Kuran’da kadın-erkek ayrımı yok

 131 sayfalık minicik bir kitap.
Yumruk yemiş gibi oluyorsunuz!
Sanki bir sürü şeyin cevabı var kitapta, aradığınız şeylerin…
Yazarı Rengin Sakaoğlu.
Bu, onun hayatındaki ilk röportajı.
Farklı bir kişilik.
Ve çok farklı şeyler anlatıyor.
Biz genelde din âlimlerine alışığız. Onlar Kuran’ı bilirler ama kuantumla ilgilenmezler. Ya da kuantumla ilgilenenler, tasavvufu dikkate almazlar. Bilim adamlarının bir kısmı da Allah’a inanmaz.
Ama işte Rengin Sakaoğlu üçüyle de ilgileniyor.
Ve bir an geliyor hepsi aynı şeyi söylüyor.
Çünkü ona göre hepsi Allah’ın ilmi…
Sizi tenor bir babanın, High School ve Boğaziçi Ekonomi mezunu kızıyla baş başa bırakıyorum…

‘Güneş Bazen Mavi Doğar’ diye bir kitap yazdınız. Okurken çarpıldım. Bazı yerlerini anlamadım, tekrar tekrar okudum. High School’da okumuşsunuz, Boğaziçi Ekonomi’yi bitirmişsiniz. Siz, hayatınızı farkındalığa adamışsınız, uzun bir içsel yolculuğa çıkmışsınız. Hem Kuran’ı biliyorsunuz hem tasavvufu hem de kuantumu…
– Estağfurullah! Bildiklerimiz okyanusta bir damla dahi etmez. Bilmiyorum, sadece içimden gelen bir istek var…

Nedir o istek?
– Bu zamanın ilmiyle, Kuran’ın ve peygamberlerin getirdiği ilimleri bir arada söyleyip, yeni sözler ve yeni hallerle ifade edebilmek. Mevlana’nın, “Cancağızım, yeni şeyler söylemek lazım!” sözü, bu manada naçizane biraz yakın geliyor bana. Çünkü bazı şeyler, kalıplaşmış şekilde söylendiği vakit duyulamadığını fark ettim. Ben de duymuyordum…

Aynı söz, başka türlü söylendiği zaman daha mı rahat anlaşılıyor?
– Evet! Algılarımıza daha rahat hitap ediyor. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Bakın Sufilerin yüzyıllardır yaşadıkları şeyleri, Batı dünyasının yeni bir keşif gibi söylemesi hoş bir şaka gibi. Öte yandan Batı’nın bilimsel katkıları da tartışılmaz. Kuran ise, yeryüzüne gelmiş en muazzam şey. Kuran’da ve tasavvufta geçen bazı şeyler, bilimsel olarak da kanıtlanmış durumda. Kuantum diye bir bilim var artık. Benim altını çizmek istediğim de bu, her şey Allah’ın ilmi aslında…

Siz nesiniz? Kimsiniz?
– Ben Renginim. Herkes gibi, Adem tohumuyla var olmuş biriyim. Kadın-erkek ayırmadan, hepimizin Adem tohumuyla var olduğunu fark edebilen biriyim. Sırf bu yüzden saygıya layık varlıklarız. Rengin olarak bir içsel yolculuğum oldu. Hâlâ da devam ediyor. Ben kendimi bilmek istedim. Ama Allah’ı bilmeden kendimi bilemeyeceğimi fark ettim. Bu yolculuk sırasında da bize din diye aktarılmış olan şeyler arasında bana iyi ve güzel gelmeyen ne varsa, ‘nasıl aşılır’, ‘nasıl fark edilir’ ve ‘doğrusu nasıl yaşanır’; bunlara kafa yordum. Ve sonunda kendi içimde bir açılım oldu. Tabii bu uzun yıllarımı aldı. Bu kitapta da bunları anlatıyorum…

Biz genelde din âlimlerine alışığız. Onlar Kuran’ı bilirler ama kuantumla ilgilenmezler. Ya da kuantumla ilgilenenler tasavvufu dikkate almazlar. Bilim adamlarının bir kısmı da Allah’a inanmaz. Benim ilgimi çeken, siz üçüyle de ilgileniyorsunuz…
– Ben din adamı nedir, doğrusu çok bilmiyorum. Evet, kendilerine din adamı diyenler var. Öyle tarif ediyorlarsa, mutlaka öyledirler. Benim onlarla bir alakam yok. Şunu fark ettiğimi söyleyebilirim: Eğer böyle bir yolculuk yapacaksak, bir şeyleri fark edeceksek, ilk önce kendimizdeki mekanizmayı işletmemiz gerekiyor…

Siz de öyle mi yaptınız?
– Evet. Allah bu alemi, bilinmek ve muhabbet için yarattığını söylüyor Kuran-ı Kerim’de. “Bilinmekliğimi istedim. Beni biliniz” diyor. Demek ki Allah, bilinebiliyor! “Ben âlemlere sığmam, bir müminin gönlüne sığarım” diyor. O zaman ben “Gönül nedir?” diye bir soru sordum kendime. Ve bu gönül nasıl hareket eder? Sözünü ettiğim şey, bu dünyada kullanmaya alıştığımız ‘kıyasi akıl’dan ziyade, bilince, yani gönle geçebilmek. Ben gönlümü biraz daha ortaya koyabilmeye talip oldum. O sonsuz aşk ve muhabbet denilen yeri talep eden bir tarafım oldu. Ama herkes talep edebilir bunu, herkeste bu mekanizma var…

Açalım bu söylediklerinizi… Siz, bu kitabı bize ne anlatmak için yazdınız?
– Aslında bir şey anlatmak için yazmadım. “Mesaj vereyim, birine bir şey öğreteyim” diye bir çabam da yok. “Ama bir söz söyleyeyim” diyen bir halim var. Sözü de ilk önce kendime söylüyorum. Kendime söyleyemediğim bir sözü zaten bir başkasına söylemem. Bize, şah damarımızdan daha yakın olan ve bilinmekliğini isteyen Allah var. Kadın, erkek, zengin, fakir, çöpçü, işadamı kısacası herkese, şah damarından daha yakın! Ve yolculuğumuz onu bilmeye doğru, kimseyi ayırt etmeye doğru değil. Ama bizi ayırt eden ve bu boyuttaki vücudumuzu koruyan bir amigdalamız var. Beynimizde bir sistem. Yani ‘kıyasi aklımız.’ O da ispat istiyor. Oysa gönül, eminlik istiyor. Allah da, gönülle bilinebiliyor! İspatla, kıyasi akılla değil…

‘Kıyasi akıl’, başa bela o zaman…
– Bu sorunun cevabını ben veremem. Bakın, kuantum dolaşıklarıyla herkes birbirine bağlı. Bunu Batı dünyası fiziken ispatladı. Mesela biri bir şey yapmak istiyor diyelim, kitap yazmak istiyor, müzik bestelemek istiyor. Ama o, daha bunu yapmadan bir bakıyor ki başkası yapmış! Sebebi şu: Kuantum dolaşıklarıyla, hepimiz birbirimize bağlıyız ve muazzam hareket eden bir enerji alanı var. Bu da ispat edildi. O yüzden de siz yapmazsanız, o fikri bir başkası hayata geçiriyor. Onun o fikri hayata geçirmesine, ‘kıyasi akıl’la bakarsanız, kıskanabilirsiniz. Ama kolektif bilinçle bakarsanız bu sizi mutlu eder. Böyle bakmayı öğrenmek de elimizde…

İnsanın kendini bilmesi nedir?
– Kendini fark etmesidir. Ama bu mental alanda olan bir şey değil. Yani ‘kıyasi aklın’, bulabileceği bir şey değil. Ancak gönlünüzün derinliklerinden bir onay çıkar, ‘iç ses’ de denebilir buna. İşte kendini bilmek, bu iç sesimizi fark etmemizden ibaret. Bunu fark ettiğiniz vakit, o yerde Allah’ın bütün esmaları, isimleri, her şeyi yer alır. Ve daha bir sürü derinlikler. Tamamen algının açılmasıyla fark edilen bir nokta. Şöyle bir örnekle anlatayım: Cep telefonuna bakıyorsunuz, devamlı yeşil bir tuş görünüyor, whatsapp’ı gösteriyor. Ama size gösteren olmamış, orada olduğunu da bilmiyorsunuz ama orada. İşte her şey, orayı fark etmenizden ibaret. Ama ‘bilmek’ değil. Hatta çoğu zaman bilmeye gayret etme çabası, o noktayı bulmanızı zorlaştırıyor…

KURAN “OKU!” MESNEVİ “DİNLE!” DİYE BAŞLIYOR

Kuran’ın, Arapça yazılmadığını söylüyorsunuz, sizce nece Kuran?
– Rabca. Kuran-ı Kerim, “Oku!”, Mevlana’nın Mesnevisi “Dinle” diye başlıyor. Okuyabilmek için o lisanı bilmek, öğrenmek gerek. Kuran-ı Kerim Arapça değil, Rabca. Arapça olsaydı, tüm Arapça bilenler okuyup anlayabilirlerdi. Ebu Leheb, Ebu Cehil, Arapça bilmelerine rağmen anlamadılar…

Açar mısınız biraz?
– Normal kıyasi bir akılla da okunabilir Kuran. O zaman Arapça bilmeniz yeterli. Ama ben gönül haliyle okunması gerektiğine inanıyorum. Gerçekten Arapça olsaydı, bütün Arabistan Kuran biliyor olurdu. Ama öyle değil. Demek ki, bunun anlaşılması için başka bir hal, başka bir lisan gerekiyor. Bu da Rab lisanı bana göre. Rab lisanı da öğrenilebiliyor. Herkes buna mazhar. Her bir insanın özünde bütün bu esmalar var. Kimseye özel değil. Allah, her insana şah damarından yakın…

EVİME GELEN BAŞIMIN ÜZERİNE BUYURSUN!

Siz nasıl böyle evi açık, gönlü açık biri oldunuz?
– Ben bilmiyorum, ben ne oldum. Ben hiç bir şey olmadım.

Bazen öyle bir cümle yazıyorsunuz ya da söylüyorsunuz ki, insanın o an aklındaki meselesinin yanıtını vermiş oluyorsunuz. Nasıl oluyor?
– Eğer böyle ise gerçekten, bir tek insan bile böyle hissettiyse… Çok şükür! Bir kişinin bile gönlüne gittiyse söylediklerim, bir kişinin bir damla yarasına veya sorusuna merhem olduysa, bir yanıt bulduysa… Ben rabbime milyonlarca kere teşekkür ediyorum.

Niye insanlar sizin evinize sohbete geliyor? Huzur mu buluyorlar, şifa mı buluyorlar?
– Estağfurullah. Bilmiyorum. Ben de gidiyorum, yalnız benim evime geliyorlar diye bir şey yok. Gelen başımın üstüne buyursun. Olabildiğince buyursun. Belki de samimiyet hakikate, hakikat de oradan bir şifaya dönüşüyordur.

NEFSİNİ BİLEN, RABBİNİ BİLİR

Kitabınızın başında soruyorsunuz: “Sen kimsin? Bu aleme niye geldin? Yaratılış amacın nedir? Siz, kendiniz için bu soruların cevabını verebiliyor musunuz?
– Belli miktarda verebiliyorum. Hepimizin, ‘yaradılış sebepler alemi’nde bir sürü şey var ama Allah Kuran’da kadın-erkek ayrımı yokdiyor ki, “Ben, sizi, bana kulluk edin diye zuhur ettim.” İnşallah bunun hakikatini biraz fark edebiliriz…

“Alem bana ayna imiş, ben bu dünyaya bunun için geldim” diyorsunuz…
– “Bakmak” demek, seyretmek demek. Hatta buna tasavvufta “seyrü süluk” denir. Eğer biz seyre geçebilirsek, olaylara ve durumlara tepkisel haliyle yaklaşmayı bırakırsak, aynı olayları başka türlü görebiliriz. Hatta zıtlıkları, ‘farklılık’ olarak görebiliriz. Bu sadece bazı insanlara özgü değil, hepimiz bu şekilde bakmayı öğrenebiliriz…

Siz diyorsunuz ki, burası bir manyetik alan…
– Evet. Hepimiz, bir anne-babadan, manyetik bir alana doğuyoruz ama farkında bile değiliz. Ve bu manyetik alanda DNA’larımız var, annemizden babamızdan geçmiş bir sürü kayıtlarımız var. Bu alanın, bir nefs alanı, bir manyetik alan olduğunu fark edersek, başımıza geleni de okuma gayretimiz olur…

Nasıl yani?
– Her şey, bize bir şey söylüyor aslında. Başımıza gelen her şey, bize, “Hayatı oku!” diyor. Zaten Kuran da “Oku!” diye başlıyor. Eğer bunu fark edersek, öğrene öğrene ilerliyoruz. O zaman da, “Ha tabii ya!” diyoruz, “O olay buydu! O yüzden oldu, başıma geldi, yaşandı…” Ama kişi ancak kendi özünden isterse bunu fark edebilir…

Ya istemezse…
– O zaman işte, “Neden ben, neden ben” diye sorup durur. Başına gelenlerden de bir ders almayabilir. Tekrar benzer şeyleri yaşayabilir. Bu boyutun birtakım gerçekleri de var. Polarite gibi. Yani zıtlıklar. Yani iyi-kötü kavramları gibi. Eğer istersek, demin de dediğim gibi, biz bunları ‘fark’ olarak görebiliriz. Kendi içimizde yolculuk yapmaya niyet edebiliriz. “Nefsini bilen, rabbini bilir” denir. Rab ismi için, kendi özümüzdeki esmalar denebilir. Ve o esmalar, bizi bir şeye zorlar. Rab öğreticidir, bizi zorlayandır. Allah’a yakınlaşabiliriz. Ama o da sadece gönülle olur, kıyasi akılla değil. Kuran’ı okurken, kendimizi de okuruz. Fakat “Bu başıma gelenler neden oluyor” diye isyan etmeye devam edersek, kendimizi okuma zamanımız gelmemiş demektir. Çünkü reaksiyonda duruyoruzdur, reaksiyonda olduğumuz şeyi okuyamayız…

HEPİMİZ ADEMİZ, ADEM DE BİR BİLİNÇ HALİ

Kuran’da kadın-erkek ayrımının olmadığını söylüyorsunuz. Bu ne demek?
– Kuran’da eril ve dişil kavramları bir arada. Yani erkek diye yorumladıkları her şey, kadınlar için de geçerli. Dişi olarak söylenen her şey de, erkekler için geçerli. Ama bu ancak ‘gönül hali’nde fark edilebilir…

Hepimiz Adem miyiz yani?
– Evet. Adem de bir bilinç hali. Cinsiyeti yok.

Peki Kuran, kadını nasıl konumlandırmış?
– İslam, barış demektir. İslam kelimesi, selamdan ve selametten gelir. Eğer o kişi, selamete erdiyse, o hal bir barış halidir. Onu da Allah bilir. Kadının içindeki Allah değil de başka bir şey mi? Hepimizin içindeki Allah. Kısacası kadın-erkek diye bir ayrım yok. Birçok şey söyleniyor. Diyorlar ki, “Ama Kuran’da var!” Ben bakıyorum yok…

KABE’DE KADIN ERKEK BİRLİKTE NAMAZ KILIYOR

Cenaze namazını kadınların erkeklerle birlikte kılabileceklerini söylüyorsunuz…
– Evet, Kabe’de da kılınıyor. Bence birlikte kılınmasında bir mahsur yok. Ama başka türlü düşünenler var, bunu böyle yaşamak istemeyenler var. Herkese saygım var.

Sizce Kuran’a göre örtünmek de mi gerekmiyor?
– Gerekli ya da gereksiz demiyorum. Ben öyle bir şey görmüyorum. Herkes nasıl isterse öyle yapsın. İster örtünsünler, ister örtünmesinler. Ama bana göre İslam’ın şartı değil, imanın şartı da değil…

ALEM BANA AYNAYMIŞ BEN BU DÜNYAYA BUNUN İÇİN GELDİM!

Siz, operacı bir babanın kızısınız… Çocukluğunuz Moda’da geçiyor. Dindar bir aile mi?
– Hayır, hiç değil. Gayet seküler bir aile. Annem babam Selanikli, oruç tuttuklarını gördüm ama namaz kıldıklarını görmedim. Babam çok iyi tenor. Her operayı çocukken en az üç kere izlemişliğim var. Hayatımızda müzik, sanat hep oldu. High School’da okudum, sonra da Boğaziçi’nde ekonomi. Bir sene de Fransa’da kaldım. O yüzden benim namaz kılmaya başlamam, çevremde devrim etkisi yarattı. Allah, bana namaz kıldırıyorsa herkese kıldırır!

Siz tek çocuk musunuz?
– Evet. Annemin benden önceki iki çocuğu ne yazık ki ölü doğuyor. Üstüne bir de düşük yapıyor. Her hamileliğin sonunda, annesini rüyasında görüyor. Elinde bir saksı var, içindeki bir çiçeği koparıp, toprağa geri gömüyor. Ve annem, doğacak bebeğinin öleceğini bir şekilde biliyor. Gerçekten de üç bebek, sizlere ömür oluyor…

Çok fena…
– Evet. Sonra bir komşusu duruma çok üzülüyor, onu Yeşilköy’de bir hocaya götürüyor. Hoca, anneme, “Senin yakında bir çocuğun olacak” diyor, “Lehimsiz bir gümüş halka yaptır, doğarken içinden geçir! Bir de bu bebek için gerekli harcamaları, 40 gün, 40 Mehmet’ten dilenerek karşıla. Bir de muska vereceğim sana, etrafına koy, zamanı gelince o bulacak!” diyor.

Ve siz, dünyaya geliyorsunuz…
– Evet. Doktor olan Mehmet Amcam, beni o halkadan geçirmiş! Bir gün o muskayı da, gerçekten buldum. İşin ilginci, lehimsiz gümüş halka, 40 Mehmet ve diğer her şeyin, kuantum alanında bir gerçeklik olduğunu bugün biliyoruz. O zamanlar hacı hoca işiyken, sonraları bunların fiziksel bir bilim olduğunu öğreniyoruz…

Nasıl bir çocukluk?
– Mutlu bir çocukluk. Soran, sorgulayan, özgür. Hep müzikli. Üniversite günleri eğlenceli ve keyifli geçti. Eşimle de Boğaziçi’nde tanıştım, mühendislik okuyordu. Severek evlendik. Zaman geçtikçe birbirimizi daha da çok sevdik.

Peki namaz kılmaya nasıl başladınız?
– Ha işte o, hayatımın en önemli dönüm noktası! Bir arkadaşım beni bir kişisel gelişim seminerine götürdü. O gün orada bana, “Kurbansın. Kurban rolü oynuyorsun” gibi bir şey söylediler. Birden bire bu söz beynimde patladı. Bir sonraki seansta, kendimi beni bile hayrete düşüren şu sözleri söylerken buldum. “Herkese teşekkür ederim. Ben bu dünyaya niye geldiğimi çok iyi biliyorum. Tüm alem benim aynammış meğer… Ben gidiyorum” Bu lafları neye istinaden söyledim bilmiyorum. Ama o andan itibaren resmen hayat planım değişti. Hayatımda başka bir oluşumun başlamasına izin verdim…

Nasıl yani?
– İçsel bir yolculuğa çıktım. Bir süre new age takıldım. Refleksoloji, reiki, energo, kinesioloji önüme ne gelirse okudum, eğitim aldım, öğrendim. Sonra, dinlere merak saldım, Kuran okumaya başladım ve derken namaz kılmaya başladım…

Siz hep inançlı mıydınız?
– Amin! Mümin olmanın, çok kolay bir iş olmadığını düşünüyorum. Ben kimseye inançlı inançsız demiyorum, ‘amin’ diyorum.

Kitabınızda ilginç anektodlar var, Kıbrıslı Şeyh Nazım’a gidiyorsunuz mesela…
– Evet. Öğrenilmiş kalıplara reaksiyonum olduğunu gördüm. O yüzden ona gitmek istedim. İçimdeki ses, onun bana yardımcı olabileceğini söyledi.

Siz ona gittiğinizde 6 aylık hamilesiniz, elinizde bavulunuz, karnınızda bebeğiniz Kıbrıs’a gidiyorsunuz… Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Bu bir çağrı mıydı, çekim miydi?
– İnanın hiç bilmiyorum. Çantamı aldım, “Hadi ben gidiyorum!” dedim. Ve gittim. Büyük kızım da okula başlayacaktı. Kendimi Kıbrıs’a gitmek üzere havaalanında buldum. Eşim, halden anlayan, tatlı bir insandır, hiç itiraz etmedi. Bir hafta kaldım, sonra Şeyh Nazım’la birlikte İstanbul’a döndük.

İyi de Nakşibendi şeyhi Şeyh Nazım sizi nasıl karşıladı? Nihayetinde tanımıyor sizi…
– Çok anlayışlı ve sevgi doluydu. Fakat benim zihnimdeki din algısının değişmesi için bir süreç gerekti. Bir gün, “Şeyh Baba, ben biliyorum!” dedim. “Ne biliyorsun?” dedi. “Alem bana aynaymış, ben bu dünyaya bunun için geldim!” dedim. Gülmeye başladı. “Peki” dedi, “Sen başın sıkışınca kimden yardım istiyorsun?” “Allah’tan” dedim. “Hayır” dedi, “Kendinden istemeyi öğreneceksin. Bir de küsmemeyi öğren!” Benim kafam karıştı tabi…

Küsmemeyi anladım da, kendinden yardım iste derken neyi kastediyor?
-Şunu: İçimizdeki özümüzle, buradaki varlığımızın bir olması için bir tamamlık hissi gerekiyor. O yüzden bilmek, aslında “hıh” diye bir onaydan ibaret. Soruların cevapları da içimizde…

O, size üçüncü çocuğu doğurmanız gerektiğini söylüyor, “Bir çocuk sana gelmek istiyor, kabul et!” diyor… Bunu nasıl açıklıyorsunuz? O bunu nasıl biliyor?
-Bilmiyorum, açıklayamıyorum. Ama gerçekten de bir süre sonra hamile kaldığımı öğrendim.

Çocuklarımız bizi seçiyor mu?
-Olabilir.

Sonra hayatınızda başka bir dönem açılıyor, Melami mürşidinize terfi oluyorsunuz…
-Evet. Benim başka bir yolculuk yapmam gerekti. Hayatımın önemli bir bölümü o Melami mürşidimle geçti…

Ne kadar süre?
-16 yıl.

Peki bunca eğitimden geçince ne oluyor? İnsan kendi içinde nasıl bir yolculuk yaşıyor?
-Valla, o yolculuk hiç bitmiyor…

Sizin evinize gelip sizi dinleyenler, kendilerinin farkına varabilmek için mi geliyorlar? Bir cümle, bir kelime kapabilmek için, doğru yolu bulabilmek için mi?
-Estağfurullah, ben öyle düşünmüyorum. Bir kere ben talebeyim. Demek ki gönülden bir şey görüyorlar ve geliyorlar. Ne mutlu bize. Hepimiz bir şeyleri fark ediyoruz ve öğreniyoruz. His, duadır. Yargısız his ise duanın ta kendisidir. Sevmek, sevebilmek her şeydir. Sevmenin aslı nedensizdir. Nedenlere bağlı olana aşk denmez. Allah ise aşkın ta kendisidir…

EVRENE DEĞİL KENDİ ÖZÜNE SOR!
Siz kendi içinizde, “Neden?” değil ama “Bu nasıl bir şeydir ya rabbim?” diye sorun. Cevabın geleceğinden de emin olun. Şimdilerde, “Evrene sor, evrenden iste!” diyorlar. ‘Secret’ da öyleydi ya. Bence sorulması gereken evren yerine, Rab, yani kendi özünüz. En önemlisi de, sorduğunuz veya “İstiyorum” dediğiniz şeyden emin misiniz? Emin olun. Söylediğiniz her şey, saniyenin bilmem kaçı içerisinde bütün alemi dolaşıp önünüze madde olarak geliyor. Şu anda benim söylediğim ulvi, uhrevi bir şey değil, basbayağı fizik! Tasavvuf da, “Sözüne dikkat et!” der.

NAMAZ HİÇ DURMADAN VAR OLAN BİR AKIŞ

Namaz neden önemli?
-Namazın, tersten de yazılışı “zaman.” Namaz, bir akış. Hiç durmadan var olan bir akış. Namazın bir sürü işaretleri var, bizim nefs alanımızda, bilinç alanımızda, ruhsal alandaki bir sürü hakikatin işareti. Bana göre İslam dinindeki bütün idraklara, duraklara, bilince, aşka ve muhabbete işaret ediyor.

SUSMAK, KONUŞMAYA BAŞLAMAKTIR!

Diyorsunuz ki, “Mesele, cennete girmek değil, olduğumuz yeri cennette çevirmek…” Bunu nasıl yapabiliriz?
– Siz gönüldeyseniz, cehennem gibi olan bir ortam, ‘çat’ diye cennete çevrilir.

“Susmak, konuşmaya başlamaktır” diyorsunuz… 
– Doğru. İçimizde devamlı işleyen, kayıt gibi bir şey var. O, bir lokma susabilse, içimizden, özümüzün sesini duyabiliriz. Ve özümüz konuşur. O yüzden susmak, konuşmaya başlamaktır.

“Neden?” sorusunu sormayın” diyorsunuz…
– Evet, sormayın. Çünkü sizi, aynı olaya geri götürecektir. Ama tekrar aynı olayı yaşamak istiyorsanız -belki tekrar ihtiyacınız vardır- o zaman “Neden?” sorusunu sorabilirsiniz. Farkındalık için “Nasıl?” sorusunu sorun. Cevabı size yavaş yavaş yaklaşacaktır…

Hayatta en önemli şey nedir?
– Bana göre Allah aşkı ve muhabbeti. Ve onun, içimizde bir yerlerde olduğunu bilmek, sonra da onu bulmak…

Yorum

  1. Kitabı bugün aldım ve okudum. Bazı bölümleri çok fazla soyut kavram içeriyor. O yüzden rahat okunmuyor. Saygılarımla.

  2. Köşenizde yer vermenizden sonra bir koşu fena gaza gelip kitabı aldım. Ancak hiçliği arayan bir Adem(!) olarak ; oldukca kendinen bahsedip yine kendisi ile çelişen (sürekli ingilizce terimlerler kullanarak , farklyım ben egosuna bürünmek de nedir ; what’s goin’ on?) ve kopuk kopuk anılarla fazlasıyla amatör bir anlatım ile karşılaştım. Keşke Rengin Hanım biraz daha sabrederek olgunlaştıktan sonra basıma geçseydi. Maalesef sevemedim , olmamış. (din-sufizm-kuantum üçgeni çok heyecanladırmıştı beni oysa ki!)

  3. Merhabalar.
    Ben de Rengin hanımefendi ile yaptığınız söyleşiden etkilenerek, bizzat kendisinin elektronik hesabına bir mail atarak, imzalı kitabın kargo ile adresime göndermesini rica ettim. Cevabı mailinde göndereceğini belirtmiş. Dört gözle bekliyorum kitabı. Bakalım kitabı inceledikten sonra elbette benim de paylaşacağım şeyler olacaktır.
    Selam ve muhabbetlerimle.

  4. Merhabalar.
    Rengin Sakaoğlu’nun “Güneş Bazen Mavi Doğar” kitabı nihayet elimde. Batı’dan Doğu’ya, Doğu’dan Batı’ya” bölümüyle başlayan kitabın muradını anlamak için altını çize çize okuyorum. Yunus Emre’de gönlü herşeyden üstün tutar, Cenab-ı Hakk orada tecelli ettiği için, gönül yıkmanın çok büyük günah olduğunu söyler. Alemlere sığmayan Allah, bir mü’minin gönlüne sığıyor.
    Selam ve dualarımla.

Yorum Bırak