NEDİM GÜRSEL

Fıtratım böyle seksi seviyorum

Kitapları 25 dile çevrilmiş, bir sürü ödül almış, Sorbonne doktoralı bir edebiyatçı ‘saygın‘ olur.

Sürekli poposunu kollamaya çalışır. Kendini tehlikeye atmaz. Toplumun muhafazakâr değerleriyle oynamaz. Erotik şeyler yazmaz. Ama Nedim Gürsel yazmış. Şahane de yazmış. Tebrik ediyorum. Bizde iyi edebiyatçılar ‘aşk’ anlatırlar; ‘seks‘ tu kakadır, edebiyatçı dediğin cinselliğe çok girmez. Öyle detaylı sevişme filan anlatmaz. O, ‘Grinin Elli Tonu‘nda olur, onun da edebi değeri yoktur, çöp kabul edilir. ‘Tehlikeli Sevişmeler’ öyle değil! Damardan girmiş Nedim Gürsel. Çoğunda otobiyografik tatlar olan harika öyküler kaleme almış. Ben çok sevdim ve çok eğlendim okurken… Çok da düşündüm üzerinde. Gerçek, dürüst ve komplekssiz öyküler… Mutlaka okuyun, kalın da değil, yormuyor. Söz konusu kişi Sorbonne’da karşılaştırmalı Aragon ve Nâzım Hikmet doktorası yapmış ve halen edebiyat hocalığı yapan biri olduğu için de, utanıp sıkılmanıza gerek yok. Göğsünüzü gere gere, “Erotik edebiyat bu!” diyebilirsiniz! Hepimiz benzer şeyler yaşıyoruz aslında; tutkulu sevişmeler, arada kalmalar, tartışmalar, gitmeler, gelmeler, birden fazla insanı bazen aynı anda sevmeler… Ama nedense öyle değilmiş gibi davranıyoruz. Onun bu kadar açık ve şeffaf olabilmesi beni şaşırttı ama hayranlığımı da kazandı. “Benim için hayat, yazmak, yola çıkmak ve sevişmek” diyen bir adamın röportajını okuyacaksınız. Aşkın olmazsa olmaz şartı onun için seks… Benim için de öyle. İyi pazarlar… İyi sevişmeler!

 

Processed with VSCOcam with s3 preset

Siz bu kitabı niye yazdınız?

– Bir sürü sebebi var ama en önemlisi, Türk toplumunun son yıllarda giderek aşırı bir biçimde muhafazakârlaşması. Bu yüzden yazdım…

Nasıl yani?

– Çünkü bundan fena halde sıkıldım! Bu muhafazakâr değerler, bize siyasi iktidar tarafından dayatılıyor ve giderek bireysel özgürlüklerin alanı kısılıyor. Ben, cinsel özgürlüğün de varoluşun önemli bir parçası olduğuna inanıyorum. Cinsel tabularla, yazarlar, sanatçılar, yaratıcı insanlar mücadele etmezse kim edecek dedim. Ve elimi değil gövdemi taşın altına soktum!

Bir tür meydan okuma yani…

– Nasıl algılanıyorsa öyle artık. Bir duruş sergilemeye çalışıyorum aslında…

“Sizler ikiyüzlüsünüz! Cinsellik hepimizin hayatında var. Ama siz gizliyorsunuz, bak ben yazıyorum!” demeye mi getiriyorsunuz?

– Evet! Çünkü özellikle de şu son dönemde cinsellik, sanki utanılacak bir şeymiş gibi anlaşıldı. “Üç çocuk yapın!” diyorlar ama -sevişmenin kendisinden vazgeçtim- telaffuzundan bile rahatsız oluyorlar!

Processed with VSCOcam with a3 preset

İyi de nasıl olacak bu çocuklar? Biz bu işi yapıyoruz, suç olmuyor. Anlatınca mı oluyor? Siz sıkı bir entelektüelsiniz. Galatasaray Lisesi’nin ardından Sorbonne’u bitirdiniz. Modern Fransız Edebiyatı okudunuz. Aynı üniversitede Nâzım Hikmet ve Aragon üzerine karşılaştırmalı edebiyat doktorası yaptınız. Halen Fransa Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi Araştırma Başkanı görevinizi sürdürüyorsunuz. Kitaplarınız 25 ülkede yayımlandı… Yani siz, ciddi bir edebiyatçısınız. Bu öyküler de harika ama neredeyse pornoya varacak kadar ‘sert’. Korkmadınız mı? İnsanlar sizi yargılar diye hiç çekinmediniz mi?

– Anladım ben soruyu. “Koskoca adam bu saatten sonra niye böyle bir kitap yazdı?” demek istiyorsun! Ama bu da edebiyat! Bazen sert pasajlar içerse bile, erotik edebiyat diye bir şey var. Dahası, erotizm, benim yazarlık çizgimde de hayatımda da önemli yer tutan bir kavram.

Bizde edebiyatçılar genellikle ‘aşk’ anlatıyor. Bu kadar ‘seks’ yok. Olunca da edebiyat olmuyor, çöp oluyor… Siz bize başka bir şeyi de mi kanıtlamak istiyorsunuz?

– Bakın, cinsellik, edebi anlamda dile getirilebilir, hatta argo sözcüklerle de dile getirilebilir. Mesele bunu bayağılaşmadan, ayağa düşürmeden yapabilmek. Dünya edebiyatında birçok örneği var. Ben edebiyatın sınırları içinde kalarak, kadın-erkek arasındaki cinselliği elimden geldiğince bütün derinliğiyle anlatmaya çalıştım.

 

Processed with VSCOcam with s3 preset

50’den sonrası harikaydı

Sizin için yaşamanın en önemli üç fiili, yazmak, yola çıkmak ve sevişmek mi?

– Doğru bir saptama! Yazmak benim için bir varoluş biçimi. Yolculuk ise vazgeçemediğim bir durum, yolculuktan besleniyorum da. Sevişmeye gelince, sanıyorum birçoğumuzun varoluşunu belirleyen libido, benim de öyle. Ya bastırırız ya da ona bağımlı olarak yaşarız. Ben ikisinin arasında bir yerdeyim. Çünkü ergenlik dönemimde libidomu çok bastırdım. Galatasaray Lisesi’nde sekiz yıl yatılı okurken yatakhanede kadınları çok hayal ettim, çok özledim. Benim için hep ulaşılmaz bir yerdeydiler. Belki de buna bir tepki olarak, daha sonra Paris’e gittiğimde, kendimi Sorbonne’da bir kadın cennetinde buldum. Ve bunu telafi etmeye çalıştım, tensel serüvenim işte böyle başladı.

Bu öykülerin bir kısmı otobiyografik gibi duruyor, yanılıyor muyum?

– Hayır. İster istemez birçok otobiyografik unsur bu kitaba sızdı. Ama tabii ki bir kısmı da hayal gücü…

Siz uzun yıllardır evlisiniz. Ama hiçbir kadına tutunamamış olmaktan sık sık söz ediliyor kitapta…

– Çünkü çok zor bir kadınla bir ömür yaşamak. Öyle mutlu insanlar olduğunu biliyorum, ben onlardan olamadım. Bir de sanırım bir kuşak sorunu bu. Benim kuşağım, cinsel özgürlüğün bir slogan olarak ortaya atıldığı 68’i yaşam tarzı olarak seçen bir kuşak. Cinsel özgürlüğün toplumsal ve bireysel anlamda talep edildiği olaylar 1968’de Paris’te yaşandı. Bundan etkilenmemek mümkün mü?

Sizin en güzel yaşlarınız ne zaman başladı?

– 40’tan sonra başladı. Ama 50’den itibaren harikaydı. Hem edebi anlamda hem kadınlarla ilişkiler anlamında…

Peki 60’tan sonra ne oluyor? – Valla 60’tan sonra duygusal hayatım biraz karıştı. Bulanık bir suya dönüştü. Bakınca dibini göremezsiniz, öyle yani…

İyi de 64, tüm bunlar için biraz yıpratıcı ve yorucu, değil mi?

– Yıpratıcı olduğu kesin! Kimi zaman kederli ve hüzünlü de oluyorum ama içinde bulunduğum psikoloji, aynı zamanda beni stimüle ediyor. Bu karışıklıktan gelen sinerji, edebiyatımı da besliyor. Zaten öyle olmasaydı ‘Tehlikeli Sevişmeler’ çıkmazdı ortaya. Bezgin, yaşlı bir adam olurdum. Ama öyle hissetmiyorum, zaten değilim de…

Siz şu hayatta, seksten çektiğiniz kadar hiçbir şeyden çekmediniz mi?

– Orhan Veli’nin Süleyman Efendi’si, nasırından çektiği kadar hiçbir şeyden çekmemişti. Ben de seksten çektiğim kadar hiçbir şeyden çekmemiş olayım…

 

Processed with VSCOcam with s3 preset

Türk edebiyatında dış kapının mandalı mıyım?

Kitabın kahramanı, kendini bazen yaşlı, yorgun, yenik, edebi yetkinliğine ulaşamamış gibi hissediyor… O sizseniz, kendinize haksızlık etmiyor musunuz? Yoksa bu, aşırı tevazu mu?

– Ne yalan söyleyeyim, son yıllarda, sanki biraz görmezden geliniyorum duygusuna kapıldım. Ben Türk edebiyatının bir parçası olabilir miyim? Olabildim mi? Olduysam neresindeyim? Dış kapının mandalı mıyım? Buna tabii okurlar karar verir. Ama ben, içinde hep daha iyisini yapabilirim duygusuyla yaşayan ve çalışan biriyim.

İyi baba olamadım

Kızlarınızla ilişkiniz nasıl?

– İki kızım var. Leyla, Sorbonne’da okuyor. Bir de küçük bir kızım var Dilay. Onun da iki yaşını yeni kutladık.

Kendiniz için “İyi babayım” der misiniz?

– Hayır. Bu yalan olur hem de Leyla’ya haksızlık olur. Ben evde olmayan bir babaydım. Leyla’yla yeterince ilgilenemedim, bunun yol açtığı olumsuz sonuçlarda da payım var. Umarım küçük kızımla büyük kızımla kuramadığım diyaloğu kurarım. Ama bu arada Leyla’ya bir değil, iki kitabımı ithaf ettim…

Bunun ne önemi var ki, iyi baba olamamışsınız…

– Evet ama belki şöyle der: “İyi baba olamadı ama hiç olmazsa iyi bir yazarmış!” Bu bile yeter bana. Her şeyde iyi olmak mümkün değil ki bu hayatta. Hem iyi yazar olacaksın hem iyi baba olacaksın hem iyi koca olacaksın. Çok zor. Ben beceremedim.

Sizin sorununuz her şeyden sıkılmanız mı? Bunun sebebi ne? Bu hiç bitmeyen arayış sizi yormuyor mu, tüketmiyor mu?

– Evet, arayış hep oldu. Ama bu, aynı zamanda bana enerji veren bir şey. Bıkkınlık hiç olmadı ama en başa dönüyorum, bazı şeylerden artık sıkılmaya başladım. Muhafazakârlıktan çok sıkılıyorum mesela. Aynı siyasetçiyi her gün televizyonda görmekten sıkılıyorum. Dünyayı keşfetmekten, yolculuklardan, kitap okumaktan, iyi bir eser görmekten, tiyatroya gitmekten hiçbir zaman sıkılmadım ama şu içinde yaşadığımız Türkiye’nin siyasi ortamı beni boğuyor!

Sanatçı libidosunu dışa vurabilmeli

Sekse bu kadar düşkün oluşunuzu neyle açıklıyorsunuz?

– Fıtratla desem… İnsanın yapısında olan bir şey bu. Ben tek değilim bu arada, birçok insan böyle. Ben gizlemiyorum sadece. Walt Whitman’ın şu dizesini çok severim: “Sex contains all.” Doğrudur da, cinsellik her şeyi içerir. Libido dediğimiz şey, bastıralım ya da ona bağımlı olalım, dışa vuralım ya da vurmayalım, varoluşumuzu belirler. İnsanlık tarihi, aynı zamanda seks tarihidir. Fallusa tapan kabileler var!

Böyle laflar ederek insanları kışkırtmak hoşunuza mı gidiyor?

– Elbette! Her yazarın, sanatçının bir kışkırtıcı yönü olabilmeli. Bu onun hakkıdır diye düşünüyorum. Bu benimsenmese de, hoşgörüyle karşılanmalı. Eğer bu hoşgörüden yoksunsak, hiçbir şeye tahammülümüz yoksa, o zaman eyvah, biraz geri kalmışız demektir. Bakın, sanatçı, libidosunu da dışa vurabilmeli. Neden sizce Picasso 90 yaşında boğa figürleri, çıplak kadın figürleri çiziyordu?

Processed with VSCOcam with s3 preset

Libido, katil de yaratır, deha da

Hayatında artık seks olmadığı için… Olabilir mi?

– Büyük bir olasılıkla. Ama onun kübizmin başlangıcı sayılan‘Avignonlu Kızlar’ tablosu da, aslında bir genelevin tasviridir. O zaman Picasso gençti ve genelevlerden çıkmıyordu.

Libido ile deha arasında bir paralellik var mı?

– Ben kesinlikle olduğuna inanıyorum. Bu demek değil ki, libidosu çok fazla olan herkes daha iyi olur. Hayır, bazıları katil de olabilir, bazıları kadına şiddet de uygulayabilirler. Böyle bir yanı var. Onun için ‘Tehlikeli Sevişmeler’ diyorum. Tutku ve derin aşk, şiddete de dönüşebilir. Tehlikeli bir alandır. Libido, öyle hafife alınacak bir şey değil yani. Dâhi de yaratır, katil de…

Öyküleriniz, sevişmeye güzelleme… Adlı adınca her şeyi, çekinmeden, ayrıntılı ama ucuzlatmadan anlatmışsınız… Fakat aşk yok…  Öyle mi?

– Ben kitabımda, aşkın olabilmesi için mutlaka seksin olması gerekiyor diyorum. Ama seks varsa, ille aşk da olacak anlamına gelmiyor… Fakat yaşanan şeyin aşk olabilmesi için, seksin olması, tenlerin birbirine kenetlenmesi ve birbirini çağırması şart.‘Tehlikeli Sevişmeler’ bunu dile getiren bir kitap. Ama sadece cinsellik yok, onun getirdiği derin bir yalnızlık duygusu da var.

Mutlu aşk yoktur mutlak aşk vardır.

Siz aşka inanmıyor musunuz?

– Elbette. Hem tasavvufi anlamda hem de iki insan arasındaki aşka inanıyorum. Ama yeri gelmişken, Aragon’un bir dizesini hatırlatırım: “Mutlu aşk yoktur!” Ben de katılıyorum, bence mutlu aşk yoktur, mutlak aşk vardır. Yunus Emre gibi Allah aşkına kapılabilirsiniz. Ama ben yine Aragon’dan devam edeyim: Elsa’ya 50 yıl taptı. Elsa öldükten sonra başka bir kadınla olamayacağı için homoseksüel oldu. Üstelik 70 yaşında. 82 yaşında da öldü. Ben de cenazesine katıldım…

Belki de hep homoseksüeldi, ancak o yaştan sonra kendini serbest bırakabildi…

– Doğru olabilir, Aragon’un gerçeküstücü döneminde eşcinsel eğilimleri vardı. Sonra tekrar oraya rücu etti.

Siz mesela bu kadar her şeyi merak eden bir erkek olarak, eşcinselliği hiç merak etmediniz mi?

– Etmez olur muyum? Ettim. Ben, hazza önem veren, hedonist anlayışı benimseyen bir insanım. Ama bugüne kadar eşcinsel bir deneyimim olmadı. Tabii bu, bundan sonra olmayacağı anlamına gelmez. Kati bir şey söyleyemem ama iflah olmaz bir şekilde kadınları seviyorum.

Kitapta bir öykünüz var. Şunu bir anlatır mısınız? Seks, sakat kalmayı göze alacak kadar vazgeçilmez bir şey mi?

– O öykü, kitaba adını veren öykü. Seks, ille de her gün yapılması gereken bir şey değil ama bir risk söz konusu olduğunda daha fazla heyecan veren bir şey. Onu anlatmak istedim. Kadın ve erkek kaza geçiriyorlar. Erkeğin belinde bir sakatlık oluyor, sırtüstü yatması ve çelik korse takması gerekiyor. Ama bu sevişmelerine engel olamıyor. Sevgilisi adama, “Romalı gladyatörler gibi olmuşsun! Çıkar şu korseyi” diyor ve üzerine geliyor. Ancak o pozisyonda sevişebiliyorlar ve tek bir yanlış hareket, adamın felç olmasına yol açabilir. Ama yine de sevişiyorlar…

Kadınlarla arkadaşlığı erkeklere tercih ederim

Sizde ne var ki sürekli kadınlar etrafınızda?

– Ben daha çok kadınların refakatini seviyorum. Erkek toplantılarına filan gitmem. Maçlarla ilgilenmem. Bir kadın arkadaşımla -ille de seks olması gerekmiyor- yemek yemeyi bir erkek arkadaşımla yemeye her zaman tercih ederim. Kadınları önemserim, onlarla eğlenirim, onlardan öğrenirim.

Bir erkeğin çokeşli olmasının sebebini annesiyle kurduğu ilişkiye bağlıyorsunuz…

– Evet, böyle görüşler var. Ben de bir erkeğin çokeşliliğe eğilim göstermesinde, annesiyle kurduğu ilişkinin önemli bir payı olduğunu düşünüyorum. Anne şefkatinden yoksun kalan erkek, bir başka kadında anne şefkatini bulamayacağı için, sürekli kadın değiştirebilir.

Siz hayat boyu hep ‘giden’ miydiniz?

– Şimdi şöyle: Evet, ben gittim ama hayatıma giren kadınlar genelde beni terk etti. Benim temel meselem şu: Ben terk edemiyorum. Onun için terk edilenim. Ama terk edilmek için her haltı yiyen de benim!

Bunu da açıksözlülükle itiraf ediyorsunuz!

– Evet, ben böyleyim.

Kadınlar için; erkek, kaldığında alışkanlık ve tekdüzelik yaratan, gittiğinde yalnızlığından şikâyet edilen bir varlık mı?

– Evet, kitapta genellikle böyle anlatılıyor. Ayrılık da aşkı tetikleyen şey. Aşkın tutkuya dönüşmesine yol açansa ayrılık. Dolayısıyla kitapta bol bol ayrılık ve özlem var.

Peki sizin için aşk, ayrılıktan ibaret mi? Sonu hep kötü biten bir ‘oyun’ mu?

– Evet, ayrılıktan ibaret. Fakat oyun olmasa bile, bir güç ilişkisi olduğunu söyleyebilirim aşkın. Bunun en somut örneğini De Laclos, ‘Tehlikeli İlişkiler’ adlı kitabında vermiştir. Orada oyun, şiddete ve cinayete kadar gider.

Psikolojik olarak sorunlarınız olduğunu düşündüğünüz oldu mu?

– Elbette! 20’li yaşlarımda psikanaliz de yapmak istedim çünkü o zaman Sorbonne’da öğrenciydim. Ve çok modaydı. Lacan’ın seminerlerini izlerdik. Âşık olduğum kızların da bazıları psikanalizdeydiler. Ama ben aynı zamanda yazmak istiyordum. Bir psikanaliste danıştım. “Psikanaliz 6-7 yılını alır ve bu arada yazamayabilirsin. Çünkü sen nevrotiksin!” dedi bana. Nevrozum da beni besleyen şey, o yüzden psikanalizden uzak durdum. Ama belki yapsaydım, duygusal hayatım, şu son yıllarda olduğu gibi problemli olmazdı!

“Çok kadın eşittir sıfır gerçek beraberlik”… Buna inanıyor musunuz?

– Hayır! Ben, her kadının ayrı bir tadı diyeceğim ama dili iyi kullanmaya özen gösteren biri olarak çok cinsiyetçi bir söylem olacak. “Çok kadın sıfırdır. Tek kadın bütün bir varoluşu doldurabilir” görüşüne pek katılmıyorum.

Öykülerinizin insanı etkileyen tarafı gerçekçiliği, samimiliği… Yalan yok… Saptırma yok… Başka türlü anlatmaya çalışma yok… Dürüst hikâyeler… Siz hep kendinize dürüst mü oldunuz? Yoksa, “Hikâyeler öyle de ben öyle değilim!” der misiniz?

– Aynen böyle! Çok iyi özetlediniz. Hayatımda da bu ölçüde dürüst olmak isterdim ama olamadığımı itiraf edeyim. Buna karşılık yazarlığımda ve aydın duruşumda dürüstüm.

Tutku yıkım, özlem bıkkınlık mı getirir?

– Tutku, tehlikeli bir şey. Tutku, yıkım getirir. Özlem her zaman bıkkınlık getirmez ama özlemek için sevmek lazım. Ötekini istemek, ötekinin yokluğunu yaşamak lazım. Bıkkınlık olsa olsa sürekli bir arada olmaktan kaynaklanabilir.

Yorum Bırak