Delirmesem yazar mıyım?

 Yeni kuşağın başarılı edebiyatçısı Seray Şahiner’in yeni romanı ‘Kul’ çıktı
Bu isme dikkat!
Seray Şahiner.
Yeni kuşağın en başarılı edebiyatçılarından biri.
Yazmaya 23’ünde başlıyor.
‘Gelin Başı’ ilk kitabı. Öyküler o kadar başarılı ki, İstanbul Şehir Tiyatroları ve Tiyatro Boyalı Kuş tarafından sahneleniyor. ‘Antabus’ romanı da büyük ilgi görüyor. O da tiyatro oyunu haline geliyor. Bu oyun ile Seray, 2016 Afife Tiyatro Ödülleri’nde Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü’nü alıyor.
33 yaşında. Genç yaşına rağmen, bence edebiyat serüveninde olgunluk döneminde!
‘Kul’ beşinci romanı. O, kadın meselelerine kafayı takmış bir yazar. Dili de eğlenceli ve oyuncaklı. ‘Kul’ da eğlenceli bir dille yazılmış, aslında kadınların durumunu gözler önüne seriyor. Kahramanı Mercan, apartmanlarda temizlik yapan bir kadın. Seray Şahiner, ‘Kul’u yazarken eline kova ve bez alıp, annesinin oturduğu apartmanı temizlemiş. Yıllardır tanıdığı komşular onu tanımamışlar, “Kolay gelsin” deyip geçip gitmişler. Okurken keyif alacağınız bir kitap. Tavsiye ederim…

Seni de, yeni romanın ‘Kul’u da tebrik ediyorum! Yolu(nuz) açık olsun…
– Çok teşekkür ederim.

Kadın meseleleriyle fevkalade ilgili bir yazarsın. Ve çok eğlenceli, kıvrak, yaratıcı bir dilin var. Bu sefer de apartmanlarda temizlik yapan Mercan’ın hikâyesini anlatıyorsun… Nereden geldi böyle bir fikir aklına?
– Mercan, kendine muhtaç birilerine muhtaç! Bu, elimize ilk oyuncak bebek verildiği an başlayan bir hikâye aslında. Bize bebekle oynamak öğretilmiyor. Ona ‘bakmak’ öğretiliyor. Altını temizlemek, yemek yedirmek, giydirmek, saçını taramak. Daha dört yaşındayız ama olsun… Hayatın oyunlu yanlarından daha elimize oyuncak verildiği an vazgeçiyoruz.

Mercan, Türkiye’de hangi kadını temsil ediyor?
– Bir umut, başını kaldırıp daha iyisi için medet umanları… Bodrum katta oturuyor; hayali, üçüncü-dördüncü katta oturup, bakkala sepet uzatmak. Oradan seslenecek, “Bakkaaaal, iki ekmek, beş yumurta.” Bu onun hayatı boyunca atmak istediği tiradın başlığı. Tek başına bir yere gidip oturduğunda, “Şimdi, millet de bana bakıp, bu kadın burada yalnız başına ne yapıyor diye düşünüyordur” diye evhamlanıyor. Aslında bu, umut da barındıran bir evham. Çünkü kimsenin onu gördüğü filan yok…

Eğitimli-eğitimsiz, zengin-fakir bu ülkedeki bütün kadınların durumunu mu anlatıyor Mercan’ın hali?
– Bu yıllardır bize sunulan rol modellerle ilgili bir durum aslında. Esas kadın, bekler. Esas olmak isteyen kadın da bekler… Kendine Türk filmlerinden, dizilerden aldığı örneklerle bir hayat kurmak isteyen bir kadın Mercan. Türkan Şoray Kadir İnanır’ı, Filiz Akın Kartal Tibet’i, Hülya Koçyiğit Ediz Hun’u, Mercan da ipsiz sapsız kocasını bekliyor. Oysa çalışan, kendi geçimini sağlayan bir kadın. Kalıp kendi başına bir hayat kurabilir ya da basıp gidebilir. Ama kapılar ona, kilitleyip ardına yaslanmak veya çarpıp gitmek için değil, aralık tutup, yol gözlemek için lazım… Bekliyor da bekliyor…

Kocası tarafından terk edilen kadınlar, Türkiye’de prototip olarak Mercan gibi mi davranıyor?
– Sevgili ve eş mefhumu, sevgiyle aşkla değil, güvenceyle, ‘evde bir nefes olsun’la kodlandığı için, ilişkiler de duyguyla değil, sosyal statüyle alakalı bir noktaya çekiliyor. Tabii ki bundan sıyrılan çok kadın var. Ama sıyrılamayanların sayısı daha fazla…

KENDİSİYLE BAŞ BAŞA KALMAKTAN KORKUYOR

Mercan, kocası dönsün ve çocuğu olsun diye dua ediyor, cemevine, camiye, kiliseye, türbelere gidiyor. Bu nasıl bir çaresizlik?
– Mercan’ın hayatının asıl oyunlu yanı, oyuncağını, yani kocasını kaybettikten sonra başlıyor. Yıllarca Türk filmlerinden gördüğü kadarıyla İstanbul’u, kocasıyla, “Boğaz senin Piyer Loti benim” gezmeyi hayal etmişken, kocası gidince İstanbul’u, tek başına cemevi senin, kilisesi benim geziyor. Normalde gün içi yolculuğu, beşinci kattan bodrum kata kadar silerek inmekken, yola koyuluyor…

Onunki bir erkeğe muhtaç olmak mı?
– Aslında bir can yoldaşına ihtiyacı olmak. Yemekten sonra soyduğu meyvenin bir dilimini yanındakine uzatmayı mutluluk sayıyor. Ama bu ‘hayatını ona adama’ dayatmasında biraz sahtekârlık da var, kendini aldatma da… Şimdiye kadar kendisi için hiçbir şey yapmamış. Kendisiyle baş başa kalmaktan korkmakla ilgili bir durum onunki…

KOCASINI BEKLERKEN KENDİNE VARIYOR

Kocanın ayrılması süreci Mercan’a nasıl bir yenileşme getiriyor? Bunları yaparken özgürleşiyor mu?
– Evet, kendini fark ediyor. Hayatında ilk defa gidip bir yerde tek başına bir bira içiyor. Şunu görüyor: “Çalışıyorum. Kendime bakıyorum. Ve bu kıymetli.” Aslında hayatındakiler, Mercan’ın kendi yerine ikame ettiği şeyler. Yıllarca kocasına odaklanarak, kendine kafa yormaktan kaçmış. Koca gidince, onun yerine televizyonu koyuyor. En büyük derdi evliliğinin sürmesi gibi görünse de, televizyon bozulunca tamir ettirmek için evliliğini simgeleyen alyansını tereddütsüz satıyor!

Ve sonunda kendi başına yaşayabildiğini, yetebileceğini mi fark ediyor?
– Evet, aslında kocasını beklerken kendine varıyor!

Mizahi bir dille anlatmışsın… Bu, senin için olmazsa olmaz mı?
– Mizahı bir ‘yabancılaştırma unsuru’ olarak kullanıyorum. Kahramanın acısını kullanışlı hale getirip, okuyanı sadece üzmekten ziyade, “Belki beraber gülersek, kavgayı da beraber verebiliriz” diye düşünüyorum…

Rüzgârımızı yitirmeyelim

Mercan, bir programdan “Kendinize zaman ayırın!”ı duyuyor, “Kahvaltınıza özen gösterin”i duyuyor ve n’apıyor?
– Televizyondan sunulan, kendinden bir başkası yaratma. Ama belli bir sosyal sınıfın alım gücü baz alınarak veriliyor örnekler. Mercan bütün bu “Kendinize zaman ayırın”lardan, evde branç yapmayı seçiyor ilkin. Çünkü çeri domates ve yeşilliklerle renklendirilmiş tabak, sunulanlar arasında kendine zaman ayırma yöntemlerinden kesesine en uygun olanı. Ama televizyondaki hesap çarşıya uymuyor. Sıkıntı şu: Modern hayatın ve şehir kültürünün sadece alışveriş üzerinden sunulması. Gelir belli ama ‘modern olmak’ için harcanması gereken meblağ sürekli artıyor. Bu da insanda iç çatışma yaratabiliyor!

Sen, kadınlara ne diyorsun esas olarak?
– Kahkahamızla, atarımızla, basıp gitme yahut kalma irademizle… Rüzgârımızı yitirmeyelim! Bu sokaklar biz savrulalım diye değil, eselim diye var…

BU ROMAN İÇİN İSTANBUL’UN TÜRBELERİNİ GEZDİM

Bu arada bütün türbelerin hikâyelerini öğrendin mi?
– Evet. Kitabı, buraları bildiğim kadarıyla yazmıştım ama sonra yazdığım mekânlara defalarca gittim ki atmosferlerini daha iyi anlatabileyim…

Adak için bir türbeye gitsen o hangisi olurdu, neden?
– Sümbül Efendi Camii’nde, Çifte Sultanlar türbesi var. Sarılıp birbirinden güç alan iki kız kardeşi temsil ediyor. Oraya gidiyorum bazen. Adak adamışlığım da var.

Ben Ayın Bir’i Kilisesi’nde kızımı adadım ve hamile kaldım… Oraya da gitmişsin…
– Ben o kiliseyi sizin bir röportajınızla öğrenmiştim zaten. Merak edip gitmiştim. Kitap için iki kez daha gittim. Sanki insanlar orada umutla beraber, şefkat de arıyorlar. Bu cemevlerinde, camilerde de hissettiğim bir durum.

APARTMANIN MERDİVENLERİNİ SİLDİM

Harika şeyler üretiyorsun. Ama aynı zamanda bence kadın hareketi için de önemli birisin. Bir aktivist misin?
– Kadın hareketini çok önemsiyorum. Birbirine sahip çıkan kadınlar sayesinde, kadın cinayetleri hemen geçiliveren üçüncü sayfa haberi olarak kalmıyor. Sokağa çıkarak aslında, eve hapsedilmiş kadınların üstüne örülen duvardan bir tuğla çekiyoruz. Sokağa inanıyorum…

Bu roman için apartmanın merdivenlerini silmişsin.
– Doğru… İşi teknik olarak öğrenmek için annemlerin oturduğu apartmanın merdivenlerini sildim.

Ne kadar zor bir iş?
– Silmekten daha zoru, kapı önüne konmuş onca ıvır zıvır… Manevi değeri var diye atmıyorlar, kadının çocuğu 20 yaşına gelmiş, çocukken kullandığı lazımlık hâlâ merdivende duruyor.

İletişim kuruyorlar mı?
– Hayır. “Kolay gelsin”den başka iletişim kuran olmadı…

Seni tanıdılar mı?
– Yok, valla tanımadılar. Oysa 10 yıldır beni tanıyor insanlar. Ayrıca apartmanı yine 10 yıldır silen başka bir kadın var. Evlerden su alırken, benim o kadın olmadığımı da fark etmediler.

Yazmazsan delirir misin?
-Delirmesem yazar mıyım?

Yorum Bırak