya…” Sanırım böyle demek istedim.

Peki sen, masumiyetini ilk ne zaman kaybettiğini biliyor musun?
-Hayatım boyunca irili ufaklı hatalarım oldu tabii. Ama bu romanı yazarken fark ettim ki, masumiyetimi asıl katleden, yaptıklarım değil, bahanelere sığınıp yapmadıklarım olmuş! Sanırım susmayı, sessizliğe saklanmayı öğrendiğimde kaybettim masumiyetimi…

Fonda anlattığın yer Türkiye mi?
– Sultanşehri, Sisliyayla, Çaybeli… Böyle şehirler var romanda. Hiçbirini bilmiyoruz. Ama dünyanın her köşesine sinen kokuşmuşluk ve merhametsizlik oralara da, romanın geçtiği ülkeye de hâkim. Bir sürü şey tanıdık geliyor yani. Adalet’e gelince… O, adaletsiz bir dünyada, masumiyetin peşine düşmüş, bu yolda hayatı sorgulayan, yaşadığı ülkeyle, kendiyle ve aşkla yeni baştan tanışan genç bir kadın. Kadın olması lazımdı. Çünkü bence dünyayı kadınlar kurtaracak!
Sokaklar da bizim, kahkahamız da…

MEMLEKET KADIN MEZARLIĞINA DÖNÜŞTÜ!

Kadına uygulayan şiddet, yaşatılan zulüm, taciz, tecavüz, cinayet… Kısacası bu ülkedeki ‘kadın kıyımı’ hakkında ne düşünüyorsun?
– Memleket, bir kadın mezarlığına dönüştü! Kanlı bir mezbahaya. Yeni değil bu ama gittikçe fütursuzlaştı, palazlandı erkek şiddeti. Kadın katillerini kırpıp, televizyon yıldızı yapıyorlar. Karılarını öldüren, el kadar çocuklara tecavüz eden adamlar, mahkemeye kravatla çıkıp, iki damla gözyaşı dökünce, cezalarına indirim alıyorlar. Bir yakalarına şeref nişanı takılmadığı kalıyor! Bize gelince, “Gülme, sokağa çıkma, şu kadar çocuk doğur!” Sonra da “Kadınlar çiçektir!” Neyse ki dikenlerimiz de var…

Binlerce kadının Taksim’de yürümesi sana ne hissettirdi?
– Aralarındaydım. 8 Mart gecesi İstanbul’un en güzel yeri İstiklal Caddesi’ydi. Cesur, güçlü, umut dolu, cıvıl cıvıl kadınlar doldurmuştu caddeyi. Ben de bu umuttan payıma düşeni aldım. Bana, “Bu dünyada kendini en iyi hissettiğin yer neresidir?” dersen, “Kız kardeşlerimin yanıdır!” derim. Dünyayı kadınlar değiştirecek, buna inanıyorum. Çünkü biz, icabında Dünya’yı durduracak, sonra yeri gelince, yeniden döndürecek kadar güçlüyüz.

SUSMAK, GÖZ YUMMAKTIR

Başkasına yapılan bir kötülük karşısında hiçbir şey yapmayıp susmak da kabahat mi?
– Evet. Hem de neredeyse o kötülüğü yapmak kadar büyük kabahat! Susmak göz yummaktır, onaylamaktır. Bazı durumlarda tarafsızlık, cayır cayır taraf tutmaktır! Güçlünün, zalimin tarafını… Büyük utanç!

Felaketler ve zulüm karşısında sessiz kalmak bizim yaptığımız bir şey mi bu topraklarda?
– Hem de öyle sık ve uzun zamandır yapıyoruz ki neredeyse ata sporumuz haline gelmiş!

Adalet’in suçu, hayata ve insanlara dokunmadan, kimsenin yarasına merhem olmadan yaşayıp gitmesi mi?
– Tam da bu, evet! Ama o, uzun süre içindeki suçluluk duygusunun sebebini yaptığı şeylerde arıyor. Küçük suçlarda, sıradan kabahatlerde. Suçluluk duygusunun yaptıklarından değil, yapmadıklarından kaynaklandığını zamanla anlıyor…

Bizim şu anda yaptığımız bu mu?
– Bence öyle. Çevreme baktığımda en sık karşılaştığım duyguların başında, keder, sebebi meçhul bir utanç ve suçluluk geliyor. Oysa etrafımdaki kimse, büyük bir suç işlemiş değil. Ama işte sadece başkalarının işlediği suçların utancını değil, onlar işlenirken başımızı öte yana çevirmenin ağırlığını da duyuyoruz! Çağımızın vebası bu…

Masumiyetin katledildiği bir coğrafya mı burası?
– Maalesef evet. Elbirliğiyle, çünkü olan biten pek çok şeye ses çıkarmayarak müsaade ettik. Çocuklarımıza tecavüz edildi, sustuk. İnsanlar öldü, sustuk. Başka insanlar türlü çeşit haksızlığa maruz kaldı, “Elimizden ne gelir ki!” dedik, yine sustuk. Bütün bunları bizzat yapmadık ama her şey olup biterken oradaydık. Bunun ruhta açtığı bir yara var. Derin, zehirli bir yara. Umarım o yara büyüyüp de bizi aynalara bakamayacak hale getirmez…

HAYATIMI DEĞİŞTİREN ÜÇ KİTAP

Senin hayatını değiştiren 3 kitap hangisi?
– Birincisi, ‘Pal Sokağı Çocukları’. O roman benim için öyle çok şey ifade ediyor ki yıllar sonra sırf çocukluk arkadaşlarımı bulayım diye, 100 sene evvel yazılmış kitabın peşinden Budapeşte’ye Pal Sokağı’na kadar gittim. Sonra Adalet Ağaoğlu’nun ‘Ölmeye Yatmak’ romanı da benim için çok kıymetlidir. Üçüncüsü de Lorca’nın ‘Kanlı Düğün’ü. İspanyolca öğrenirken motivasyonum onu bir gün orijinal dilinden okuyabilmekti…

Yorum Bırak