Atatürkçü olduk! Alevi olduk! İslamcı olduk! Solcu olduk!… Ama insan olamadık!


Her soruya cevap veriyor, gözünü bile kaçırmıyor, yan yollara sapmıyor, açık sözlü…
Samimiyetine inandım. Kendini korumuyor. Bir süzgeci de yok. Kalbinden geçeni direkt söylüyor.
Beni duygulandırdı anlattıkları.
Ben de Levent Gültekin’in anlattığı gibi bir Türkiye hayal ediyorum!
Size tuhaf gelebilir ama onu dinlerken bazı yerlerde gözlerim doldu, hatta ağladım.
Biz iyice kafayı yedik ülkece. Hepimiz, bu ülkeyle de kafayı yedik. Ülkemizi seviyoruz ama sürekli birbirimizi yiyoruz. Güzel anlatıyor Gültekin, ‘biz’ olabilmenin formüllerini söylüyor. Ona kulak versek…
Bu röportaj, Salı da devam edecek. Hep bu kadar açık sözlü ve cesur konuşabilen insanlar bulamıyorum…


Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU

Sizi nasıl oldu da, hâlâ içeri almadılar?
– Herkesin merak ettiği soru! Cevabını ben de bilmiyorum. Sebebi şu olabilir: Ben konuşmalarımda doğrudan hedef alan, hakaret eden ya da düşmanlaştırıcı bir dil kullanmıyorum. Tahmin ediyorum ki, beni düşman gibi de görmüyorlar. “Bizim mahalleden çıkmış, itiraz eden biri” diyorlar. Nelerden vazgeçtiğimi, nelere itiraz ettiğimi biliyorlar. Bulunduğum makamları niçin terk ettiğimi, neden onlardan ayrıldığımı hepsi biliyor.

Yine de korkmuyor musunuz? Sizin kadar cesur konuşabilen pek kimse kalmadı…
– Hepimiz insanız, korkarız. Ben de zaman zaman korkuyorum. Ama korkuya teslim olmamak gerekiyor. Bunun için çaba sarf ediyorum. Teslim olursak, insanlıktan çıkarız.

Korumanız filan var mı?
– Hayır. Arabam da yok. Şoförüm de yok, hiçbir şeyim yok. Ben her yere yürüyorum ya da taksiye biniyorum.

Ne yapıyor insanlar sizi görünce?
– Valla, şu ana kadar negatif tepki hiç almadım. AK Partililer de, “Abi seni çok seviyoruz. Ama ne yapalım biz buradayız” diyorlar, muhalif kesimden de pozitif tepkiler alıyorum…

Niye başkaları konuşamıyor da, siz bu kadar cesur konuşuyorsunuz. Neyinize güveniyorsunuz?
– Güzelmiş! Eğer bir şeyleri elde etme çabanız yoksa, kaybedeceğiniz bir şey de yoksa, korkmuyorsunuz. Benim bir şey olma, biri olma gibi bir derdim yok. “Bunları konuşursam, şunları kaybederim” diyebileceğim bir şeyim de yok. Onurum ve haysiyetim var…

Bir de canınız var…
– Elbette! Ama ya bazı şeylere itiraz edeceğiz, sözümüzü söyleyeceğiz ve insan kalacağız ya da korkup, susup, insanlıktan çıkacağız! Korktuk, insanlıktan çıktık ama canımızı koruduk… Böyle bir hayat sürmenin bir anlamı var mı? Bize yakışan haysiyetli bir hayat sürmek. Haysiyetin, onurun, itibarın, saygınlığın olmadığı bir hayat, köleliktir. Bir de Müslüman terbiyesi aldığımız için, biz kadere inanırız. Allah’ın dediği olur. Ölüm gelirse gelir, rızkımız neyse onu yaşarız. Ama Allah bir insanı koruyacaksa da korur. Bütün dünya bir araya gelse, ona bir şey yapamaz. Ben yaptığım hiçbir şeyi, bir hesapla yapmıyorum, bir menfaat için de bu yola çıkmadım. Yazarlık, benim mesleğim de değildi…

Nasıl oldunuz peki?
– Yolda gidiyordum, bir yangın gördüm, bir ev yanıyordu, hemen üstümü çıkardım, itfaiyeci oldum! O yangında ölür müyüm diye düşünmedim bile. Yazarlığımın hikâyesi bu. Üstelik bu yangın, benim arkadaşlarımın çıkardığı bir yangındı! Hepsi benim arkadaşım. Tayyip Bey’le de geçmişte bir hukukum var. AK Parti kadrolarının yüzde 80’iyle var. Yolum kesişmiş, aynı kurumda çalışmışım, aynı dava için uğraşmışım. Kendi arkadaşlarımın çıkardığı bir yangın bu. Ve içeride insanlar kötü durumdalar. Bizden birinin bir şey söylemesi lazım!

İyi de, en akıllı siz misiniz? Onların hiçbiri farkında değil mi?
– Haşa! Akılla alakalı değil bu. İnsanın bunları ne kadar dert etmesiyle ilgili bir şey. Bir komşu vardır, komşusunun kavgasını dert eder, gider kapısını çalar, öbürüyse “Aman başım belaya girmesin!” deyip perdelerini kapatır. Demek ki, ben kendime dert ediniyorum…

Tam olarak neyi?
– 30-40 yılımı verdiğim bir ideolojik hareket var. Şöyle düşünüyordum: “Müslümanlık terbiyesi almış insanlar, kötülük yapmazlar. Hak yemezler. Hukuğu çiğnemezler. Başkasını dışlamazlar. Ahlaksızlık yapmazlar!” Ben, bunun için ömrümü verdim ama şimdi görüyorum ki bunu yapıyorlar. Bir anlamda, onları da durdurmaya çalışıyorum, “Yapmayın! Biz, böyle insanlar değildik!” deme ihtiyacı hissediyorum.

Yazarlık gömleğini de bu yüzden mi giydiniz?
– Ben bir kurumda medya yöneticisiydim. Bu iktidarda, o kurumda çalışma imkânım kalmayınca, “Öyle bir iş yapayım ki, bir ekibe ihtiyaç duymayayım. Tek başıma yapabileceğim bir iş olsun. Ve o işle, itirazımı edebileyim, sesimi duyurabileyim!” dedim. Ve bir gün oturdum bilgisayarın başına, yazmaya başladım. Öyle olağanüstü bir entelektüel geçmişim yok ama içimden yükselen bir yazma istediği vardı. En önemlisi bir derdim vardı. Ne geldiyse zaten başıma, 40 yaşında geldi…

40 yaş bunalımı olmasın yaşadığınız!
– Yoo, 40 yaş uyanması! Biliyorsunuz 40, olgunlaşma yaşıdır. Öyle bir inanışımız var bizim. O yüzden “Uyandım!” diyorum. “40 yaşına kadar aklın neredeydi!” diyenler olabilir. Ama biz hepimiz, bir yerlerdeydik zaten. Atatürkçü arkadaşlarımızdan da, “Biz de yanlış yaptık!” diyenler var, solcu arkadaşlardan da, benim eski mensup olduğum çevreden de. Aslında Türkiye’de hepimiz çok yanlış yaptık. Türkiye’de herkes çok yanlış yaptığı için Türkiye bu halde. Hepimiz hatalıyız yani…

Ansızın bir sabah sizi de alabilirler mi?
– Tabii ki. Bir sitede yaşıyorum. Kapının zili her çaldığında, kulağım gayri ihtiyari kapıya gidiyor. Güvenlik, “Polisler geldi!” diyecek mi diye. Alabilirler, bunu göze aldım. Yoksa, “Hem bunları söyleyeyim, itiraz edeyim, eleştireyim ama bana da dokunmasınlar!” pozisyonunda değilim. Evet, dokunabilirler. Ama yine de ben haklıyım. Onlara kötü bir şey söylemiyorum sadece, “Yanlış yapıyorsunuz!” diyorum. “Hırsızlığı, yolsuzluğu gözardı edemezsiniz!” diyorum, “Başkasının hakkını yiyemezsiniz!” diyorum. “Özgürlükleri kısıtlayamazsınız! Türkiye’yi böyle bir yere vardıramazsınız!”

Ama onlar, kötü bir şey yaptıklarını kabul etmiyorlar ki!
– Yok, yok ediyorlar. Siz kamuoyunun önünde konuşulanlara bakıyorsunuz. Ben kapalı kapılar ardında ne konuşulduğunu çok iyi biliyorum. Birçoğuyla hâlâ karşılaşıyorum, ortak bir dostun düğününe gidiyorum, cenazesine gidiyorum. AK Parti’nin tabanı, inancı ve ideolojiyi sorgular pozisyonda, “Biz ne yaptık? Biz böyle bir Türkiye hayal etmiyorduk!” demeye başladılar. Zaten köşe yazılarına da yansıyor. Ben onların bugün söylediklerini, beş yıl önce söyledim. “Siz buraya varacaksınız. Öyle bir vakit gelecek ki bu yaptıklarınızdan utanç duyacaksınız. AK Partiliyim ya da Müslümanım demekten utanır hale geleceksiniz. Çünkü bu yaptıklarınız sizi oraya götürecek! Bu yaptıklarınızla barış getiremezsiniz, özgürlük getiremezsiniz, Türkiye’yi bir arada tutamazsınız, Türkiye’yi dünyanın saygın ülkeleri arasına alamazsınız…” Söylediklerim bunlar. AK Partililerden de söylediklerime katılanlar var. Mesela geçenlerde biriyle karşılaştım. AK Partili üst düzey bir bürokrat. “Bütün arkadaşlarımız seni okuyor” dedi. “Çünkü sen, bizim kapalı kapılar ardında söylediğimiz her şeyi açıktan söylüyorsun!” Ama yanlış anlaşılmasın, bu şekilde, belli bir ideolojiye mensup olmak sadece AK Parti’ye has bir şey değil. Bütün gruplar için geçerli. Siyaset, her birimizi bir odaya hapsetti…

Nasıl yani?
– Atatürkçüler bir odada yaşıyordu. Muhafazakârlar bir odada yaşıyordu. Aleviler bir odada. Kürtler bir odada. Ben, “Arkadaş! Her birimiz bir odada yaşıyorduk ama ev çürüdü. Ben salona indim. Bırakalım odalarımızda yaşamayı, gelin hep beraber salona inelim. Hepimiz bu salonda, bu evi, yeniden, her birimizin yaşayabileceği bir ev haline getirelim” dedim. Bunu da yapabileceğimize yürekten inanıyorum. O salonda olanların sayısının artmasıyla beraber Türkiye kurtulacak!

Siz, Ahmet Şık’tan farklı ne söylüyorsunuz?
– Ahmet benim arkadaşım, oturup konuşuyorduk. Ne yazık ki şu an cezaevinde, bir an evvel çıkması dileğiyle, diğer bütün arkadaşlarımız gibi. Bir nokta kadar farkımız yok aslında bizim, aynı şeyleri söylüyoruz. Ben şunu fark ettim. İslamcı ideolojiyi bir tarafa bırakabilirsek -Müslümanlığı değil, sonuçta hepimiz Müslümanız- benim Atatürkçüyle bir farkım yok, çünkü o da ülkenin iyiliğini istiyor. Benim Alevi’yle de bir farkım yok. Dersim’e gittim mesela ilk defa hayatımda ve konferansta söylediğim ilk cümle neydi biliyor musunuz, “Buraya insan olmaya geldim!”. ‘Öteki’yle konuşana insan denir çünkü. Kısacası, Ahmet Şık’la bir farkım yok. Sadece üslubumuz, kullandığımız kelimeler ve yöntemimiz farklı. İkimiz de aynı Türkiye’yi istiyoruz. Nedir o? Özgürlük olsun, eşitlik olsun, demokrasi olsun, insan haklarına saygılı bir ülke olsun. Kimsenin, kimsenin inancına, giyimine, kuşamına karışmadığı bir ülke olsun. Bir taraftan da işçinin hakkı, hukuku korunsun, yoksullar, işsizler dert edinilsin ama öbür taraftan da bu ülkeyi cennet yapalım. Ortak noktamız bu. Ayrı düştüğümüz noktaysa seçtiğimiz kelimeler. O da geçmişte büyümüş olduğumuz ideolojik çevrenin etkisi. Farklı kelimelerle tamamen aynı şeyleri söylüyoruz…

AKIL DİYE BİR ŞEY VAR

Bu referandumun ve bu dönemin en öne çıkan isimlerindensiniz… Pek çok insanın sustuğu, ürktüğü bir dönemde bu kadar öne çıkınca, geceleri uyumadan, “Ben n’apıyorum?” demiyor musunuz?
– Hayır ama Türkiye’deki ideolojik kamplaşmayı, farklı kesimlerin kendi içlerindeki katılığı, kimlik, inanç ve mezhep kavgalarını gördüğümde diyorum ki, “Neyin savaşını veriyorsun? Tek başına halledemezsin! İnsanların çoğalması lazım”. Bazen şöyle bir hisse kapılıyorum, rüzgâra karşı koşuyormuşum gibi…

Don Kişot gibi mi?
– Evet ama sonra Anadolu’ya gidiyorum, Alevilerden, Atatürkçülerden, Kürtlerden, MHP’lilerden, Ülkücülerden aldığım olumlu tepkiyi görünce, “Ben doğru bir şey yapıyorum!” diyorum.

Peki bütün bunları niçin yapıyorsunuz? Sizin için tarifi nedir?
– Bu ülkenin hayırlı bir evladı olmak ve hayırlı bir evladı olarak anılmak için yapıyorum. Türkiye, 100 yıldır inanç, mezhep, etnik köken ve kimlik kavgası veriyor. Tam 100 yıldır bir ülke heba oldu. Hayatlarımız, çocuklarımız, her şeyimiz. Geldiğimiz nokta, Cumhurbaşkanı’nın tabiriyle, beka sorunu yaşayan bir ülke. Oysa, akıl diye bir şey var hepimizde. Oturur, düşünürüz, “Biz nerede yanlış yapıyoruz?” diye. Ben şunu söylüyorum: Arkadaş, inanç, mezhep, etnik köken, kimlik, insan karakterine, iyi insan olma konusunda zerre kadar katkısı yok. Müslümanlık, bir insanı daha iyi yapmaz! Alevilik de, bir insanı daha iyi insan yapmaz! Kürtlük de, insana bir değer katmaz, Türklük de bir insanı uçurmaz. Esas olan iyi insan olmak!

MÜSLÜMANLIK BİR İNSANI DAHA İYİ İNSAN YAPMAZ!

İnançlı olmak, insanı daha iyi insan yapmıyor mu?
– Hayır! İnançlı olmak çok başka bir şeydir. İnanç, insanı terbiye etmez. İnanç, insana ahlak vermez. İnanç, sadece yaradanına şükretmektir. Ona olan duygularını yansıtmaktır. Bir anlamda verdiği nimetlere şuna, buna bir teşekkürdür. Oysa, ahlak başka bir şey. Tamam ahlakın temeli, dinden midir, değil midir, böyle felsefik tartıştırmalar var. Ama ahlak, dinden olmadığı için seküler yasalar çıkmıştır. ‘Kırmızı ışıkta geçme! Günahtır! Cehenneme gidersin!’ dediğinde hiçbir Müslüman uymaz buna. Ama, “Kırmızı ışıkta geçme! 200 lira cezası var!” dediğinde herkes uyar. Bu kuraldır, değişmez. O yüzden de inanç, ahlak vermez. ‘Allah korkusu’ diye bir şey de yoktur. Olmaz. Zaten Allah’tan korkulmaz. Allah’a saygı duyulur…

“Allah’tan kork!” diye bir deyim var ama o başka bir şey ifade ediyor…
– Evet. “Allah’tan utan” anlamında söyleriz biz onu. “Sana nimetler sunan, seni yaratan Allah’tan utan!”

Zaten korktuğun bir fikri de sevemezsin…
– Doğru. Çünkü korku, karşılığı olmayan bir şeydir. İnsanoğlu, somut görmediği bir şeyden korkmaz. Yani polis yoksa başınızda, korkmazsınız mesela. Ancak polisi gördüğünüzde korkarsınız. ‘Allah korkusu’ sahici bir şey değildir. Çünkü gerçekten Allah korkusu olmuş olsaydı, Müslüman dünyasının hali bu olmazdı! Birbirlerini öldürmezlerdi, bu kadar berbat hayat yaşamazlardı, bu kadar haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk hırsızlık olmazdı. Ben cevap olarak şunu söylüyorum: Türkiye, herkesin özgürce yaşadığı, yaşayabileceği bir ülke olmalı. Türkiye, Alevilerin olmadığı, dindarların olmadığı, laikliğin olmadığı, cumhuriyet değerlerinin olmadığı bir ülke olmaz. Türkiye sadece Alevilerin sadece dindarların, muhafazakârların ve sadece Atatürkçülerin ülkesi de değil. Ancak bütün bir araya geldiğinde oluştuğu ülkenin adıdır Türkiye. Mesela dindarlığı, Müslümanlığı alın çıkarın, burası, kimliksiz tatsız-tuzsuz bir ülkeye dönüşür. Ama Müslümanlık var, laikliği çıkarın, burası Afganistan olur! Aleviliği çıkarın Neşet Ertaş’ın, Mahzuni Şerif’in olmadığı Türkiye tatsız olur, olmaz yani…

Öyle diyorsunuz ama artık azınlıklar neredeyse yok…
– İşte bu tamamen vicdansızlıktan, bu lanet olası ideoloji hastalığından oluyor! Eğer biz, karşımızdakinin kimliğine değil de, karakterine ve ülkeye kattığı değere bakarak hüküm sürmüş olsaydık, Türkiye bugün bu halde olmazdı. Biz ne olduk? Atatürkçü olduk! Alevi olduk! İslamcı olduk! Solcu olduk! Ama bir şey olmadık… İnsan olamadık! İnsan olmayı unuttuk. Çünkü insan olduğunda burada hayat bulamıyordun, ancak Atatürkçü olursan hayat buluyordun. Aynı şimdi İslamcı olmazsan, hayat bulamaman gibi… Bu bizi şuna zorladı: İyi doktor, iyi mühendis, iyi öğretmen, iyi akademisyen olmaya değil, iyi Atatürkçü olmaya, iyi dindar olmaya, iyi Alevi olmaya, iyi solcu olmaya… Çünkü bizden olmayanın kayırılmadığı bir ülkede, kim iktidara geliyorsa, onun kontenjanından pasta kapma yarışına girdiğimiz için, “Bir dakika, ben işimi iyi yapayım! İyi bir öğretmen olayım, iyi bir mühendis olayım, nasıl olsa bu Türkiye’de ben hakkımı alırım!” deme imkanımız kalmadı. Bu da bizi, ister istemez insanlıktan çıkardı. Dediğim şu, bunları bırakmamız lazım.

Ne yapmalıyız?
– Bilimi konuşmamız, sanatı eğitimi konuşmamız lazım. Ülkemizde 45 milyon insan yoksulluk sınırında yaşıyor. Nasıl uyuyabiliriz? Doğu’da çocuklar ölüyor, askerler ölüyor, polisler ölüyor, 10 binlerce çocuk ölüyor ve biz ne diyoruz? “Sen Alevi misin, Sünni misin?” Ne diyorsun ya! Alevi olsa ne olur, Sünni olsa ne olur. Ne fark var! Ben mesela ortaokulda çok sevdiğim bir sınıf öğretmenine denk geldiğim için İslamcı oldum. O sınıf öğretmeni solcu olsaydı, büyük ihtimalle ben solcu olacaktım. Böyledir bu işler. Diyarbakır’da doğan adam Kürt doğuyor. İstanbul’da doğan adam Türk doğuyor. Kimlikler, hiçbir karşılığı olmayan bir şey…

Ne güzel bu anlattıklarınız…
– Ben mesela şimdi gidip Alevilerle konuşuyorum. Diyorum ki, “Ya yıllardır niye hiç konuşmamışım bu insanlarla. Ne kadar sahiciler, ne kadar sıcaklar. Aramızda farkımız, hiçbir gayrımız yok! O da diyor, “Huzur içinde yaşayalım!” ben de aynı şeyi söylüyorum. Hepimizin bir yanlışı var, birbirimizle ilgili kanaatlerimiz var, daha doğrusu önyargılarımız. “Sünniler şöyledir, Aleviler böyledir! Ya arkadaş, Aleviler içerisinde çok düzgün insanlar da var, çok berbat insanlar da. Dindar ve muhafazakarların içerisinde de çok düzgün insanlar var ama berbatları da var. Solcular arasında da çok namuslu, vicdanlı, demokrat insanlar var ama faşist olanları da var. Kürtler arasında hırsızı yolsuzu da var, pırıl pırıl olanları da var. İyi insanları bir araya getirelim, yeni bir “biz” kavramı yaratalım diyorum.

Böyle bir şey mümkün mü peki bugünün Türkiyesi’nde sizce?
– Tabii ki mümkün. Çünkü teknolojinin, iletişimin gelişmesiyle beraber ortaya çıkan yeni bir insan türü var. Hepimiz görüyoruz bunu. Bu sadece gençlikle ilgili bir şey de değil. Youtube gibi kanalların teknolojinin gelişmesiyle beraber bir kültür etkileşimi. Ve bu yeni insan, bize şunu demeye başladı: “Boş işlerle uğraşıyorsunuz. Esas olan karşınızdaki insan. İnsanların kimliğine bakmayın, giyimine bakmayın, inancına ya da inançsızlığına da bakmayın!

İyi de OHAL ve KHK’larla yönetilen bu Türkiye’de tüm bunlar nasıl mümkün?
– OHAL de, KHK’lar da sadece bir direncin adıdır. Bu değişime direnç gösteriyorlar. Ama dayanamazlar. Türkiye’de, bu çağda, 21. yüzyılda, otoriter bir yönetim kurma şansları yok! Sadece bize zaman kaybettiriyorlar. Bugünkü iktidar, eninde sonunda bu değişime teslim olacak. ‘Evet’, ‘hayır’ verenlerin arasında, gençlerden ‘hayır’ diyenlerin oranı yüzde 65. AK Partililerin çocukları artık dindar olmuyorlar. AK Partililerin çocukları, artık başlarını örtmüyorlar. Ben geçenlerde Boğaziçi’ne gittim, oğlumun orada bir gösterisi vardı. Bir baktım başörtülü kızlarla, başı açık kızlar festival yapıyorlar, el ele oyun oynuyorlar. O fotoğrafı çektim ve dedim ki, “Türkiye bu!” AK Parti bunu görmüyor, İslamcılar bunu görmüyor. Zannediyorlar ki, “Biz insanlara yeniden inanç empoze edebiliriz. Herkesi, kendimiz gibi yapabiliriz!” Oysa, bu gerçeği yansıtmıyor. Karışamazsınız onlara…

Nereden biliyorsunuz?
– Şuradan. Sizin çocuğunuz var, benim de var. Çocuğunuza söz geçirebiliyor musunuz? Ben 16 yaşındaki kızımın nasıl giyineceğine karışamıyorum. “Kızım, biraz şöyle giy!” dediğim zaman, “Baba, utanmıyor musun bana giyimimle ilgili laf söylemeye!” diyor. 16 yaşındaki çocuğa söz geçirmek bu kadar zorken, hatta imkansızken, 80 milyon farklı insana söz geçirebileceğini zannediyorlar! OHAL, KHK, otoriterlik, tek adam rejimi, bütün bunlar, dünyadaki değişime direnen insan türünün son denemeleri. Ama görün bakın, olmayacak. Bu maya, bu topraklarda tutmayacak. Ben sürekli konferanslara gidiyorum, görüyorum, insanlar o kadar bıkmış ki, inanç kavgasından, mezhep kavgasından…

İNSANLARIN TEK İSTEDİĞİ AĞIZ TADIYLA BİR HAYAT SÜRMEK

Siz referandum zamanında çok yere gittiniz. Ne anlattınız?
– Evet, 25 yere konferansa gittim. “Özür dilemeyi bilmemiz lazım! Bakın, ben özür dilemenin kitabını yazdım. İslamcılığın bu ülkeye huzur getireceğini düşünüyordum, yanılmışım” dedim. “Ben bir yanlış yaptım. Ama siz de, beni o yanlışa sevk ettiniz. Sizin de özür dilemeniz lazım” dedim. “Biz yanlış yaptık, laikliği istismar ettik, halbuki laiklik bu ülke için çok kıymetli bir değer!” . Böyle şeyler anlatıyorum ve olağanüstü olumlu tepkiler alıyorum. İzmir’de mesela, biri kulağıma eğildi dedi ki, “Kasap komşumdan mezhebi yüzünden alışveriş yapmıyordum! Nasıl bir saçmalıkmış. Sizin sayenizde anladım!” dedi. Mesela gençler geliyor, “Abi ben Aleviyim, sevgilim Sünni. Biz bıraktık o işleri, acayip mutluyuz!” diyor. Artık böyle değişen bir Türkiye’de yaşıyoruz…

Acaba çok mu iyimsersiniz?
– Hayır, hiç değil. Ama gördüğümü anlatıyorum. Bıkmış insanlar. İnsanların tek istediği şey, “Ağız tadımızda bir hayat sürelim!” Budur. Dedikleri tek bir şey var. “Kimse kimseye karışmasın. İnancımızla veya inançsızlığımızla istediğimiz gibi yaşayalım ama ağız tadıyla. İşimize bakalım!” Doğrusu da bu. Bizler artık utanıyoruz, gidecek ülke kalmadı, Türküm demeye utanır hale geldik, bunu artık değiştirmemiz lazım. Eğitim sistemimiz çökmüş. Çocuklarımıza Türkçe öğretemiyoruz, 43 ülke arasında kendi dilinde okuduğunu anlayanlar sıralamasında 39’dayız. Bu ne demek? Sen çocuklarına Türkçe öğretemiyorsun! Bizim bunu dert etmemiz lazım. Öbür taraftan işsizlik, yoksulluk, şehirlerimizin mimarisi dökülüyor. Niye bu böyle oldu? Çünkü Türkiye, birbirinin elinden ülkeyi kapma yarışına giren insanların ülkesi oldu!

Hepsinin sebebi iktidar mı?
– Hayır, sadece iktidar buradan besleniyor. Çünkü ne kadar ayrıştırırsa, ne kadar ötekileştirirse, kendi seçmenini konsolide ediyor. Kendi seçmenini mutlu ederken, ötekinin yüzüne bakmıyor. İdeoloji üzerinden bağ kurmak başka bir şey, bu ülkenin evladı ortak paydası üzerinden bağ kurmak bir şey…

Öyle kurmuyorlar mı?
– Hayır, hiç kimse kurmuyor. Bu AK Parti’ye has bir şey değil. Şöyle söyleyeyim. AK Partililer için, sınırın öte yanındaki bir dindar, sınırın bu yanındaki Alevi’den daha kıymetli. Çünkü din üzerinden bağ kuruyor. Aynı şekilde Kürtler için, sınırın öbür tarafındaki bir Kürt, sınırın bu tarafındaki bir ülkücüden daha kıymetli. MHP’liler için de, sınırın öbür tarafında hiç tanımadığı bir Türkmen, sınırın bu tarafındaki Kürtten daha kıymetli. Solcu için de, diyelim ki Syriza’nın lideri, Türkiye’deki Tayyip Erdoğan’dan daha kıymetli. Yanlış şu, herkes ideoloji üzerinden bağ kuruyor. Benim önerim ne? Ya biz sınırın öte yanındaki insanlara, insan olarak yaklaşabiliriz o başka bir şey. Ama arkadaş, bizim kaderimiz ortak! Bu ülkede yaşayan herkes birbirinin kaderini etkiliyor! O zaman ben niye Kürdü dert etmeyeceğim de, gideceğim Suriye’deki Türkmeni dert edeceğim! Ben niye buradaki Alevi’yi dert etmeyeceğim de, gidip Mısır’daki Rabia’yı edeceğim? Niye Berkin Elvan’a değil de, Rabia’ya ağlayacağım?

AK PARTİ’YE YARAYAN HER ŞEY TÜRKİYE’NİN ALEYHİNE, TÜRKİYE’YE YARAYAN HER ŞEY AK PARTİ’NİN ALEYHİNE

Siyaset bütün dünyada, sorunları çözme sanatının adıdır, Türkiye’de iktidara gelip, iktidarda kalmanın adı. İktidarda kalmak, birinci önceliğiniz olduğunda, başka türlü davranıyorsunuz, sorunu çözmek olduğunda başka. Sorunu çözerseniz barış olacak, o zaman da biz kendisine soracağız, “Niye bizim eğitim sistemimiz kötü? Ekonomimiz kötü? Niye şehirlerimiz berbat? Niye dış politikamız dökülüyor?” Şimdi ne diyoruz? Kimimiz, “İnancımız gidiyor!” diyor, öbürü, “Atatürkçülük elden gidiyor!” İktidarların şöyle bir açmazı var. Geliyorlar, bir müddet sonra Türkiye’nin lehine olan, o iktidarın aleyhine olmaya başlıyor. O iktidarın lehine olan Türkiye’nin aleyhine olmaya başlıyor. Şu anda AK Parti böyle bir açmazla karşı karşıya. AK Parti’ye yarayan her şey, Türkiye’nin aleyhine, Türkiye’ye yarayan her şey AK partinin aleyhine. Ve buradan da çıkamıyorlar…

Yorum Bırak