Buyurun Çağan Irmak’ın yeni filmi ‘Bizi Hatırla’ya…

 O, bana hep iyi geliyor. İçimi açıyor. Varlığı bile “Ohhh, hâlâ umut var!” dedirtiyor. Hayatına bakıyorum, okuduklarına, dinlediklerine ve çektiği filmlere… Bana ilham oluyor. Üç yıldır Gümüşlük’te yaşıyor. Çağan Irmak’tan söz ediyorum. Çok şeker bir taş evi ve üç kedisi var. Minik bahçesine domates, salatalık ekiyor. Gümüşlüklü ablalardan brokoli yetiştirmenin öğreniyor. Şahane müzikler dinliyor, kitaplar okuyor. Motoruna atlıyor, oraya buraya gidiyor. Semt pazarından 50 liraya bir haftalık sebzesini alıyor.

Gelen reklam filmi tekliflerini reddediyor, “Fazlasına gerek yok” diyor. İç huzuru olan bir hayat yaşıyor yani. İşte böyle bir dönemin eseri, ‘Bizi Hatırla’. Ben çok etkilendim. Kafası kesik tavuk gibi koşturduğumuz İstanbul’u yani metropol hayatını anlatıyor. Bize ayna tutuyor. Her şeye yetişmek uğruna ne çok şeyi ıskaladığımızı gösteriyor, en çok da sevdiklerimizi… Tespitleri şahane! Oyuncular ondan şahane! Tebrik ederim. İyi iş çıkmış. İzleyin, seveceksiniz…

Bir kere daha hepimizi hüngür hüngür ağlatacak bir film yaptın: ‘Bizi Hatırla’. Hikâye de oyuncular da müthiş. Kendini kaybediyorsun izlerken. Ama bir taraftan da kendini buluyorsun… Nereden çıktı bu hikâye?
– Öykünün çıkışı, yapımcım Şükrü Avşar’a ait. Kafasındaki senaryoyu anlattı. Ben biliyorsun, üç yıldır Gümüşlük’te yaşıyorum, kapandım ve kendime göre yazdım. 30’uncu sayfada da Şükrü’yü aradım, “Bunu başka hiç kimseye vermem. Kendim çekeceğim” dedim. Onun anlatmak istediği hikâye de iyiydi ama ben, bambaşka bir yere getirdim.

Ekseninde yine bir baba-oğul var…
– Evet. ‘Babam ve Oğlum’da da vardı. Ama o 1980-81 döneminde geçiyordu ve 2005 yapımıydı. Bu ise, bugünün filmi. Bugünün değişen ilişkileri… Kendimi tekrar etmedim yani. Yazarken ve çekerken çok keyif aldım. Bazı filmlerini kendin için yapıyorsun, bazıları seyirciye daha dönük oluyor. Bu, kendim için yaptığım filmlerden. Bu tür filmlerde seyircinin karşısında duygularınla çırılçıplak kalıyorsun. Ben o çıplaklığı seviyorum ama korkuyorum da. Kalbini bu kadar açmak, beni de bir yerden sonra ufaktan yaralamaya başlıyor. İçim pır pır anlayacağın. Bakalım nasıl tepkiler alacağız?

KADINLAR DAHA ÖNYARGISIZ SEYREDİYOR

Seyredenlerin reaksiyonu ne oluyor?
– İki saatlik gösterim boyunca pürdikkat izlediler. Tahmin ettiğimden daha çok kahkaha duydum. Ağlayanlar ve kahkaha atanlar eşit ölçüdeydi. Bir ağlıyorlardı, bir gülüyorlar… Hoşuma gitti.

Erkekler mi daha çok yakalanıyor, kadınlar mı?
– Aslında bir erkek hikâyesi ama kadınlar daha önyargısız seyrediyor böyle şeyleri.

Seyredenleri yakalamasının sebebi ne sence?
– Çünkü hepimiz aynı dertten mustaribiz. Bizler, bunu yaşıyoruz. İzleyici kendi hayatından parçalar görüyor. Modern hayat dediğimiz bu. İstanbul gibi bir şehirde yaşarken müthiş bir hız söz konusu. Her şey çok hızlı. Ve bir sürü şeyi ıskalamak zorunda kalıyoruz. Ve bir gün bir aile büyüğü, Foça gibi bir yerden İstanbul’da yaşayan oğlunun yanına geliyor. Ve tıkır tıkır işleyen bütün sistemin tam ortasına çomak sokulmuş gibi oluyor. Filmde şunu görüyoruz: Gerçekten metropollerde hiçbirimizin hiçbir şeye vakti yok. Doktorların ameliyata yok. Çünkü her şey o kadar yoğun ve sıkışık ki… Babalar çocuklarıyla ilgilenemiyor. Sevdiklerimize vakit ayıramıyoruz. Sürekli bir koşturma içindeyiz. Bir vakitsizliktir gidiyor, vakitsizlik kovalıyor bizi! Filmi izleyenlerin bile hemen koştur koştur gitmesi gerekiyor, onların da vakti yok. Biz aslında bu sıkıntıyı kendimiz yaratıyoruz. Ama benim, “Büyük şehirler böyledir, oysa küçük kasabalar şöyledir” güzellemesi yapacak halim yok. Kimseyi yargılamıyorum, herkesin hayatı kendine. Ben sadece ne yaşanıyorsa onu yansıtmaya çalıştım.

Filmi izleyenin çıkaracağı sonuç; İstanbul yani büyük şehir ve acımasız iş hayatı, insanı taşa çevirir, insanlıktan çıkarır. Ege’de güzel, efendi gibi yaşanır. Mı?
– İşte bunu demiyorum! Bunu dersem, çekin vurun beni! Ama şunu diyorum: “Hani ona zaman bulamıyorum, buna yetişemiyorum” diyoruz ya, bu sıkıntıyı önüne bir kere koy bakalım kardeşim. Sen neye zaman bulamıyorsun? Bunun bir cevabını ver? Neyi kaçırıyorsun, neyi ıskalıyorsun? Gerçekten ıskalamak istemiyorsan, o zamanı yaratmaya başlıyorsun. Biz, çözümsüzlüğün içinde daha çok düğümlenip yumak oluyoruz. Oysa ne kadar ümitsiz olursan ol, bir kaçış noktası var. Ama şu değil: “Şimdi çok fenayız ama emekliliğimizde rahat edeceğiz.” Hayır abi, şimdi rahat etmenin yollarını bir ara! Bul onu! Bütün gelecek planlarını 50 yıl sonraya erteleme. Şimdi de onları yapabilecek zamanın olur. Mesela kitap okumaya zaman bulamıyor musun? İşe giderken bir saatin var yolda, o zaman oku. Ben de mesela Gümüşlük’te kitap okumanın keyfini yıllar sonra yeniden keşfettim. Çok başka bir keyifmiş.

‘Modern hayat’ dediğimiz şey, bizi gebertiyor mu?
– Evet, bunu diyorum bu filmde. Üstelik bu, hepimizin sıkıntısı. Ama tekrar ediyorum, ben çözümsüz bir mesele olarak görmüyorum.

BU YAŞIMDA İÇ HUZURUMA KAVUŞTUM

Bu yaşımda iç huzuruma kavuştum. Kendini doğaya, kadere, Allah’a bırakmak mıdır bilmiyorum bunun adı ama, “Olmuyorsa olmasın Çağan, üzme kendini!” demeyi öğrendim artık. Dingin, huzurlu bir hayatım var. Ama maalesef şöyle de bir gerçek var: Bunların hepsi ekonomik özgürlüğünü sağladıktan sonra gerçekleşebiliyor.

50 LİRAYA BİR HAFTALIK SEBZEMİ ALABİLİYORUM!

Gümüşlük’teki hayatını anlatsana…
– Çok parayla yaşamıyorum. Ben paradan korkan bir insanım. Bu aptal, pembe, romantik bir tavır değil. Çünkü para yüzünden hayatım elimden kayıp gidecek, bunu biliyorum. Orada bir yıl oturuyorum, bana gelen reklam tekliflerini kabul etsem, servetime servet katarım ama hayır, çekmek istemiyorum. Reddediyorum. Hem ne yapacağım o kadar parayı? Durmayı da bilmek lazım.

Orada nasıl yaşıyorsun?
– Sabah yedi gibi kalkıyorum. Üç tane kedi var. Onlar geldi. “Bu ev bizim, sen bizimle yaşayacaksın. Kabul ediyor musun” dediler. “Ediyorum” dedim ben de. Onları besliyorum, sonra bahçenin işleri oluyor, biraz çapa mapa, organik keçi gübresi filan falan onlarla uğraşıyorum. Çok seviyorum taş evimi, bahçemi, toprağımı… Biberlerim var, domateslerim var. Instagram’a koydum ilk domateslerimi. Bir ziraat mühendisi hemen DM’den mesaj attı. “Çağan Bey toprağınızın kalsiyum eksiği var. Muz ve yumurta kabuklarını toplayın. Üzerine su dökün, birkaç gün bekletin. Sonra toprağa atın” dedi. Yaptım valla. Sosyal medyanın hayatımıza kattığı böyle güzel şeyler de var. Sonra spora gidiyorum, bir şeyler okuyorum, yazıp çiziyorum. Hiç olmadığım kadar mutluyum.

Orada meşhur insan muamelesi görmüyor musun?
– Hiç. En sevdiğim şey, üç pazarım var. Salı, Dereköy Pazarı, çarşamba, Gümüşlük Pazarı, cuma da Büyük Bodrum Pazarı. Motosikletle hepsine gidiyorum. Bak 50 lirayla, bir haftalık sebzemi alabiliyorum. Yalan söylemiyorum, herkes bilir bunu. Orada köylü ablalarla konuşuyorum. Onlar, yerel brokoli falan yetiştiriyor. Brokoli diktim. Heyecanla mahsulü bekliyorum. Ama şu anda Gümüşlük’teyim, üç yıl sonra bambaşka bir yerde devam edebilirim hayatıma.

AİLE BAZEN CEHENNEMDİR!

Filmde, üvey baba aracılığıyla aile içi cinsel şiddet meselesine değinmişsin… Sen nasıl değerlendiriyorsun? Ne kadar büyük bir sorun bu?
– En büyük sorunlarımızdan biri! Ülkenin her yerinden fışkırıyor. Başına gelenleri anlatan bütün insanlara teşekkür ediyorum. Evet, çok büyük bir travmayla yüzleşiyorlar ama kaçmak asla çözüm değil… Aile olmak güzel bir şey. Ama cehennem yaşanan aileler de var. İlle de o aile olmak geleneği uğruna, bu cehennemi çekmek gerekmiyor! Ben bunu ‘Karanlıktakiler’de anlatmak istedim. Ama seyirci, “Aile, cehennem de olabilir” fikrini görmek, duymak istemiyor. Oysa, kocası bir kadını dövüyorsa orada durması için bir sebebi kalmamıştır. Orada aile de yoktur. Ama işte ne oluyor, gidecek bir yeri olmadığı için o cehennemde kalmaya devam ediyor. Sonunda da bazen felaketler yaşanıyor. Gerçekten hâlâ caydırıcı kanunlarımız yok. Artık şu şapkayı önümüze koymanın zamanı geldi. Aile her zaman, tozpembe bir şey değildir. Bazen cehennemdir. Lütfen bu cehennem azabında yaşayanlara yardım elimizi uzatalım.

RUHLARIMIZ GERİDE KALDI

Belli bir yaştan sonra, bazı cümlelere inanmamayı ve kullanmamayı öğrendim. “Çok özledim, mutlaka görüşelim” mesela… Ya bu yalan! Ama biz bunu hep yapıyoruz. İstiyorsan görüşürsün. Bu cümle, özlemenin gerçek anlamını da öldürüyor. “Seni seviyorum, kendine iyi bak, bye!” mesela… Gerçekten sevmediğimiz insanlara, “Seni seviyorum” demeyelim. Görüşmeyeceğimiz insanlara “Mutlaka görüşelim” demenin manası yok. Görüşeceklerimize de saat, zaman ve yer verelim. “Çarşamba akşamı seni yemeğe bekliyorum, mutlaka gel!” Bu daha samimi geliyor bana. Bazı kavramların altını boşalta boşalta bir hal olduk. Derler ya Kızılderililer, “Çok hızlı gittik, ruhlarımız geride kaldı”. Biz o haldeyiz, hayatın hızına yetişemiyoruz.

BİR GÜN HEPSİ YERİNE ULAŞIR, HİÇ ACELEM YOK

Adın sürekli ‘dram filmlerinin usta yönetmeni’ diye geçiyor. “Sorunlu, kederli aile hikâyeleri seçip insanları ağlatmayı hedefliyor” deniyor. Böyle yorumları duyunca canın sıkılıyor mu?
– Yoo. Eskiden takılırdım, şimdi aldırmıyorum. Geçenlerde biri, “Siz hep aynı filmleri yapıyorsunuz! Hep ağlamaklı, dram filmler çekiyorsunuz“ diye yazmış. Benim cevap vermeme gerek kalmadan, bir takipçim, “Hanımefendi, Çağan’ın 15 filmi var. Korkuyu da, dramı da, gerilimi de, fantastiği de, komediyi de çekti. Siz kaç tanesini izlediniz” yazmış. Pısss, ses yok tabii. O da öyle düşünebilir, onu yargılamıyorum, onun fikridir. Ama ben şöyle düşünüyorum: Bazı işler, ‘longseller’dır. Yani uzun soluklu. Yıllar içinde anlaşılır. Hiçkimsenin izlemediği bir filmim, yıllar sonra izlenir olur. Bir gün hepsi yerine ulaşır, hiç acelem yok.

ABİ O UFAKLIK BENDİM!
Bu filmde Altan Erkekli, Sumru Yavrucuk, Binnur Kaya, Tolga Tekin, Özge Özberk harikalar yaratmış, insanı alıp götürüyorlar…
– Sağolsunlar ya! Ben de çok sevdim performanslarını. Oyuncular bazen kafamda yazarken beliriyor, bazen de senaryo bittikten sonra şekilleniyor…

Senaryoyu nasıl yazıyorsun?
– Sabah sekizde, son derece ayık kafayla. Öyle bir kadeh şarap eşliğinde, günbatımında filan değil. Yazdığım şeye hayran olmayı istemem, o yüzden hep bir adım geriden bakarım ki karakterlerin nereye gittiğini görebileyim. Ama bu yine de bana göre doğrusu. Başkası nasıl yapar bilemem.

Altan Erkekli’nin ve Sumru Yavrucuk’un senaryoyu okuyunca tepkileri ne oldu?
– Hemen geri döndüler. “Evet kardeşim, biz varız!” dediler.

Altan Erkekli, seni bayağı üç tekerlekli bisiklete binerkenki yıllarından beri tanıyor mu?
– Evet ya! Seferihisar’dan tanıyor. Altan Abi de çok gençti o zamanlar, Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncusuydu. Hani o fuarımız vardı ya, efsane İzmir Fuarı… Ne yazık ki kaybettik, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne sesleniyorum, şu fuarı bize geri verin. Şarkıcılarıyla, oyuncularıyla her akşam bir gösteri izlerdik. Altan Abiler de Seferihisar’daki plaj otelinde kalırlardı. Sekiz yaşında mıydım ne ben de, dolanırdım benim üç tekerlekliyle etraflarından. Yıllar sonra Altan Abi’ye, “Abi, o ufaklı bendim!” diye gittim. Sarıldık. Ve bu filmde yine bir araya geldik.

AH O ERGENLER!

Bütün karakterleri bir kere de yazarken 12 yaşındaki kızı dönüp dönüp üç kerede yazdım. “Ergenlerin bütün algıları açık. Bambaşka bir dünyaya, bambaşka gözlerle bakıyorlar. İsyanları da, korkuları da, sevgileri de başka. O yüzden bu kızı anlamaya çalış. Çocuk değil bu karakter, sakın çocuklaştırma!” dedim durdum kendi kendime. Yeğenimden ve tanıdığım diğer ergenlerden feyzalmaya çalıştım. İnşallah o ruhu yakalayabilmişimdir…

Çok varlıklı biri olmak istemem

Ben han, hamam, servet sahibi, çok varlık biri olmak istemem. O başka türlü bir dert kardeşim! Paranoyak olursun bir yerden sonra. O parayı korumak için, bir adım daha ileri gitmek için sürekli çalışacaksın… Ölümüne çalışacaksın! Kendime niye bu kötülüğü yapayım? Nedir benim için ‘iyi yaşamak’? Karnım doysun, ayaklarımı uzatayım, kitabımı okuyayım… Küçük lüksler… Benim için hayatın kendisi de zaten bunlardan ibaret.

Yorum Bırak